DÜŞÜNCE

XX. Yüzyılın Umutsuz Aydını: Stefan Zweig

Stefan Zweig in seinem Salzburger Domizil am Kapuzinerberg. 1931. Photographie von Trude Fleischmann. [ Rechtehinweis: picture alliance/IMAGNO ]

Stefan Zweig, 1881’de Viyana’da doğdu. Avusturya, Fransa ve Almanya’da öğrenim gördü. Savaş karşıtı kişiliğiyle dikkat çekti. 1919 – 1934 yılları arasında Salzburg’da yaşadı, Nazilerin baskısı yüzünden Salzburg’u terk etmek zorunda kaldı. 1938’de İngiltere’ye, 1939’da New York’a gitti, birkaç ay sonra da Brezilya’ya yerleşti. Önceleri Verlaine, Baudelarie ve Verhaeren çevirileriyle tanındı, ilk şiirlerini ise 1901’de yayımladı. Çok sayıda deneme, öykü, uzun öykünün yanı sıra büyük bir ustalıkla kaleme aldığı yaşam öyküleriyle de ünlüdür. Psikolojiye ve Freud’un öğretisine duyduğu yoğun ilgi, Zwig’in derin karakter incelemelerinde ifade bulur. Özellikle tarihsel karakterler üzerine yazdığı yorumlar ve yaşam öyküleri, psikolojik çözümlemeler bakımından son derece zengindir. Zweig, Avrupa’nın içine düştüğü siyasi duruma dayanamayarak 1942’de Brezilya’da karısıyla birlikte intihar etti.

Biyografisinden de anlaşılacağı üzere Zweig, umutsuzluk içinde yersiz yurtsuz kalmış fakat eser vermeyi de yaşamının son anına kadar devam ettirmiştir. Naziler tarafından kitapları toplatılıp yakılmış, evinde de silah bulundurduğu gerekçesiyle evi basılmıştır. Evinde silah bulundurduğu ve kitaplarının halkı isyana teşvik ettiği iddiaları bu baskıların tabii ki görünen kısmıdır. Bu baskıların asıl nedeni Zweig’in Naziler tarafından öldürülmeye layık(!) görülen bir Yahudi olmasıdır. Bütün bunların sonucunda Zweig için bulunduğu diyardan göçmek –kaçmak– dışında bir seçenek kalmamıştır. Bu kaçış öncesiyle ve sonrasıyla o kadar kolay olmamıştır. Öncesinde kendisinin yaşadığı korkular varken sonrasında ise artık kendi dili dışında eser vermek ve kendi dili dışında bir lisan kullanmasının verdiği vicdan azabı kendisinde baş göstermiştir. Bunlara bir de dil kullanımından dolayı kendisine yöneltilen ağır eleştiriler eklenince mülteci olma serüveni bu saatten sonra başlamıştır. Vatansız kalmaya dair duyduğu üzüntüyü New York’ta sürgünde olan yazarlar için düzenlenmiş olan bir etkinlikte şöyle dile getirir: “Şu an karşınızda olduğum için ben affedin. Çok utanıyorum çünkü konuştuğum dil, içerisinde dünyanın yok edildiği bir dil. Anadilim, şu söylediğim birkaç kelime, insanlığı mahveden bir makine tarafından çarpıtıldı ve bozuldu.” Onun bu sözleri farklı biçimlerde yorumlanabilir ama burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta onun kendi diline verdiği önemdir.

Zweig’in yaşadığı dönem ve dönemin şartları onu incelerken ve onun üzerine düşünürken gerçekten gözardı edilmemesi gereken bir noktadır. Vatanından uzak bir yazar, ülkesinin siyasi yönetimi tarafından öldürülmek istenen bir suçlu… Bu psikolojik ortamı eserlerine de yansıttığını görmek mümkündür. Vicdan Zorbalığa Karşı Ya Da Castellio Calvin’e adlı eserinde her ne kadar tarihi kaynaklardan beslenerek bir ürün ortaya çıkarmış olsa da arka planda kendisinin Naziler özelinde, diktatörlük rejimine karşı ortaya koyduğu düşünce açık bir şekilde ifade edilmiştir. Her ne kadar psikolojik durum olarak inişli çıkışlı dönemlerden geçmiş olsa da (her şeyin tekrar eskisi gibi olacağı düşüncesi) içinde yeşerttiği umutlar her geçen gün azalmıştır.

Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942’de Rio de Janeiro’da, karısı Lotte ile birlikte intihar etmiştir. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha varolmayacağı düşüncesi neden oldu.

İşte Stefan Zweig’in intihar mektubu:

“Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”

Stefan Zweig, Petropolis, 22.11.1942

Sonuç olarak Stefan Zweig için dönüm noktası üzerinde oluşan baskı nedeniyle vatanından uzaklaşmasıyla başlamıştır. Bununla eşzamanlı olarak bir gün bütün bu olanların son bulacağına ve tekrar vatanına dönüp eski hayatına geri döneceğine olan inancını son anına kadar diri tutmuş olsa da bunu başaramamıştır. Hitler’in diktatörlüğünün devam edeceğini düşünerek intihar etmiştir (1942). Bu bağlamda bakıldığında Zweig için sadece umutsuz demek yetmez aynı zamanda şanssız da denmelidir çünkü yaşamına son vermesinin ardından 3 yıl sonra Almanya savaşı kaybetmiş ve Adolf Hitler de Zweig’le aynı kaderi paylaşarak eşiyle beraber intihar etmiştir. Böyle bakıldığında bu iki zıt kutup karaktere sahip kişiler nihayetinde aynı kaderi paylaşmışlardır.