Tarih

Bir Bilim Dalı Olarak “Tarih” Nedir?

Prof. Dr. Bülent İplikçioğlu

(Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü)

Tarihin bilim olarak kavranması, diğer bilimlerde de olduğu gibi, ancak kuramla uygulamanın yan yana olmasına bağlı olmakla birlikte; Tarih’i diğer toplumsal bilimlerle birlikte doğa bilimlerinden kuramsal açıdan ayıran temel özellik, baştan bilinmeyen olaylara uygulanacak hiç bir Tarih kuramının olmayışı… Yani tarihsel bir kavramı matematiksel bir biçimde dile getirmek olanak dışı ve Tarih’te her zaman olaylara geri dönüş, kuramla olaylar arasında bağlantıları gözden geçirme; çıkan sonuçları düzeltme ve değiştirme var…

Bu nedenle de “bilim olarak Tarih”, günümüzdeki bilimsel kuramlar içinde önemli ve güncel bir yer tutuyor.

Bilim; eşyanın ve olayların sistemli düşünce yoluyla anlaşılması, kavranması olduğuna göre; Tarih bilimini de şüphesiz bu çerçeve içinde değerlendirmek; Aristoteles’ten bu yana bir bilim başlıca üç noktayla, yani ilgili bilim dalının “konu”su, kendine özgü “yöntem”leri ve “bakış açısı” ile belirlendiğine göre, Tarih bilimini de bu üç yönden incelemek gerekiyor:

Tarih biliminin konusunu “geçmişte olmuş şeyler”in tümü oluşturmakla birlikte, bu “olmuş şeyler”in “insan”la ilgili olması, yani insan tarafından biçimlendirilmiş ya da insan üzerinde etkisini göstermiş olması lazım. “Olmuş şey” kavramı, her şey mutlaka herhangi bir yerde ve zamanda olduğu için, iki ayrı ögeyi de yanı sıra getirir: “Yer” ve “zaman”. Bu bakımdan, yeryüzünün neresinde ve ne zaman olursa olsun, insanla ilgili her “olmuş şey” kuramsal olarak Tarih biliminin konusu olabilir.

Bu da Tarih’in dinamik özelliğini ortaya koyar: Yani Tarih bir yandan “zaman” ögesiyle durmadan yeni yayılım ve dağılım alanları kazanırken, öte yandan olaylar hiçbir zaman, örneğin Anadolu, Avrupa gibi belirli coğrafî bölgelere sıkışıp kalmaz; başka bir deyişle, Tarih, konusu bakımından evrensel bir boyut taşır.

“Olmuş şey”in “insan”la ilgili olma zorunluluğu boyutunu dikkate aldığımızda ise, yeryüzünün oluşumundaki değişiklikler, birtakım hayvan türlerinin evrimi gibi konular Tarih’in araştırma alanına girmemekle birlikte; örneğin depremler, kasırgalar, su baskınları gibi doğal yıkımların insan yaşamını çoğu kez büyük ölçüde etkilediklerini düşünürsek, bu konuların Tarih’in araştırma alanına sızdığı görülmektedir.

Tarihe ilişkin kaynakların birçok konuda yeterli ölçüde mevcut olmaması, ayrıca tarihçinin kendi ilgisi ve zihniyeti yönünde belirli bir araştırma alanı seçmesi nedeniyle, “olmuş” her şeyin de aynı biçimde ve aynı bakış açısından incelenmediği de görülmektedir; yani Tarih araştırmalarının birtakım yer, zaman, konu ve bakış açılarıyla sınırlandırılmasıyla Tarih biliminde belirli bir öznellik bulunmaktadır.

Tarihte yöntemden ise, önce araştırmanın sistematik olarak nasıl yapılacağı, kaynakların ve modern literatürün analiz-sentez yoluyla nesnel bir eleştiri süzgecinden geçirilerek nasıl değerlendirileceği, yani tarihsel bir bütün onu oluşturan parçalara ayrıldıktan sonra, bu parçaların nasıl ayrı ayrı sorgulanıp, çıkan sonuçların birleştirilerek nasıl yeniden bir bütün elde edileceği anlaşılmaktadır.

Yöntem ayrıca, Tarih’in kendine özgü bakış açısını da yansıtır: Diğer toplumsal bilimlerde olduğu gibi, Tarih’te de teşhis ve kavrama, doğa bilimlerinden temel bir farklılık gösterir: Evren ve doğa, doğa bilimlerinde deneye dayalı yasalar ve formüller biçiminde incelenirken, Tarih’te bir olayın ya da kişinin “tekkezlilik” ve “yinelenemezlik” koşulları içinde anlaşılması ve kavranması gerekmektedir. Deney ve birtakım yasalar, Tarih biliminin yöntemine ve bakış açısına yabancı kavramlardır.

Tarih araştırmaları, günümüz toplumlarında güncel politik sorunlarla ilgili oldukları ölçüde ilgi çekmekte; bu araştırmalar geçmişin bugünle ilişkisini ortaya koydukları ölçüde inandırıcı olabilmektedirler. Bununla birlikte, önemli bilimsel sonuçlara ulaşan Tarih araştırmalarının çağdaş “bilim ve kültür toplumları”nda genel bir işlevsel önemi bulunduğunun da özellikle altını çizmek gerekiyor.

Bir başka nokta; tarihsel teşhis, yöntem ve amaçları ilgilendiren sorunlara artık Tarih biliminin de sınırları aşılarak felsefe, ekonomi, sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk, psikoloji, dilbilim, edebiyat ve sanatı kapsayan alanlarda çözümler aranıyor olması.. Yani Tarih bilimi, diğer bilimsel yöntemlerle elde edilen sonuçlara da açık bir sistemdir.

Öte yandan Tarih, bir “bilim” olmanın yanı sıra, aynı zamanda bir “edebiyat türü”dür. Çünkü olayların gerçeklere uygun ve etkili bir biçimde tasviri, tarihçinin edebî ve sanatsal türde bir görevidir. Tarihin bilimselliği zamanla ne kadar daha kesin çizgiler kazansa da; Tarih yazımı edebî ve bu nedenle de kişisel niteliğini hiçbir zaman yitirmeyecektir.

Tarafsızlık gerçi her Tarih yazımının amacı olmalıdır; fakat, insanın yapı olarak öznel bir varlık olduğu; okunan, görülen ya da yaşanan olayların algılanması, teşhisi ve aktarılmasının her insanda farklı ölçülerde bulunduğu göz önünde tutulursa; insanlık Tarih yazdığı sürece belki de hiçbir zaman bu amaca tümüyle erişemeyecektir.

Tarih yazımındaki bu öznellik, Tarih’in bilim teorisi bakımından bir bakıma gereklidir: Her insanın her konuda aynı şeyi düşünüp yapması ile yeryüzünde hiçbir konuda anlaşmazlık olmadığı gibi, bugünkü Tarih bilimi de olmazdı. Çünkü Tarih’in bilim teorisine göre, tarihsel olayları değerlendirirken sonuçlarla olayları sürekli olarak karşılaştırmak, tekrar tekrar tarih olaylarına dönerek birtakım görüş ve karşı görüşleri düzeltmek, değiştirmek, hatta onları tümüyle yeniden ele almak, kısacası tarihsel teşhisteki “doğrular”ın sayısını artırmak gerekmektedir.

Diğer bilim dalları gibi Tarih bilimi de insan doğasının bir özelliğinden doğmuştur: İnsana özgü bilme ve anlama çabası.

İnsan her şeyden önce bizzat kendisini ve evreni bilmek ve anlamak istemiştir. İnsanın, evreni, kendisini ve doğada ve kendi yaşamında etkili olan güçleri bilmeye ve anlamaya yönelik çabasında ise, kendisinin ve evrenin “geçmiş”ini bilme ve anlama dürtüsü önemli bir rol oynamıştır.

İnsan bu nedenle en eski çağlardan beri yaşamını ilgilendiren önemli olayları kendisinden sonra gelecek kuşaklara aktarmaya çalışmıştır. Fakat insan belleği sınırlı; hayal gücü ise çok geniştir. Bu nedenle bazı olaylar insan belleğinde gerçek biçimlerini değiştirmeye, farklılaşmaya başlamışlardır. Özellikle din ve gerçeklik insan yaşamında birbirine karışmış; tarihsel olaylar masal ve efsanelere çevrilmiş ve insana özgü inanma dürtüsüyle de karışarak insan yaşamını yönlendiren yüksek değerlere dönüşmüşlerdir. İnsan, ancak yaşamı ile ilgili olayları kaydetmek üzere “yazı”yı icat ettikten sonra, önemli olayları sonraki kuşaklara gerçeğe daha yakın bir şekilde aktarabilmiştir. Bu bakımdan Tarih yazarlarının ilk işi geçmişteki olaylara ilişkin yazılı belgeleri toplamak olmaktadır. Bununla birlikte bazı olaylar yazılı olarak hiç aktarılmadıkları için, tarihçiler yalnızca yazılı belgeleri değil, insanlık geçmişinden günümüze ulaşan maddî kültür kalıntılarını da dikkate almak zorundadırlar.

Tarihçinin, insanlık geçmişindeki olaylara ilişkin tüm kaynakları toplarken ve bunları değerlendirirken, her şeyden önce bu olayların neden–sonuç ilişkileri içinde birbirlerini nasıl izlediklerini, hangilerinin “daha önce”, hangilerinin ise “daha sonra” olduklarını belirlemesi, yani bu olayların “görece kronoloji”sini; daha sonra ise bu olayların kendi yaşadığı zamana olan uzaklığını, yani “salt kronoloji”sini ortaya koyması gerekmektedir. Tarihsel olayları anlamak ve doğru bir biçimde değerlendirebilmek için “ne olduğunu” ve “ne zaman olduğunu” bilmek yeterli değildir. Tarihçi, tarihsel olayların “nerede olduğunu” da belirlemek, olayları ortaya çıktıkları mekânların özellikleri ile de kavramak zorundadır. Yalnızca insan ve yaşam biçiminin değil, bunların etki alanlarının da araştırılması gerekmektedir.

Tarihsel olaylar hakkındaki kaynaklar bir araya getirilerek, bunlar kronolojik bir silsile içinde ilgili bölgelere ve insan topluluklarına göre düzenlendikten sonra ortaya çıkan şey, henüz “geçmiş”in bir iskeletidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, insanın yalnızca gerçeği öğrenmeye değil, bilerek ya da bilmeyerek bu gerçekleri saptırmaya da eğilimli olduğu dikkate alınırsa, kaynaklar toplandıktan sonra özellikle yazılı kaynakların esaslı bir tarihsel eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerekmektedir. Tarihçi elindeki kaynakların gerçeği ne kadar yansıttığını ortaya koymak zorundadır. Bu ise, büyük dikkat ve kaynak eleştirisine ilişkin değişik yöntemlerin bilinmesi demektir.

Tarihçi; kaynaklarını topladıktan ve eleştiri süzgecinden geçirdikten sonra, tarihsel olayların tasviri işine girişmektedir. Tarihsel kaynakları toplamak, anlamak, kronolojik bakımdan tasnif etmek ve eleştirmek için nasıl birtakım yöntemler geliştirildiyse; tarihçinin görevine ilişkin olarak da, yani tarihsel araştırma çabalarının nihaî amacının ne olması gerektiği konusunda da bazı görüşler ortaya atılmıştır:

Aslında tarihsel olaylar; sayılamayacak kadar çoktur ve bunlar insan yaşamının çok değişik yönleriyle ilgili olmuşlardır. Bu olaylar arasında tarihçi açısından hangileri değerli ve önemlidirler? İnsan yaşamının hangi yönleri diğerlerine göre daha çok araştırılmaya değer?

Uzun süre tarihten esas itibariyle “siyasal tarih” anlaşılmış; tarihçiler haberlerini siyasal yaşamın önemli olaylarıyla, savaşlarla, devlet adamı ve komutanlarla sınırlı tutmuşlardır.

Tarihteki savaşlar, devlet adamlarının ve askerlerin yaptıkları işler çok önemli olmakla birlikte; bu olayları yaratan nedenler, yani siyasal yaşamın iç ve dış dinamikleri, bunların birbirleriyle ve toplumsal yaşamın başka yönleri ile ilişkileri, ekonomik ve kültürel koşullar daha da önemlidirler.

Toplumdaki derin etkilerine rağmen savaşlar, insan yaşamından yalnızca birer parça, birer halkadırlar. Savaşların nedenleri ve yol açtıkları gelişmeler ise, öncelikle, toplumun süreklilik içindeki siyasal, ekonomik, sosyal, dinsel ve kültürel yaşamı ile çok yakından ilgilidirler.

Bununla birlikte tarihsel olayların tasvirinde, tarihsel gelişmelerde önemli kişilerin oynadıkları rollere de dikkat edilmesi gerekmektedir: Tarihçi, bu önemli kişilerin psikolojilerini açıklamalı, bu kişilerin karakterlerine ve bu karakterleri yaratan koşullara da ışık tutmalıdır.

Tarihsel olayların açıklanmasında önemli kişilerin psikolojilerinin yanı sıra belirli insan gruplarının psikolojilerinin ortaya konulması da önemlidir.

Aile, kabile, ülke ve ulus birimlerinde oluşan bu grup psikolojisinin savaşlar ve devrimlerde ifadesini bulan toplumsal bunalımları ne denli güçlü bir biçimde etkilediği bugün artık açıkça anlaşılmıştır.

Tarih’e Bir Öğrenim Dalı Olarak da Kısaca Değinmek Yerinde Olacak…

Dünyada Tarih öğreniminin önemi, biçimi ve içeriği konusundaki tartışmaların başlıca şu noktalarda yoğunlaştığı görülüyor:

Birinci nokta, Tarih öğreniminden, “politik kültür”e bir katkıda bulunmasının beklenmesi.. Etkili bir politik formasyonda Tarih bilgisinin genişliği ve derinliğine ilişkin olarak farklı ölçütler ortaya atılmış bulunmakta..

İkinci nokta, Tarih öğrenimiyle topluma bir “tarih bilinci”nin aşılanmasının istenmesidir. Bu da büyük ölçüde, bu bilincin özel niteliklerinin tanımlanmasına bağlı..

Üçüncü nokta ise, Tarih öğreniminin rasyonel bir biçimde “Tarih”e yönelik olması gerektiği düşüncesidir ki, örnek olarak Tarih bilimi alınmış, öğrenimde de esas itibariyle tarihsel olayların bilimsel-eleştirel yöntemle analiz ve sentezi öngörülmüştür.

Günümüzde Tarih öğrenimini seçen üniversite öğrencisi, daha birinci yarıyılda birçok sorunla karşı karşıya kalıyor. Üniversiteye yeni giren bir öğrencinin çevreye alışmasını öteden beri olumsuz yönde etkilemiş olan bu sorunların elle tutulur nedenleri vardır:

Örneğin üniversitelerin atmosferi, Türkiye’de üniversiteye yakışmayan mevcut bütün olumsuz koşullara rağmen, gene de orta öğretim kurumlarından çok farklıdır; bilim dalları öğrencinin yabancılık çekeceği bir öğrenim ve araştırma sistemi gerektirmektedir. Buna organizasyon, pedagoji, yeterli ihtisas kitaplıklarının kurulamamış olması ve her şeyden önce öğrenci sayısının çok kabarık olmasından kaynaklanan güçlükler eklenirse, üniversiteye yeni başlayan bir öğrencinin ne denli büyük bir çabanın eşiğine geldiği daha iyi anlaşılır.

Tarih öğrenimine yeni başlayan öğrencilerin akademik ortama alışmasını genelde güçleştiren sorunların başında, kanımca, başta literatür temini olmak üzere bilimsel araştırmaya ilişkin temel bilgilerin kendilerine mümkün olduğunca erken bir dönemde kazandırılamaması gelmektedir. Bu yapılamadığı için öğrenciler öğrenimlerinin başında, kendilerine belirli bir yol ve yöntem ve ilgi duyabilecekleri bir ihtisas alanı seçmede zorlanmaktadırlar. Yabancı dil ve araştırmacılık konususunda orta öğretimde yeterli formasyonu kazanamamış olmaları da bu olumsuz durumu elbette pekiştiriyor.

Üniversite, öğrencinin meslekî ve bilimsel kişiliğini aslında kendi kendine geliştirdiği bir kurumdur. Öğretim elemanları yalnızca “yol gösterici”dirler. Öğrenci, “bilim ve bilimsel araştırma özgürdür” ilkesine bağlı kalarak, –öğretim elemanlarının da yardımıyla– öğrenim yaptığı bilim dalının konusuna, yöntemlerine uygun biçimde araştırmayı; bunu yaparken de eleştirmeyi üniversitede öğrenir.

Hiçbir bilgi durağan değildir. Bilgilerimiz yeni araştırmalarla, yeni düşünce ve görüşlerle durmadan yeni boyutlar kazanır. Dinamik, yani değişen bir özellik gösteren bilgilerimizin yenilenmesi, ancak araştırma yolları ve yöntemlerinin bilinmesi ve uygulanmasına bağlıdır.

Üniversitenin işlevi işte bu araştırma yöntemlerini sistematik bir şekilde öğreterek öğrencilere bir meslekten ziyade bir formasyon kazandırmak olmalıdır. Öğrenci kazandığı bu formasyonla kendi kendine bilgi edinecek, bilgisini geliştirmeyi sürdürecektir.

Bir başka deyişle, Tarih öğrencisi kendisine kazandırılan formasyonla Tarih’in bilim olarak ne olduğunu ya da olabileceğini ancak üniversitedeki günlük çalışmalarında anlayacak; tarihsel sorunlarla karşı karşıya kaldığı ölçüde Tarih’in niteliği, niceliği, yöntemi ve amacı konusunda kendisine mal ettiği bilgilere ve düşüncelere ulaşabilecektir.

Demek ki, toplumlarda çok önemli bir işlevi bulunan ve sistematik biçimde düşünmeyi ve araştırmayı öğretmesi gereken üniversite, öğrencilerin yaşama atılmadan önce geçecekleri en önemli aşamalardan biridir.

Ne her şey üniversitedeki öğrenim yıllarında öğrenilebilir, ne de öğrenimin bitmesi öğrenmenin bitmesi demektir.

Üniversitede kazanılan araştırma becerisi ile mesleğini yürütmeye başladıktan sonra da, gerek meslekle ilgili gerekse meslek dışı konularda, hep yeni bilgiler edinme, kendi kendini yenileme çabası içinde olmak gerekiyor..

Öte yandan, Tarih öğrenimi gören gençlerin önemli bir bölümü daha sonra orta dereceli okullarda öğretmenlik yapacakları, yeni kuşakların yetiştirilmesinde görev alacakları için, üniversite sonrası yıllarda da bilimsel kişiliklerini geliştirmeye özellikle özen göstermek zorundadırlar.

Böylece, gerçeği nesnel bir biçimde araştırma ruhunu orta dereceli okullara götürebilirler, gençliği daha o sıralarda düşünmeye itebilirler, onlara düşünmenin yollarını sistematik bir şekilde öğretebilirler.

Bunun, Türkiye’deki eğitim sorunlarını ve bir “bilim ve kültür toplumu” olma yolunda karşılaşılan güçlükleri aşmaya büyük katkıları olacağı şüphesizdir.

Ama bütün bunların gerçekten de olabilmesi için toplumun ve devletin öncelikle iyi donanımlı, ufku geniş, bir kültür ve bilim toplumunun ne olduğunu kavramış ve kendi siyasi zihniyetine göre gerçekleri manipüle etmeyen siyasetçilere ihtiyacı var.