Tarih

Türkçülüğün Kardeşi “Anadoluculuk”

Osmanlı Devleti ile Yaşıt Olan Bursa'daki Ulu Ağaç...

Biraz bizden söz etmek istiyorum. Köklerden ve bugünden… Bir milletin en kısa hikayesinden…

Altay Dağlarında, tarihin henüz adı konmamış karanlık çağlarında ulu bir kayın ağacı bitmiş. Yukarıda mavi göğü, aşağıda yağız yeri bağlamış birbirine bu ulu kayın. Dalları ve gövdesiyle ağaç öyle ihtişamlı bir hal almış ki, uzandığı dağlara sığmaz olmuş.

Ve Tanrı şöyle demiş: “Ulu kayın, sen Altay’da doğdun. Burada, benim kutsal toprağımda yeşerdin, bin yıllarca kök saldın. Fakat artık yeryüzüne dağılmalısın, yeni topraklar görmeli, yeni insanlar tanımalısın. Geniş dallarını aç ve tohumların yayılsın.”

Kayın, Tanrı’nın sözünü tutmuş. Geniş dallarını açmış, tohumlarını saçmış ve onları Altay’ın rüzgarına bırakmış. Her tohum kendine yeni bir toprak bulmuş. Kimine Uygur, kimine Babür, kimine Selçuk, kimine Memlük denmiş. Ve onlardan biri de Asya’nın en uzak toprağına, kadim yazıtlarda adı “Güneş Bahçesi”  olarak geçen Anadolu’ya düşmüş.

Alaaddin, Karamanoğlu, Ertuğrul, Osman, Fatih ve daha niceleri, kutlu tohumu özenle büyütmüşler. Tohumdan yeni ve görkemli bir ağaç var etmişler. Fakat bir gün karanlık hakim olmuş. Ağaç bin yıllık toprağından sökülmek istenmiş. Güneşi ve suyu kesilmiş.

Derken Türk milleti yok olmasın diye, yeniden millet olsun diye, Mavi Gök, Mustafa adında genç bir kurtarıcı göndermiş. Mustafa, Ulu kayını ve onun diğer çocuklarını çok iyi tanıyormuş. Kafkaslarla, Kazan’la, Türkistan’la konuşmuş. Hepsinden destek görmüş ve dehasıyla Anadolu’daki karanlığa son vermiş. Ulu kayının bin yıllık çocuğu, Anadolu’da yeniden yeşermiş.

Genç komutan ona unuttuğu geçmişini, Altayları ve neslini hatırlatmış. Damarlarındaki asil kandan söz etmiş. Ve son olarak bir kelimeyi öğütlemiş: Anadolu!

Komutan çocuğa, “Altaylardan taşıdığın nesli sürdüreceksen bu toprağa, suya ve güneşe yüzünü dönmeyeceksin,” demiş. Çocuk daima güçlü kalmak için Anadolu’ya muhtaç olduğunu anlamış. Ve ona sımsıkı tutunmuş.

Türkiye Cumhuriyeti işte bu felsefe üzerine kuruldu: Uzak maziden taşıdığı neslin bilincinde; fakat kök saldığı Anadolu’yu son vatanı bilerek… Ankara’daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, söz konusu felsefenin kalbiydi. Peki bu fakülte biz irdemenlerine** ne öğretti?

Tarihin en kadim, en güçlü medeniyetlerinin dahi, yaşadıkları toprağa çoğu kez yabancı oldukları gerçeğini!

Anadolu topraklarını ilk kez tek elde toplayan ve ilk merkezi devleti kuran Hititler, Anadolu’ya dışarıdan gelmişlerdir. Antik Çağ’ın en gösterişli kentlerini inşa eden Yunanlar, Yunanistan’ın yerlisi değildir. Pek çokları gibi o da yabandır. Doğu’da da durum farklı değildir. Ne Fars İran’ın, ne Hint Hindistan’ın yerlisidir. Her iki millet de mevcut vatanlarına Asya’nın bambaşka uçlarından gelmiştir. Yani büyük medeniyetler, genellikle büyük göçlerin ardından kurulmuştur.

Ve Anadolu… Onun adı son bin yıldır Türkiye. Aslında o, Türk akınlarıyla çok önceleri tanışmıştı. Geç Antik Çağ’da Ortadoğu’da yaşayan Romalı bir tarihçi, Anadolu ve çevresinde gezinen Hun atlıları için:

Yeryüzünde dedikodulardan daha hızlı yayılan tek şey Hunlardır” diyordu.

Velhasıl ilk kez İslam öncesi dönemde Türk’ü tanıyan Anadolu, Alparslan ile Türklüğün ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu temelde Anadoluculuk, Türkçülüğe karşı değil, bilakis onun çok önemli bir tamamlayıcısıdır. Bu toprağın üstünde yaşayan yegane Güç, ona artık ilelebet değişmeyecek olan son ismini (Türkiye) vermiştir. Ve o Güç, bu toprağın altındaki tüm tarihsel mirasın da sahibidir, yaşatıcısıdır.

30’lu yıllarda DTCF’de şekillenen ve Türk arkeolojisinin kurucularından Prof. Dr. Remzi Oğuz ARIK’ın öncülük ettiği “Anadoluculuk” fikri, işte bu tip bir anlayışta gelişmişti.

Sonraki yıllarda sapkın fikirlerle zehirlenen ve temel anlayışına ters düşen Anadoluculuk, özünde safiyane bir yurt sevgisinden başka bir şey değildir.

Ulu kayının Anadolu’daki çocuğu bin yıllık toprağından sökülmek istenmiş; fakat genç Mustafa’nın ellerinde yeniden hayat bulmuştur.

O ellerde kurtuluşa erdiği günden beri, bu ağacın toprağı Anadolu, can suyu akıl ve bilim, güneşi cumhuriyet oldu. Tanrı onu güneşsiz bırakmasın.

(**İrdemen: 30’lu yıllarda üniversite öğrencisi anlamında türetilen sözcük.)

Sergen Çirkin / Gelibolu 2018