Tarih

Prof.Dr. Bican Ercilasun: Atsız’ın Atatürk ve Cumhuriyet Hakkındaki Görüşleri

Yazan: Ahmet Bican ERCİLASUN

Kaynak site: http://misak.millidusunce.com

Atsız’ın Atatürk ve Cumhuriyet hakkındaki görüşleri

Atsız’ın Atatürk hakkındaki görüşleri inişli çıkışlıdır. 1930’ların ilk yarısında sık sık, Atatürk’ü yücelten ifadeler kullanmış, 1950’lerde bazı olumsuz görüşler ileri sürmüş, 1960’tan itibaren de Atatürk’e olumlu gözle bakmış, onu tarihimizin kahramanları arasında saymıştır. Atsız’ın Atatürk, cumhuriyet ve inkılaplarla ilgili görüşlerini tarihî bir sırayla ele alırsak tabloyu rahatça görebiliriz.

1950’lere kadar Atsız ne diyor?

15 Mayıs 1931. Atsız Mecmua’nın ilk sayısı. Başyazı, Ziya Gökalp’ın “Çınaraltı” başlıklı yazısı. Arkasından Atsız’ın yazısı geliyor: “Bir kuş bakışı”. Boz Kurt imzasıyla çıkan bu yazıda Atsız, İstiklal Savaşı’nı “20 nci asır filozoflarına, iktisat ve içtimaiyat âlimlerine ve nihayet büyük ordular erkânıharplerine” incelenecek bir mevzu ve örnek olarak gösterir. Atsız’a göre Türkler, İstiklal Savaşı ile bu bilginlerin “ellerindeki kitaplara, kaidelere ve beyinlerindeki sistemlere uymıyan bir millet” olduklarını göstermişlerdir. İstiklal Harbi ile kazandığımız zafer, öyle inanılmaz ve mucizevi bir zaferdir ki batılı bilginlerin bütün sosyal ve iktisadi sistem ve kurallarını altüst etmiştir. Fakat İstiklal Harbi bundan ibaret değildir:

“Yalnız bunlarla da kalmadık.”

“Türk tarihi son asırlarda öksüz ve mütehassir kaldığı (özlem duyduğu – ABE) bir Türk Dahisine kavuştu ve onu ölmez bir ‘şaheser’ olarak sinesine aldı. Türkün Tunç iradesini temsil eden bir deha doğdu. Garbın ilim metotları Türk kafasına girerse ne harikalar doğacağını bütün dünya öğrendi.” (s. 3).

Bu ifadelerde Mustafa Kemal’in ne kadar yüceltildiği açık olarak görülmektedir: Türk dâhisi, ölmez bir şaheser, Türk’ün tunç iradesini temsil eden bir deha. Üstelik Türk tarihi son asırlarda dâhi yetiştirmemiş ve bir dehaya hasret kalmıştır. Mustafa Kemal bu hasreti gidermiştir.

Aynı mecmuanın 7. sayısı. Tarih 15 Kasım 1931. Bu defa *** imzalı “Millî Benlik” yazısı. Türk milletinin birçok olumlu özelliğinin dile getirildiği bu yazıda da Atsız, Mustafa Kemal’i kast ederek şunları söylüyor:

“Dün Sultanlara taptığı zannolunan bu millet, millî mevcudiyetini tehlikede görünce bir kumandanın emri altına girmiş, hayatını ortaya atarak istiklâlini ve istikbalini kazanmıştır.” (s. 147).

Mecmuanın ilk sayısındaki Boz Kurt imzalı yazısında Atsız, İstiklal Harbi’nin cihana örnek olduğunu söylüyordu. Şimdi iktisadi kurtuluş ile ikinci bir şaheser yaratacağız. Yine *** imzalı yazının başlığı bu defa “Millî İktisat”. Derginin 8. sayısı. Tarih 15 Aralık 1931. İktisadi sistemleri de altüst etmiştik ya, bu yazıda da şöyle diyor Atsız:

Türk köylüsü, “İktisadî nazariyeler hilâfina olarak açlığı ahlâksızlığa, sefaleti esirliğe, ıstırabı serseriliğe tercih etti.” (s. 190). Ve devam ediyor:

“Bütün Türkler bir kalp gibi çarpacak, bir kafa gibi düşünecek ve bir ordu gibi çarpışacak: Bütün Türkler bir ordu, katılmıyan kaçaktır.”

“Aka söylüyor. Biz de onunla beraber haykırıyoruz. Yeni bir Samsuna ayak bastık. Yeni bir Sakaryadan geçerek yeni bir Dumlupınara ve oradan da yeni bir Lozana gidiyoruz.”

“Gazinin kumandasında olarak çarpışacak olan bu ordunun muvaffakiyeti, Türk tarihinin son asırlarda cihana örnek yaptığı ikinci şaheser olacaktır.”

“Sakarya, Dumlupınar yolu ile iktisadî kurtuluşa gidiyoruz. Sakarya, Dumlupınar ve Lozana gidiyoruz.” (s. 191).

Yukarıdaki satırlarda iktisadi kalkınmanın da Gazi Mustafa Kemal’in “kumandasında” yani önderliğinde bir şaheser yaratacağına olan inanç vardır. Atsız’ın sonraki yıllarda da çok sık kullandığı “Bütün Türkler bir ordu, katılmıyan kaçaktır” uranının kullanılmış olması, yazıdaki *** imzasının Atsız’a ait olduğunda bence şüphe bırakmıyor. Boz Kurt imzalı ilk yazıdaki ifadelerle buradaki ifadelerin benzerliği de her iki imzanın Atsız’a ait olduğunu gösterir. Esasen mecmuanın 16. sayısında “birçok makaleleri imzasız” çıkardıklarını Atsız yazmaktadır (Atsız Mecmua 16, 15 Ağustos 1932: 85).

Doğrudan doğruya H. Nihâl imzasının kullanıldığı “Türk Vatanını Peşkeş Çekenlere” başlıklı yazıda Atsız, Atatürk’ten “en büyüğümüz” olarak bahsetmektedir. Atsız Mecmua’nın 15. sayısında (15 Temmuz 1932) çıkan bu yazıda Atsız, Fransa’nın resmî gazetesi Temps’a cevap vermektedir:

“İngiltere hükûmeti, Çanakkale harplerine ait hazırladığı resmî tarihi Gaziye ‘Yüksek bir kumandan, asil bir düşman ve âli cenap bir dost şerefine’ hitabı ile hediye etikten sonra Fransız gazetelerinde bir palikarya yaygarasıdır koptu. Gerek bunu, gerek Türk – İtalya dostluğunu, gerek borçlar meselesini tutturarak milletlerine has bir edepsizlikle aleyhimizde türlü türlü neşriyata başladılar. En büyüğümüz hakkında iğrenç bir lisan kullandılar.” (s. 56).

Atsız, 3-12 Ağustos 1933 tarihlerinde sekiz kişiyle birlikte Çanakkale Savaşı’nın yapıldığı yerleri gezer. Gezide aldığı notları aynı yılın güz aylarında yayımlar. Yaya yapılan gezide kafile Büyük Anafartalar köyüne gelir. Köyün okulunu da gezerler. Gerisini Atsız’dan okuyalım:

“Küçük bir tepede yükselen mektebe girdiğimiz zaman hiçbir şey söylemeden, fakat aynı şeyi duyarak birbirimize baktık. Ve en büyük inkılâbın hakikaten köylerde başkaldırdığına bir kere daha inandık. Koridorun karşısında Gazinin büyük bir resmi var. Büyük Anafartalar köyündeki bu resmin gücü burada anlatılamaz.” (Atsız 1992: 32).

Orhun dergisinin 9. sayısında (16 Temmuz 1934) “Yirminci Asırda Türk Meselesi II” yazısında Türklerde dilek birliğinden bahsederken da Atsız, Mustafa Kemal’e atıf yapar:

“Netekim Gazinin kudretli şahsiyeti Türk milletine bir dilek birliği kurmamış olsaydı muhakkak ki Türkiyede türlü türlü zümreler bulunacaktı.” (s. 160).

Demek ki 1931 yılından 1934’e kadar çıkardığı ilk iki dergide Atsız, Atatürk hakkında çok olumlu düşüncelere sahiptir. Genellikle “Gazi” olarak andığı Atatürk’ü “dâhi, ölmez bir şaheser, ülkeyi iktisadi kurtuluşa götürecek bir önder, Türklerde dilek birliği kurmuş olan kudretli bir şahsiyet” olarak değerlendirmekte, bir köy ilkokulunda Atatürk’ün resmini görünce heyecanlanmaktadır.

Ancak aynı dönemde Atsız, yapılan yanlışlıklar karşısında da sessiz kalmamakta, bazı kurumların veya kendilerini inkılapların savunucusu gibi gören bazı kimselerin yanlış uygulama ve düşüncelerini eleştirmekte, Atatürk’ün çevresindeki riya ve dalkavukluğa karşı da şiddetli yazılar yazmaktadır. Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında, Zeki Velidi Togan’a yapılan hakarete karşı 07 Temmuz 1932’de yedi arkadaşıyla birlikte Türk Tarih Kurumu Genel Sekreteri Reşit Galib’e çektiği telgraf malumdur. Bir iki ay sonra Maarif Vekili olan Reşit Galip, hem Atsız Mecmua’yı kapatmış, hem de Atsız’ı asistanlık görevinden aldırmıştır.

Dönemin uygulamalarıyla ilgili ilk önemli tenkidini Atsız, Orhun dergisinin ilk sayısında yapar. “Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar” adlı tefrikasının giriş kısmında, Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) tarafından hazırlanan ve Maarif Vekâleti tarafından yayımlanan dört ciltlik tarih kitabını, “sülâlecilik zihniyeti” ile yazıldığı için eleştirir ve kitaptaki bazı yanlışları da gösterir (Orhun 1, 5 Kasım 1933: 4). Bunun üzerine dönemin yarı resmî gazetesi Hâkimiyeti Milliye’de önce Ahmet Muhip (Dıranas), sonra Edirne Mebusu Şeref (Aykut), Atsız aleyhine sert yazılar yazarlar. Şeref Bey Atsız’ı inkılaba muhalefet etmekle suçlar. Atsız, Şeref Beye verdiği cevapta kendi tarih görüşünü açıkladıktan ve dört ciltlik tarih kitabındaki başka yanlışları da gösterdikten sonra şöyle der:

“Velhasıl bu kitabın yanlışları saymakla tükenir gibi olmadığı için birer birer saymaktan vazgeçiyorum. Şeref Bey! Bu gösterdiğim yanlışlar haklı ise bunda memleket hesabına kâr mı vardır, zarar mı?… Vekâletin kitabını tenkit ettim diye vekâlet emrine alındım… Eğer benim tenkidim olmasaydı kimse bu yanlışların farkına varmıyacaktı, yahut da herkes bile bile eyvallah diyecekti. Çünkü en küçük tenkit karşısında göreceği karşılığın vekâlet emrine alınmak olduğunu bilen herkes bunu gözüne kestiremez… Ben kanunun bana verdiği selâhiyetler dahilinde büyük küçük herkesi ve her şeyi tenkit edebilirim. Edirne mebusu Şeref Bey! Bizim vekillerimiz olan sizlerin yaptığınız teşkilâtı esasiye kanunu mucibince her Türk hür doğar, hür yaşar; vicdan, tefekkür, kelâm, neşir hakları Türklerin tabiî haklarındandır. Ben de Türk olduğum için bu haklarımdan bazılarını kullandım. Bunun inkılâpla, inkılâba muhalefetle alâkası yoktur… Sizin bahsettiğiniz inkılâba hürmeti ben sadece yaşasın inkılâp diye bağırmaktan ve hükûmetin her icraatını alkışlamaktan ibaret sanmıyorum.”

Cevabın sonundaki şu paragraf Atsız’ın muhalefetinin yönünü göstermek bakımından dikkat çekmeye değer:

“Size bir de tavsiyem var! Her şeyde, her münakaşada, her meselede kendi şahsiyetinize Gazi’nin heybetini siper etmeyiniz! İkimizin arasındaki bir münakaşaya derhal Gazi’yi karıştırmak hem doğru değildir, hem de yakışık almaz. Fazla olarak da sizin kendi hak ve kuvvetinize güvenemediğinizi gösterir.” (Orhun 4, 20 Şubat 1934: 85).

Görüldüğü gibi Atsız, Maarif Vekâleti tarafından çıkarılmış olsa da bir kitabı eleştirmekten çekinmez. Bunu anayasanın kendisine verdiği bir hak olarak görür. Fakat Atsız’ı suçlayanlar Atatürk’ün arkasına sığınarak onu inkılaba muhalif olmakla suçlarlar.

Atsız, daha Atsz Mecmua’dan itibaren riya ve dalkavukluğun farkındadır. Mecmuanın 12. sayısında (15 Nisan 1932) çıkan *** imzalı “Bize bir ‘Gençlik’ lâzımdır” başlıklı yazının mottosu şöyledir:

(Bize öyle bir gençlik lazımdır ki) “Temelinde cehalet, duvarlarında riya, tavanlarında dalkavukluk bulunmasın”.

Derginin bir sonraki sayısı tamamen dalkavukluğun tenkidine ayrılmıştır. *** imzalı “Millî Uyanıklık” başlıklı bu yazıda da dalkavukluğu ağır ifadelerle yerer:

“Gençlik millî gayelerin ve millî mefkûrenin uşağıdır. Şahısların veya zümrelerin değil…”

“İmparatorluk devrimizin son tarihi bize dalkavukluğun, köleliğin bu zavallı yurt için ne elemli, acı akıbetler hazırladığını gösteriyor… İnkılâbımız sessizliğe ve emniyete muhtaçtır. Memlekette yapılacak olan birçok işleri başarabilmek için çalışkan, disiplinli, yüksek ahlâklı bir gençliğe muhtacız. Dün halife önünde el bağlıyan, hünkâr huzurunda diz çöken adamların böyle bir nesil yetiştireceğine kani değiliz… Bu adamlar dün Abdülhamid’in sadık köleleri idiler. Bugün hepsi anadan doğma cumhuriyetcidir.” (Orhun 13, 15 Mayıs 1932: 1-2).

Bence, riya ve dalkavuklukla ilgili bu yazılar, Atsız’ın 1940’ta yazacağı hiciv romanı Dalkavuklar Gecesi’nin habercisidir.

Atsız Mecmua’da *** imzasıyla çıkan “Halk ve Münevver” başlıklı yazıdan anlaşıldığına göre Atsız inkılapları ve yeni kanunları benimsemiştir. Fakat onları uygulayacak olan yarı münevverlerden şikâyetçidir:

“Sultanlar kaçıyor, Halifeler boğuluyor, halkı bir ejder gibi asırlardan beri istismar eden tekkelerin, tarikatlerin, beyni kefenli softaların vücutları kaldırılmasa da nüfuzları kırılıyor ve zararları azaltılıyor. Teşkilâtı esasiye kanunumuzla halk cumhuriyetini kutluluyor ve ondan sonra çıkan hukukî vesikalarla bu inkılâbı tamamlıyor, münevverlerimizin ıztırabını gördükleri ve duydukları halkımıza karşı olan borçlarından bir kısmını ödemiş oluyoruz… İnkılâplar olmuş, güzel kanunlar çıkmış ve münevver kendi âlemine dönmüştür. Yarım münevvere meydan boş bırakılmış, üstelik eline kuvvetli silâhlar da verilmiştir. Halkın henüz yabancısı olduğu kanunları tatbik edecek ve halkı henüz hiç bilmediği ve pek acemisi olduğu siyasî hayata alıştıracaktır. Yarım münevver her şeyi kendi arzularına ve menfaatlerine göre tefsir ediyor. Her şeyi kendi refahı, kendi serveti ve kendi obur ihtirasları uğrunda kullanıyor ve harcıyor. En temiz eserler ve en güzel kanunlar bu yarım münevverin elinde halk için zararlı ve korkunç birer vasıtadır. En şaheser örneğini kazalarda gördüğümüz bu yarm münevver en büyük halk ve inkılâp düşmanıdır.” (Atsız Mecmua 10, 15 Şubat 1932: 237-238).

Atsız yalnız yarı münevvere değil, inkılapçılık adına Osmanlı’yı inkâr edenlere de karşıdır:

“Osmanlı İmparatorluğu Türkiye Cumhuriyetinin anasıdır. İnkılâpçı olmak için Osmanlı İmparatorluğunu inkâr etmeye, maziye sövmeye lüzum yoktur. O zaman inkılâpçı değil, mazisini inkâr etmiş piç oluruz.” (Atsız Mecmua 16, 15 Ağustos 1932: 88).

Aslında Atsız, 1930’lu yıllarda İstanbul Üniversitesinde verilen İnkılâp Enstitüsü derslerini de takip etmektedir. Bunu Orhun dergisinde bizzat kendisi yazıyor:

“Bu dersleri ya bizzat dinliyerek, ya gazetelerden okuyarak tamamile takip ettim. İnkılâp Enstitüsünün lüzumu ve faydası hakkında en küçük bir söz söylemeye bile lüzum yoktur.”

Anlaşıldığı üzere Atsız İnkılap Enstitüsünün gerekli ve faydalı olduğuna inanmaktadır. Hatta derslerdeki heyecanı da tabii görmektedir. Ancak tarihin tahrif edilmesine ve geçmiş değerlerin inkârına karşıdır:

“Burada ders takrir eden hocalar icap ettikçe sözlerine heyecan da kattılar. Bu da gayet tabiî. Ancak derse heyecan katmak için tarihi tahrif etmeğe veya geçmiş kıymetleri inkâr etmeğe hiç de lüzum yoktur.” (Orhun 7, 25 Mayıs 1934: 139).

Maarif Vekâletinin çıkardığı tarih kitabını tenkidi dahi inkılaba muhalefet sayan ve bu sebeple Atsız’ı inkılap karşıtı olarak suçlayan Edirne Mebusu Şeref (Aykut) Bey ile Ahmet Muhip’e verdiği cevaplarda da inkılaba karşı olmadığını belirtmiştir:

“’Bu memlekette herkes inkılâbın prensiplerine itaat mecburiyetindedir’ diyorsunuz. Aksini söyliyen yok ki… Fakat inkılâbın yüksek prensiplerine uymak, sizin gibi, tahsilinin kıtlığına, bilgi ve görüşünün zavallılığına bakmadan her şeye şakşakçılık etmek değildir.” (Orhun 4, 20 Şubat 1934: 87).

1944’te Tevetoğlu’nu sorgulayan İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir ile Askerî hâkim Yüzbaşı Kâzım Alöç’ün “- Ya sana Atatürk aleyhinde yaptığı konuşmalar ve telkinler hususunda ne dersin?” şeklindeki sorularına Fethi Tevetoğlu’nun verdiği cevap da bu hususu doğrular:

“Bu iddianız tamâmen asılsız ve köksüzdür. Atsız’ın bana Atatürk aleyhinde bir söz söylediğini, benim Atatürk’e olan sevgi ve saygımı tenkid ettiğini hiç hatırlamıyorum. Benim bildiğim O, Millî Mücâdele’nin başbuğu, Türklüğü kurtaran Mustafa Kemâl’i daima takdirle anmış, saymış ve sevmişdir. 1933’de Çanakkale Şehidliklerini ziyaretimizde Anafartalar’da, Saros Körfezi’nde hep O’nun üstün kahramanlığını övdüğünü hatırlıyorum. Atsız, yalnız Atatürk’ün çevresini sarmış dalkavuklardan nefret ederdi.” (Tevetoğlu, Yeni Orkun 12, Şubat 1989: 14).

1933 sonunda vekâlet emrine alınan, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yapmasına müsaade edilmeyen, 1934-1938 yılları arasında ancak Millî Savunma Bakanlığına bağlı Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’nda Türkçe öğretmenliği yapabilen, 16 Temmuz 1934’te dergisi (Orhun) de kapatılan, 1934-1943 yılları arasında dergi çıkaramayıp sadece birkaç kitap ve broşür yayımlayabilen Atsız’ın, Atatürk devrindeki kraldan fazla kralcıların, dalkavuk ve şakşakçıların hışmına uğradığı muhakkaktır. Dalkavukluk ve riyadan nefret eden, Orhun’daki yazılarında da bunu dile getiren Atsız’ın 1941’de yayımladığı Dalkavuklar Gecesiadlı küçük romanı, hiç şüphesiz onun bu hayat tecrübesinin sonucu olarak Atatürk devri dalkavuklarının hicvedilmesidir. Hatti kralı Subbiluliyuma’nın çevresindeki dalkavuklar, Atatürk’ün çevresindeki dalkavuklardır. Atsız, Atatürk’ün etrafını saran bazı kişilerin isimlerini ters çevirerek romanının kahramanları yapmıştır. İlânasam (Hasan Âli), İrdas (Sadri Etem), Ziza (Şevket Aziz Kansu) gibi. Romandaki Hatti kralını Atatürk olarak yorumlayıp bunu Atsız’ın Atatürk karşıtlığına delil olarak göstermek bence doğru değildir. Dalkavukların hicvedilebilmesi için romana bir kralın dâhil edilmesi, kurgu açısından bir mecburiyettir. Ayrıca hemen hemen bütün kahramanların adlarından onların kimliklerine ulaşmak mümkün iken Subbiluliyuma adından Mustafa Kemal Atatürk adını çıkarmak mümkün değildir. Üstelik romandaki kralın bir de oğlu vardır ve roman, onun oğlu şerefine yapılan bir törenle başlar.

1944’teki Irkçılık – Turancılık Davası’nda da Atsız’a Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı isnat edilmiştir. Yukarıya aldığımız Tevetoğlu sorgulamasında bunu görüyoruz. Sorgulanması sırasında Atsız’a da cumhuriyet hakkındaki fikri sorulmuş, Atsız da “hakiki bir Cumhuriyet’e taraftarım” cevabını vermiştir. Hâkimin “Şimdiki Cumhuriyet rejimimiz?” sorusuna ise Atsız şu cevabı veriyor:

“Takdir buyurursunuz ki klasik bir cumhuriyet değildi(r). Cumhur, halk demek olduğuna göre intihabın (seçimin) tek dereceli olması, mebusların serbest seçilmesi lazımdır. Sonra fırkaların birden fazla olması ve bunların birbirlerini kontrol etmesi lazımdır. Bunlar olmadığına göre bugünkü rejim klasik manasıyla bir Cumhuriyet sayılamaz.” (Yavuz Bülent Bakiler, 1944-1945 Irkçılık – Turancılık Davasında Sorgular Savunmalar, 2010: 83).

1950’ler

1950’lerde Atsız’ın Atatürk ve Cumhuriyet’e yaklaşımı değişmiştir. Hiç şüphesiz bunda çok partili siyasi hayata geçmiş olmanın etkisi vardır. Tek parti devri sona ermiş, ülke idaresini yeni bir parti devralmıştır. İnönü döneminde Türkçüler ağır suçlamalara ve işkencelere maruz kalmışlar; iktidara alternatif olan Demokrat Partinin ileri gelenleri de bu işkenceleri siyasi konuşmalarında dile getirmişlerdir. Şimdi yeni bir iktidar vardır ve Atsız’a göre Türkiye yeniden kurulmalıdır. Bu fikri işleyen “Türkiye Yeniden Kurulmalıdır” başlıklı yazısı 24 Kasım 1950’de, Orkun dergisinin 8. sayısında çıkar:

“Bu memleket ‘A’dan ‘Z’ye kadar bozuktur. Bu korkunç hakikatı diktatörlük rejiminin başbakanlarından Refik Saydam söylemişti. İtiraftan sonraki yıllarda süregelen keyfî, keyfî olduğu kadar zekâdan mahrum, zekâdan mahrumiyeti nisbetinde hâinâne idare Türkiyeyi inkıraz uçurumunun kıyısına kadar getirdi… Türkiyede devlet teşkilâtı bugün çatısı, duvarları, iskeleti çürümüş; kiremitleri kırık, sıvaları dökülmüş, cam ve çerçevesiz bir eve benzemektedir. Yalnız temelleri sağlamdır. Onu 1040 yılında Çağrı Beğle Tuğrul Beğ sağlam atmışlardır. Bugün bu yapının bugünkü durumu ile onarılmasına imkân yoktur. Bunu yıkıp o sağlam temellerin üstüne yeniden kurmak lâzımdır.” (s. 3).

Refik Saydam’ın başbakanlığından bahsedildiğine göre hiç şüphesiz bu cümlelerle İnönü dönemi kastedilmektedir. Ancak bir sonraki sayıda çıkan “Kurucular Meclisi” yazısında Atsız, 1923-1950 arasını “gayrımeşru” olarak nitelendirir. Bunun sebebi olarak da ilk meclis ile sonuncu meclis müstesna, diğer meclislerdeki milletvekillerinin seçimle değil tayinle gelmiş olmasını gösterir (Orkun 9, 1 Aralık 1950: 3).

Atsız’ın “gayrımeşru” ifadesi hiç şüphesiz, dönemin şartlarını dikkate almayan aşırı bir nitelendirmedir. Elbette bunda 1944’ten itibaren Türkçülüğe ve Türkçülere karşı yürütülen siyasetin payı büyüktür. 1930’ların başlarında Gazi’yi dâhi ve mucize olarak nitelendiren, bir köy ilkokulunda onun resmini görünce heyecanlanan Atsız’ı bu noktaya getiren, önce dalkavukluklar, sonra da Türkçüleri “vatan haini” olarak nitelemeye kadar varan hükümet uygulamalarıdır.

“Gayrımeşru” nitelemesinden 7-8 ay kadar sonra Atsız, yine Orkun dergisinde Selim Pusat imzasıyla yazdığı bir yazıda Atatürk dönemindeki Türkiye – İngiltere arasındaki diplomatik ilişkilerden bahseder ve 03 Eylül 1936’da İngiliz kralının Türkiye’yi ziyaretinin “soğuk ve dürüst münasebetleri sıcak alâkaya” çevirdiğini yazar (Orkun 42, 20 Temmuz 1951: 3).

Ancak “meşru” bir yönetimin diplomatik ilişkilerinden bahsedilebileceğine göre Atsız’ın “Kurucular Meclisi” yazısını, yukarıda söylediğim sebeplerin doğurduğu bir “infial” olarak yorumlamak doğru olur, sanıyorum. Nitekim 12 Eylül 1964’te, Ötüken dergisinin 9. sayısında Nadir Nadi’nin hatıraları üzerine yazdığı bir yazıda Atatürk ve İnönü devrini “Türkiye Cumhuriyeti’nin diktatörlük çağı” olarak nitelendirir (s. 10). Ötüken’in 81. sayısında, 1970 Eylül’ünde yazdığı “Mecburî Gurbette Yaşayanlar” başlıklı yazıda ise dönemi daha olumlu değerlendirdiği görülür:

“Türkiye Cumhuriyeti tarihinin başlangıcında, her yeni rejimin başlangıcında olduğu gibi, bir takım sertlikler, aşırılıklar ve haksızlıklar da olmamış değildir. Fakat bu davranışlar Fransız ve Rus inkılâpları ile ölçüştürüldüğü zaman çok yumuşak ve çok insanca kalır. Bu da millî övünçlerimizden birisidir.” (s. 3).

Evet, 1964’teki Atsız’a göre o dönem “diktatörlük çağı”dır, fakat “gayrımeşru” değildir. 1970’te ise bu “diktatörlük çağı”, “millî övünçlerimizden biri” sayılacak kadar “yumuşak ve insanca”dır.

1960 ve sonrasında gelinen nokta

1960’ların başından itibaren Atsız, Atatürk ve dönemi hakkında hep olumlu görüşler belirtir. Bunun ilk tezahürü, Türkçülerin bir programı niteliğinde olan “Türk Milletine Çağırı” başlıklı yazıda görülür. “Büyük kısmı Atsız tarafından kaleme alınan” ve Orkun dergisinin Şubat 1962 tarihli birinci sayısında çıkan bu beyannamede Atatürk ve dönemi şöyle değerlendirilir:

“Millî şuur ve gurura malik liderlerin en büyük faydası, toplumu aşağılık duygusuna düşmekten korumaktır. Bir millet büyük iş yapabilmek için, kendisinin büyük millet olduğu inancını duymalıdır. Atatürk devrinde, Türk milleti nüfus, servet, teknik ve kültür bakımından, bugüne göre çok geride olmasına rağmen mânevi güç bakımından kudretliydi ve onun içindir ki, kendisinde her tehlikeyi yenebilmek inanç ve kuvvetini buluyordu.” (Millî Yol 6, 2 Mart 1962: 13).

Atatürk dönemini Türklük açısından değerlendiren “Kürtler ve Komünistler” başlıklı yazıdaki şu ifadeler Atsız’ın Atatürk’e artık hangi gözle baktığını da gösterir:

“Atatürk çağının Millî Eğitim Bakanlarından Vasıf Çınar ile İstiklâl Mahkemeleri Kurulundan Ali Saip ursavaş Kürt’tü. Fakat bunların aklına Türklükten ayrı Kürtlük diye bir şey gelmiyordu ve Atatürk çağında böyle bir şey akla gelemezdi de. Atatürk ortalığa bir Türklük dehşeti saçmıştı. Bu sayededir ki Kürt olan Ali Saip, İstiklâl Mahkmelerinde birçok asi Kürd’ün idamında büyük rol oynamıştır.” (Ötüken 28, 30 Nisan 1966: 2).

Atatürk’teki Türklük aşkını “ortalığa Türklük dehşeti” saçmış olmak gibi son derece şiddetli bir ifadeyle anlatan Atsız, Atatürk’ün soycu ve Turancı olduğuna da inanmaktadır. Esasen 1944 savunmalarında Nejdet Sançar, Reha Oğuz Türkkan gibi bazı Türkçüler Atatürk çağındaki mevzuat ve uygulamalardan da örnekler vermişlerdi. Atsız da Ötüken’deki yazılarında Atatürk’ün milliyetçiliğinden, soyculuğundan ve Turancılığından yeri geldikçe bahsetmiştir:

“Atatürk’ün ‘Türk milleti, başına geçireceği insanların kanındaki cevher-i aslîye dikkat etmelidir’ sözü açık anlamı ile ‘Türk ırkından olmayanları başına geçirme’ demektir. Bu söz mücerret bir övünme veya şatafat değil, acı denemelerden doğmuş bir gerçek, yabancı soyluların getirdiği felâketlerden alınmış bir derstir. Bunu Atatürkçü geçinip de Türkçülük düşmanlığı yapanları uyarmak için hatırlatıyorum.” (Ötüken 26, 15 Şubat 1966: 2-3).

Faruk Güventürk’ün Turancılık aleyhindeki bir broşürü dolayısıyla yazdığı bir yazıda da Atsız şöyle der:

“Faruk Güventürk’ün herkesten çok sevdiği, birçok köye büstünü diktiği Atatürk Turancı değil miydi? Japon elçisine ‘Bir gün Çin seddinde buluşacağız’ dememiş miydi? Onun başkanlığı zamanında liselerde okutulan tarih kitapları Turancılık görüşünden başka hangi düşünceyle yazılmış olabilir?” (Ötüken 54, Haziran 1968: 4).

“1961 anayasasını hazırlayanların hepsi sözde Atatürkçülüğü kimseye vermedikleri halde onun anayasasında Türk devletinin milliyetçi olduğu hakkındaki kelimeyi çıkarmakla hâtırasına ihanet etmişlerdir. Çünkü o, ömrü boyunca, milliyetçi olduğunu tekrarlayıp durmuştur.” (Ötüken 93, Eylül 1971: 5).

Aclan Sayılgan’ın “Sol’un 94 Yılı” kitabı için yazdığı yazıda Atsız, Atatürk’ün komünizme karşı tutumunu da değerlendirir:

“Lenin’e herkesin inandığı bir çağda Mustafa Kemal Paşa onu şüpheyle karşılamış, hakkında bir şey bilmediği komünizmi öğrenmek için Rüsya’ya, Bakû kongresine adamlar göndermiş, anlayacağını anlamış, Ruslar’dan faydalanmak için komünist oluyor gibi görünmüş, hattâ bir gün Vekiller Heyeti’nde ‘komünist olacağız’ diyerek bu sözün Ruslar tarafından duyulmasını sağlamış, bir komünist partisi kurarak bu cereyanı kontrol altına almış, nihayet, Ruslar’dan alacağını aldıktan sonra komünist partisini kapatıp kömünistleri mahkemelere sevketmiştir. Meşhur: ‘Türk âleminin en büyük düşmanı komünizmdir. Her görüldüğü yerde ezilmeli’ sözünü bu sırada söylemiştir. Onun içindir ki komünistler Atatürk’ten nefret ederler. Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı sırasında çok büyük bir enerji ve zekâ eseri göstererek herkesten, her şeyden faydalandığı hakkındaki görüşe Aclan Sayılgan yeni bir nokta daha ekliyor…” (Ötüken 56, Ağustos 1968: 5-6).

Atsız’ın, son yıllarında, Ötüken dergisinde yazdığı çeşitli yazılarda da Atatürk hakkında değerlendirmeler vardır. Bunlardan birkaçını aşağıya alıyorum:

“Atatürk’ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok atılgan siyasetine karşılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır.” (Ötüken 74, Şubat 1970: 3).

“Bizim tarihimizde buna benzer mübalegalar (İran şahının Aryamihr yani Arya güneşi unvanı alması gibi – ABE) yoktur. Mustafa Kemal Paşa, ‘Atatürk’ adını soyadı olarak almıştır. Şunu da unutmamalı ki o Sakarya ve Dumlupınar meydan savaşlarını kazanmış bir kumandan, mahvoldu sanılan bir milleti kalkındıran devlet adamıydı.” (Ötüken 73, Ocak 1970: 5).

“… Mustafa Kemal Paşa’nın, yüksek askerlik kabiliyetiyle yönetip, özellikle subayların kahramanlığı dolayısıyla ‘subay savaşı’ adını alan ve o güne kadarki dünya savaşları içinde en uzun meydan savaşı olan Sakarya Meydan Savaşı’nda yeni bir taktikle Yunanlıları yüzgeri ettirerek teşebbüsün Türk ordusuna geçmesini sağladığı savaştır… Savunma hattı yerine savunma sathı prensibini icad eden Mustafa Kemal Paşa, kazara attan düşmesi dolayısıyla savaşın bir kısmını kırık kaburga kemiğiyle idare etmiştir.” (Ötüken 141, Eylül 1975: 4).

Nihayet, “Kim Millî Kahramandır?” başlıklı yazısında Atsız, eski Türk tarihinden Tanrıkut Mete ile Kür Şad’ın adlarını millî kahraman olarak anarken yeni tarihimizden de Kâzım Karabekir ile Mustafa Kemal’i anar:

“Yeni tarihimize gelince, bunun yalnız Kurtuluş Savaşı devresini alarak hangi millî kahramanları yetiştirdiğini düşünürsek vereceğimiz hüküm hiç tereddütsüz şu olacaktır: Kurtuluş Savaşı’nın iki millî kahramanı, en karanlık günlerde bile bu işin başarılacağına inanan Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal Paşalar’dır. Biri iyi silâhlı Ermeni ordusunu onun yarısı kadar bir kuvvetle bozguna uğratarak, öteki bir destan savaşı olan Sakarya’yı ve imha savaşının güzel örneği Dumlupınar’ı kazanarak bu pâyeyi almışlardır. Bu savaşların Türk ve cihan hayatındaki tesirleri hâlâ devam etmektedir.” (Ötüken 123, Mart 1974: 3).

Atsız’ın “Ölmezler Yolu” teklifi de son derece ilgi çekicidir. Yolun sonuna Atatürk’ün heykeli konmalıdır:

“Mühim bir nokta da Türkiye’nin uygun bir yerinde bir ‘Ölmezler Yolu’nun yapılmasıdır. Ölmezler Yolu, Türk tarihinin ulu kişilerinin heykel ve anıtlarıyla süslü, en heybetli ağaçların gölgelediği bir tarih yoludur. Şimdilik Alp Er Tunga ile başlayıp Atatürk’le bitecek ve ilerde de yetişecek büyüklerin heykel ve anıtlarının eklenebileceği uzun ve gösterişli bir yol…” (Ötüken 92, Ağustos 1971: 5).

Atsız, Ötüken dergisinin sahibiydi ve dergideki bütün yazılar onun veya kardeşi Nejdet Sançar’ın onayından geçerdi. Bu sebeple dergide yer alan diğer yazı ve sözler de Atsız’ın tutumunu gösteren belgeler sayılmalıdır. Ötüken’de Atatürk’le ilgili olumlu yazılar da yer almıştır ve bunlar hiç şüphesiz Atsız’ın bilgisi ve onayı ile dergiye konmuştur. 1970’lerde Ötüken’in kapaklarında dahi Atatürk’ün sözlerinin yer alması önemlidir. Aralık 1971 ile Kasım 1972 tarihli Ötüken’lerin kapağında Atatürk’ün ünlü sözleri bulunmaktadır. Kasım 1972 tarihli 107. sayıda “Ölüm Yıldönümünde Atatürk’ün Seslenişi” başlıklı özel bir sayfa da vardır. Sayfada Atatürk’ün Türklük ve milliyetçilikle ilgili önemli sözleri yer almaktadır.

Tarih sırasını dikkate alarak Atsız’ın yazıları üzerinde yaptığımız bu incelemede onun Atatürk ve cumhuriyet hakkındaki düşüncelerinin zaman zaman farklılaştığını gördük. Özellikle 1950’lerin başında Atatürk dönemine karşı bir hayli serttir. Ancak 1960’tan sonra Atatürk dönemine bakarken devrin şartlarını dikkate alır ve diktatörlük çağı olarak adlandırsa bile bu dönemdeki uygulamaları “millî övünçlerimizden biri” sayacak kadar “yumuşak ve insanca” bulur. Atatürk hakkında da, dozu gittikçe artan olumlu değerlendirmeler yapar. Ölümünden bir buçuk yıl kadar önce de Atsız, Mustafa Kemal’i “millî kahraman” payesini hak eden bir kumandan olarak yüceltir.

Atsız genellikle düşüncelerini hiç değiştirmemiş bir fikir ve mücadele adamı olarak değerlendirilmiştir. Türkçülük ülküsünün ana unsurları bakımından bu doğrudur. Ancak ayrıntılara, tarihî olay ve şahsiyetlere doğru gidildikçe Atsız’ın düşüncelerinde de zaman içinde bazı farklılıklar olduğu görülür. Bilim zihniyetine sahip bir bilim adamı için de bu durum son derecede tabiidir. Bunu Atsız’ın bir itirafında da görmemiz mümkündür:

“İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olduğu zaman bunu müsbet karşılayanlardan biri de bendim. O sıralarda yabancı basından bizim gazetelere aktarılan bazı haberlerde Türk Devlet Başkanlığı adayları arasında Şükrü Kaya gibi isimlerin de bulunması cidden ürkütücü ve düşündürücü idi.”

“1938’de benim İstiklâl Savaşı ve Cumhuriyet çağı hakkındaki bilgim, şüphesiz çok az olduğu için, İsmet Paşa’nın Filistin bozgununda 2000 kişilik kolordusunu düşmana bırakıp tek başına kurtulduğunu, İstiklâl Savaşına nasıl katıldığını, İnönü savaşlarının tafsilâtını, Eskişehir – Kütahya bozgununu bilmiyor, bu sebeple mutedil bir devlet adamı diye bildiğim İsmet Paşa’yı o mevkie lâyık görüyordum.”

“Devlet Başkanı olduğu zaman Meclis’te söylediği ilk nutku, o zaman öğretmeni bulunduğum bir özel lisenin salonunda radyodan dinlemiştim. Celâdetli ve millî ruhu okşayıcı bir nutuktu. Fakat Atatürk’ün adı dahi geçmiyordu.” (Ötüken 106, Ekim 1972: 3).

Yukarıdaki alıntıda özellikle “1938’de benim İstiklâl Savaşı ve Cumhuriyet çağı hakkındaki bilgim, şüphesiz çok az olduğu için…” itirafına ve bir tarihçi olduğu hâlde tarih konusunda Atsız’ın gösterdiği tevazua dikkat çekerek konuyu bitiriyorum.

Kaynak: http://misak.millidusunce.com/atsizin-ataturk-ve-cumhuriyet-hakkindaki-gorusleri/