Tarih

İki bin yıl öncesinden gelen uyarı: Şekeri satma (Prof. Dr. Konuralp Ercilasun)

Illustrated map depicting the journey of the Venetian merchant Marco Polo (1254 - 1324) along the silk road to China. (Photo by MPI/Getty Images)

İki bin iki yüz yıl önce Türk milletinden bir başbuğ çıktı ve birkaç yıl içerisinde Hunları dünya hâkimiyetine taşıdı. Hun hükümdarı Motun Tanrıkut, M.Ö. 209’da başa geçti. Milleti bir ve bütün hâlinde derledi, topladı. Hakimiyeti, doğuya, batıya, güneye ve kuzeye doğru yayarak devrinin dünya hâkimi oldu. Motun Tanrıkut’un yaptıkları büyük yankı uyandırdı. Sadece kendi halkı arasında değil, komşu devletlerin tebaaları tarafından da adı dilden dile dolaştı. Halkı, kendisinden sonra nesiller boyu onun faaliyetlerini anlattı, evlatlarına aktardı. Böylece sadece faaliyeti değil, şahsiyeti de giderek destanlaştı. Yaptığı işler, en önemli destanlarımızın ana motiflerini oluşturdu. Oğuz Kağan Destanı’ndaki Oğuz Kağan’ın faaliyetlerinin bazılarını, Çin kaynakları bize Motun’un faaliyetleri olarak anlatır.[1] Aynı şekilde Göç Destanı’ndaki bazı motifler, yine Motun Tanrıkut devrindeki olaylarla uygunluk göstermektedir. Kısacası Türk tarihinin bu büyük lideri, hafızamızdan çıkmamak üzere milletimizde yer etmiştir.

Tarihimiz yalnızca gurur ve güç kaynağımız değil, aynı zamanda içinde bize dersler de barındıran büyük bir deryadır. Bu sebeple sadece olayların kuru kuruya aktarımını yapmak yetmez. Bu olaylar, iyi veya kötü hangi sonuçlara yol açtı? Bunlar araştırılıp iyi tahlil edilmelidir ki iyi sonuçlara yol açtıysa örnek alınsın, kötü sonuçlara yol açtıysa da bir daha tekrar edilmesin. Yoksa bir devridaim hâlinde başımıza gelen kötü olayları neden tekrar tekrar yaşadığımızı kendimize sorar dururuz. Bütün bunları İstiklâl şairimiz Mehmet Akif, “Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” sözüyle en veciz şekilde ifade ediyor. Aslında bir açıdan bakarsak şiirinde Mehmet Akif, tarihimizden ders çıkartmakta çok yeterli olamayışımızı da eleştirmektedir. Çünkü kıtanın ilk iki mısraında “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?” diyerek hem köklü tarihimizi hatırlatıyor hem de bundan pek ders çıkaramadığımızı…

Dışa bağımlılığa karşı uyarı

Bu sebeple tarihimizden ders almayı bilirsek aynı hataları tekrarlamanın da önüne geçmiş oluruz. Motun Tanrıkut M.Ö. 174’te uçmağa varınca başa oğlu geçti. Motun’un oğlu Kiok Tanrıkut, Çin kaynaklarının anlattığına göre, ilk zamanlarında güney komşusu Çin’in ürettiği ipekli kıyafetlere ve Çin’in yiyeceklerine çok düşkündü. Ancak şansı, yanında Çin’i iyi bilen bir vezirinin olmasıydı. Vezir, bu durumu tehlikeli görüyordu. Kaynaklar, vezirin hükümdarına söylediği sözleri şöyle kaydetmişler:

“Hunların nüfusu Çin’in bir vilayeti kadar bile değildir. Ancak Hunların güçlü olmasının sebebi yiyecek ve giyeceklerinin farklılığıdır. Bu yüzden Hunlar Çin’e bağımlı değildir. Bugün için siz, alışkanlıklarınızı değiştirip Çin mallarına hayranlık duyuyorsunuz. Bu durumda Çin, mallarının onda ikisini bile harcamadan Hun halkının tamamını kendisine bağımlı kılabilir.”[2]

Vezir tehlikeye dikkat çekiyor. Dışa bağımlılığın tehditlerini net bir şekilde anlatıyor. Hunların meşgalesi hayvancılıktı, üretimi de hayvan ürünleri üzerineydi. Bunlara et, süt, deri, kürk, keçe ve benzeri aklımıza gelen ve gelmeyen türlü ürünler dâhildi. Çin’in ürettiği ipek veya bitkisel tarıma dayanan gıda maddeleri, Hunlar tarafından üretilmeyen ürünlerdi. Aynı şekilde Çinlilerde de yukarıda sayılan hayvani ürünler üretilmiyordu. Yani, her iki millet de kendi topraklarına uygun ürünleri yetiştirip ona göre yaşıyordu. Ancak toprağınıza uygun olmayan ürünlere düşerseniz ve bunları kendiniz üretemezseniz dışarıdan almak zorunda kalırsınız. Dışarıdan alırsanız ve giderek daha fazla bu ürünlere alışırsanız paranız oluk oluk dışarı akar; ekonominiz çöker ve en sonunda malına bağımlı hâle geldiğiniz ülkenin hâkimiyeti altına girersiniz.

Dışa bağımlılığın sonuçları

Kiok Tanrıkut’un vezirinin bu uyarısından yüzlerce yıl sonra tarihimizde zaman zaman bu durumlara düştüğümüz oldu. Günümüze yakın olan bir olay ise bilindiği gibi alıp da geri ödeyemediğimiz borçlarımızdır. Bu, 19. yüzyılda olmuştu. Ödeyemediğimiz borçlar dolayısıyla alacaklı ülkeler, kurmuş oldukları yapıyla ülkemizin bazı bölgelerindeki vergileri alacaklarına mahsup ettiler. Durum öyle bir hâl aldı ki hukuken Osmanlı’ya ait olan topraklarda vergi, alacaklı devletler adına çalışan bir bürokrasi tarafından toplanmaya ve doğrudan alacaklı devletlerin kasasına gitmeye başladı. Ödeyemediğimiz borçlar yüzünden kendi topraklarımız üzerindeki vergilendirmeye hâkim olamaz duruma geldik.

Memleketimizi kurtaran Kuvva-yı Milliyecilerin doğup büyüdükleri ve hayatlarının önemli bir kısmını geçirdikleri ortam, böyle bir ortamdı. Üretmemenin, dışardan almanın ve borçların nasıl olup da memleketin bağımsızlığı üzerinde kara bir bulut hâline dönüştüğünü adım adım gözlemlediler. İşte bunun içindir ki Lozan görüşmelerinde borçlar ve kapitülasyonlar meselesine toprak meselesi kadar önem verdiler. Çünkü tarihlerini çok iyi biliyorlardı ve tarihleri onlara öğretmişti ki bir toprak üzerindeki hâkimiyet, tam bağımsız bir şekilde olursa kıymeti vardı. Ekonomik hâkimiyetin paylaşılması, ileride toprağı dahi tartışmalı hâle getiriyordu. Yabancılar da bunun çok iyi bilincinde oldukları için onlar da vaz geçmek istemiyorlardı. Hatta bunlardan vaz geçmek zorunda kalmaları onları o kadar rahatsız etti ki ileride kendilerinden borç isteyeceğimizi, o zaman da Lozan’da vaz geçmek zorunda kaldıkları imtiyazları teker teker ceplerinden çıkaracaklarını net bir şekilde ifade ettiler ama ne heyet geri adım attı ne de Atatürk döneminin sonuna kadar önemli bir borç altına girildi.

Kiok Tanrıkut’un vezirinden bu yakın tarihe gelmek gerekliydi. Çünkü yakın tarihimiz de veziri haklı çıkarıyor. Vezirin öngörüsünde olduğu gibi ekonomik olarak dışa bağımlı hâle gelince bağımsızlık ve hâkimiyet tehlike altına giriyor ama yakın tarihe gelmek şundan da gerekliydi. Ders çıkarmayı bildiğiniz zaman, yabancılar ne kadar üzerinizde baskı kurarsa kursun bunlara direnmeyi biliyorsunuz ve yakın tarihimiz bu baskıyı savuşturmanın başarılı bir örneğini bize gösteriyor. Başarısızlıktan ders çıkarmak, başarıyı da örnek almak gerekir.

Dışa bağımlı olmamak için çare: Yerli Üretim

Peki iki bin iki yüz yıl önce vezirin tehlikeye dikkat çekmesinden sonra ne oldu?

Vezirin sözlerinin devamı var. Kiok Tanrıkut’a sadece bu alışkanlıklarından vaz geçmesini değil, halkına örnek olacak bir şekilde vaz geçmesini öğütlüyor. Diyor ki:

“Eğer Çin ipeklilerini giyerek at sırtında otların, dikenlerin arasında dolaşırsanız elbise ve pantolonlarınızın hepsi yırtılacaktır. Böylelikle bunların keçe ve kürk kadar dayanıklı ve iyi olmadıklarını göstermiş olacaksınız. Aynı şekilde Çin’den aldığınız yiyeceklerin hepsini atarak bunların da süt ve kımız kadar uygun ve lezzetli olmadığını gösterebilirsiniz.”[3]

Vezir, hükümdarına yerli üretime dönmesini söylüyor. İpekli kıyafetler bozkırda dolaşmaya uygun değildir. Bozkırın kıyafeti keçe ve kürktür. İpekten vazgeçildiği gibi Çin yemekleri de bırakılıp süt ve kımıza dönülürse o zaman gıda ürünleri dışarıdan alınmak zorunda kalmaz. Kendi yerli üretimimizi güçlendirmiş oluruz, bağımsızlığımız tehlikeye girmez. Yani, vezir sadece tehlikeyi göstermiyor, çıkış yolunu da söylüyor.

İki bin yıl öncesinden bugüne, vezir bize diyor ki…

Yerli hayvancılığını öldürme, geliştir. Halkının günlük ihtiyacı olan yiyecek eti kendi topraklarında üret, dışarıdan et getirme. Üreticiyi yaşat ki dışa bağımlı hâle gelme. Hayvancılık yapan üreticini koru, onu dövizle alınan samana ve yeme mahkûm etme. Üretici, döviz borcu altında ezilirse artık üretemez, üretemezse işte böyle eti de dışarıdan almak zorunda kalırsın.

Başka ne diyor?

Tarım üretimini dışarıya bağlama. Çiftçi senin vatandaşındır. Onun emeğine ve üretimine göz dikme. Yerli tohumu yasaklama. Çiftçini dışarıdan alınan ve bir defadan fazla ürün vermeyen yapısı değiştirilmiş tohuma mahkûm etme. Yerli üretime kota koyma. Bırak, daha fazlasını üretebiliyorsa üretsin. Buğday üretsin, çay üretsin, şeker pancarı üretsin. Böylece bunları dışarıdan almak zorunda kalmazsın. Halkını nişasta bazlı şekere mahkûm etmezsin…

Peki sadece bu kadar mı? Artık iki bin yıl öncesine göre tabii ki ürünlerimiz daha da çeşitli. Daha ne diyor? Fabrikalarını yerli üretiminle çalıştır diyor. Şeker pancarı üreten çiftçine destek ol diyor. Fabrikalarını önce işlemesini durdurup sonra onları satma diyor. Fabrikalarını satarsan o fabrikalara ham maddeyi üreten çiftçiyi de öldürmüş olursun diyor.

Yukarıda da söylediğimiz gibi bakmasını bilenler için tarih, içinde çok büyük dersler barındıran bir derya…

Yazan: Prof. Dr. Konuralp Ercilasun

Kaynak

 

[1] Yanlış anlamaların önüne  geçmek için burada bir açıklama yapmak uygun olacaktır. Oğuz Kağan eşittir Motun Tanrıkut demek destanı anlamamak olacaktır. Destanlar yüzyıllar boyu dededen toruna söylene söylene gelişirler. Bu sözlü kültürde destanlar da yaşar ve büyür. Aktarım sırasında yeni yeni olaylar ve kişiler destanlara dâhil olur. Böylece farklı zamanda gerçekleşen olaylar, aynı anda gerçekleşmiş gibi görünür. Aynı şekilde farklı zamanlarda yaşayan kişiler de bazen tek bir kişide bütünleşir. Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi Oğuz Kağan’da Motun Tanrıkut önemli bir katman olarak bulunmaktadır ama Oğuz Kağan’da onun da dışında bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok kahraman daha vücut bulmuştur.

[2] HŞ 3759; Ayşe Onat – Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi: Hsiung-nu (Hun) Monografisi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2015, s. 16.

[3] Aynı yer.