DÜŞÜNCE

Amerikan Yeni Muhafazakarlığı: Akıl (Atina) ve Vahiy (Kudüs) Geleneği

Yazan: Umur Tugay YÜCEL

Giriş

Leo Strauss, 20. yüzyılın düşünce hayatının dünyadaki en etkili şahsiyetlerinden biridir. Eserlerinde antik siyasal metinlere önem vermiş, filozofların metinlerinin satır aralarındaki söylediklerini açıklamaya çalışmıştır. Kanımca, kendisi, siyaset felsefesinin en büyük isimlerinden biridir. Leo Strauss, aslında günlük politika ve Uluslararası İlişkiler konusunda doğrudan eser vermemiştir. Strauss, daha çok klasik Yunan felsefecileri ve İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik kutsal metinleri konusunda uzmandır. Kadim felsefe ve “modern varoluşçuluk”un yanı sıra, Hobbes ve Makyavel gibi siyasi düşünürler de Leo Strauss’un düşünce dünyasını şekillendirmiş en önemli entelektüel kaynaklardır. Leo Strauss’u önemli bir figür haline getiren unsur, onun siyasi felsefesini çağımızda ABD’deki “neo-con” yani “Yeni Muhafazakârlar”ın uygulamaya koymasıdır. Nitekim Leo Strauss’da var olan din ve siyaset birlikteliğini, bu yazıda ABD’deki “neo-con”lar üzerinden inceleyeceğiz. Çalışmamızda, Leo Strauss’un siyasi felsefesi üzerinden modernite eleştirisini, egzoterik-ezoterik yazım tarzını ve Atina-Kudüs üzerinden Amerika Birleşik Devletleri’nde günümüz siyasetinde etkili olan “neo-con”ların siyaset felsefelerini nasıl oluşturduklarını anlamaya çalışacağız.

Leo Strauss: Biyografi

Leo Strauss, 20 Eylül 1899’da, Almanya’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğar. 1912 yılından itibaren müfredatında doğa bilimlerinin yanı sıra Latince ve Grekçe gibi kadim dillere ağırlık veren Marburg’daki bir Gymnasium’a devam eder. Gymnasium’da aldığı hümanist eğitim, henüz genç bir delikanlı olan Strauss’un Ortodoks Yahudilikten uzaklaşmasına yol açar.[1] Bununla birlikte, bölgede zaten var olan anti-semitizmin hızla yükselişi, zamanla Yahudi hayat tarzına yabancılaşan Strauss’u yeniden Yahudi köklerine döndürür.[2] Strauss, on altısında hayatını Platon okuyarak geçirmeyi planlarken, on yedisinde kendisini birden politik Siyonist hareketin içinde bulur.[3]

Leo Strauss’un politika felsefesi üzerine görüşlerinin oluşmasında Yahudi Sorunu’nun etkisi yoğun olarak görülebilir. Erken yaştan itibaren, Leo Strauss, entelektüel mesaisinin tümünü Tanrı ile politika arasındaki ilişki ve Yahudilik ile felsefenin zamansız hakikatlerini uzlaştırma sorununa hasrettiği için, felsefe ile din, akıl ile vahiy, Yahudi inancı ile Alman kültürü arasında bir sentez kuran Cohen’in felsefesi onu cezbetmiştir.[4] Leo Strauss, Yahudi Sorunu’nun çözümünü ancak kendi özlerine, yani Yahudi cemaatine dönüşte bulacağını düşünür. Aslında Leo Strauss, olanı değil olması gerekeni arıyordu ve ”Yahudi cemaati nasıl yaşamalıydı” sorusu, onun Yahudi Sorunu’nun çözümündeki özünü oluşturuyordu. Leo Strauss, bunu sadece Yahudilerle sınırlamaz ve tüm modern insanlar için de “nasıl yaşamalıyız” diye sorar.[5] Bu çerçevede, Leo Strauss, dinin “tecrübe” olarak yorumlanmasına itiraz eder. Tersine, din, onun için “yasa”dır.[6]

Leo Strauss, liberal demokrasinin Yahudi Sorunu’na uygun çözüm sağlayamadığının farkına varır. Nitekim liberal demokrasi ne Yahudilerin Almanya’da kendilerini evde hissetmelerini sağlayabilir, ne de ayrı bir Yahudi Devleti’nin kurulmasına yönelik ulusal çözümler sunabileceğine dair inancı vardır.[7] Aslında Leo Strauss’da erken yaşta şekillenen bu düşünceler, onun yaşadığı dönem ve çevrenin üzerinde nasıl bir etki bıraktığını görmemiz açısından oldukça aydınlatıcıdır. Bu görüşler, ilerleyen zamanlarda kendini politik olarak tanımlayacaktır.

Birçok siyaset felsefecisi gibi, Nasyonal Sosyalistlerin Almanya’da iktidara gelmesiyle, Leo Strauss da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiştir. Bu göç hikâyesini ilginç yapan şey ise, Leo Strauss’un Nazizm’i etkilemiş olan siyaset felsefecilerinden Carl Schmitt’in tavsiye mektubuyla Rockefeller Bursu almaya hak kazanmasıdır. Ayrıca Leo Strauss, hocası Carl Schmitt’ten önemli ölçüde etkilenmiştir. Parlamenter sisteme yönelik olan eleştirileri ve düşman kavramına yüklediği önem, bunları doğrudan yansıtmaktadır. Leo Strauss, Paris ve İngiltere’de kısa süre yaşadıktan sonra, 1938 yılında Amerika’ya giderek, New York’ta ”New School of Social Research” ve İsrail’de ”İbrani Üniversitesi” gibi kurumlarda ders verirken, Yeni Muhafazakârlığın önde gelen isimlerinden bir dönem ABD Savunma Bakan Yardımcılığı da yapan Paul Wolfowitz’in hocalığını yapmıştır.[8] Strauss, ilerleyen yıllarda Chicago Üniversitesi’nde kendi ekolünü oluşturmuştur. Leo Strauss, 1973’de Amerika Birleşik Devletleri’nde ölmüştür. Kendisinin bıraktığı politik felsefe ve görüşleri ile oluşturduğu ekol, Amerikan siyasal yaşamı ve neo-con hareket bakımından oldukça önemlidir. Şimdi onun felsefini alt başlıklar altında inceleyelim.

Ezoterik-Egzoterik Yazma Tarzı

Leo Strauss, yalnızca kadim politika felsefesinin yeniden keşfi ile değil, aynı zamanda artık ”unutulmuş bir yazım tarzı”nın yeniden keşfiyle de birlikte anılır.[9] O, entelektüel hayatının büyük bir kısmını kadim ve modern filozofların metinlerinin geleneksel olmayan tarzda okunmasına ve incelenmesine adayarak, ezoterik ve egzoterik yazım tarzını yeniden gündeme getirmiştir. Bunlar; Ezoterik (yani gizli, saklı, mahrem ve muamma) yazım tarzı ile Egzoterik (yani açık, kamusal, herkes için ve umumi) yazım tarzı olarak ikiye ayrılmaktadır. Egzoterik olan, Ezoterik olanın veya gizli, özel ve mahrem olanın kamusal örtüsüdür. Ezoterik yazma pratiğini uygulayan yazarlar, kendi metinlerinin içerdiği hakikati, aynı zamanda egzoterik bir biçimde yazarak gizlerler ve böylece bu iki yazma pratiğini uygularken, bir yandan hakikati felsefi olmayan sıradan insanlardan gizlerken, diğer yandan da onu genç ve zeki okuyucuya ifşa ederler.[10]

Filozoflar egzoterik biçimde yazmaya neden ihtiyaç duyarlar? Leo Strauss’a göre; düşünce ile toplum, teori ile pratik veya felsefe ile politika arasında aşılamaz bir uçurum ve gerilim olduğundan, ”bilgelik ve hakikat” arayışı olarak felsefe, yalnızca belli türde hassasiyetleri bulunan ve kendilerini aşkla bu felsefi arayışa adamış mutlu bir azınlığın etkinliğidir.[11] Yani Strauss’a göre; kadim filozoflar hem havassa, hem de avama hitap etmişlerdir. Üstelik anlamlar, bu iki grup için farklı ve hatta zıt olabilir. Bu yüzden, eskilerin eserlerini okurken, bu iki manayı birden görmek gerekir. Zira eskiler havassa farklı, avama farklı bir hakikat dersi vermişlerdir. Yani özetle, Strauss, filozofun şifreli yazması gerektiğine inanır ve kendi eserlerini şifreli yazdığını şifreli bir dille söyler.[12]

Leo Strauss’a göre; ezoterik ve egzoterik öğreti arasında geçerli olan konu, hakikat/gerçek ile yalan arasında geçerli olana benzemek ile birlikte, derece bakımından değil, tür bakımından farklıdır. Politik komünite için kesinlikle yararlı ve hayırlı olan, ama yine de ”yalan” olan anlatımlar, tam da bu nitelikli yalanlar olmaları bakımından ”güzel yalanlar” veya ”soylu yalanlar”dır.[13]  Leo Strauss’un bu görüşüne daha net bakmak gerekirse, o kahvehanedeki insanın yönetimin ilkeleri veya hakikati bilmesine gerek olmadığı düşüncesindedir. Eğer her şey yolunda ve iyi gitmekteyse, ortalığı karıştırmaya yani gerçeği anlatmaya gerek yoktur. Gerçeği bilen az sayıda insanın olması gerektiğini ve kitlelerin bunu bilmemesi gerektiğini bize söylemektedir.

Politika Felsefesi ve Modernite Krizi

Leo Strauss’un felsefi konumu ve düşüncesi, D. Janssens’in de tespit ettiği üzere, üç ana tema çerçevesinde sistematize edilebilir. Bu temalardan ilki, Batı’nın krizi ve buna eşlik eden modern felsefe veya modern rasyonalizm kritiğidir. İkincisi, ezoterik-egzoterik yazmanın keşfidir ve bu çerçevede klasik felsefenin yeniden ele alınması ya da klasik politika filozoflarının perspektifine dönüştür. Son olarak da, akıl ile vahiy arasındaki ilişki konusu vardır.[14] Aslında onun felsefesinin en genel özelliği, modernite eleştirisidir. Leo Strauss’a göre; modernite krizi, politika felsefesinin krizidir. Çünkü Strauss açısından, modernitede dönüşüme uğrayan şey, tam da ahlaki ve politik olanla ilgilidir.[15]

Leo Strauss’da sorulması gereken soru, “modern insan”ın modernite krizinde iyi ile kötü, doğru ile yanlışın ne olduğunu artık bilip bilmeyeceğidir. Strauss şöyle demektedir: “Hepimiz yeni bilim ve teknolojinin muazzam başarısının farkındayız ve hepimize insan gücünün muazzam artışına tanık olabiliriz. Fakat aynı zamanda bilgelik ve iyilikte buna mukabil bir artışın olmadığını teslim etmeliyiz. Modern insan, önceki insanlardan iyi mi, yoksa daha kötü mü olduğunu bilmediğimiz bir devirdir.”[16]

Strauss, modern insanı dev bir kör olarak görmektedir. Strauss, insanın modernite ile birlikte iyiliğini, erdemini ve doğruluğunu yitirdiğini söylemektedir. Açıkçası, Strauss’a göre, modernitenin insanı ”değerler” yargısından uzaklaştırdığını ya da yok ettiğini söylersek sanırım yanılmayız. Strauss, modernite krizinin temelinde bilgi probleminin değil, inanç probleminin olduğunu söylemektedir. Ona göre; modernite inancın yerine bilgiyi ikame etmiş değildir, tam aksine, modernitenin inancın yerine başka bir inanç getirdiğini belirtmiştir. Strauss’da bilim ile felsefe arasında bir sorun vardır; çünkü ”felsefe” kavramı onda daha çok teolojik bir öze sahiptir. Leo Strauss, politika felsefesi görüşünü klasik felsefeye (Platon-Aristoteles) dayanarak oluşturur. Leo Strauss, klasik ile modernler arasındaki çekişmeyi eskiler ve yeniler çatışması formunda verirken ve ‘klasik’i “soylu yanlılık” ve “dinginlik ihtişamı” diye tarif ederken, modernitenin bunun tam tersi bayağı ve sıradanı temsil ettiğini söylemektedir.[17] Bu bakış açısı, yeniye olumsuz, eskiye karşı olumlu bakış açısıdır. İşte bunlar ışığında, modernitenin krizi, öncelikle modern politika felsefesinin krizidir. Strauss’a göre; dalga dalga yayılan ve kendisi de bir dalga olan modernitenin her bir dalgasının politik bir karşılığı olduğu gibi, Makyavel’in başlattığı bu dalga Hobbes ve Locke aracılığı ile liberalizmin ifadesi olurken, Rousseau’nun başlattığı ikinci dalga da Kant ve Hegel aracılığı ile komünizme varır. Üçüncü dalga ve aynı zamanda ”bizim zamanımızın” dalgası dediği akımla ise faşizme götürür.[18] Strauss, moderniteye özgü hastalıkları teşhis etmek üzere modern siyasal felsefenin sorunlarını tanımlamaya çalışırken, modernitenin yarattığı sosyal ve siyasal hastalıkların izlerini Makyavel’den başlayarak, Hobbes ve Locke’da da takip etmiştir. Strauss’a göre; modern felsefenin Makyavel’den başlayarak insanı olması gerektiği gibi değil de olduğu gibi kabul etmeye başlaması, bu hastalığın temel nedenidir. Bu şekilde, yaşamın değer merkezliliği zedelenerek, klasik felsefe içinde doğru, iyi ve adaletin ölçüsü olan doğanın, modern felsefe içinde ilahi değerlerinden soyutlanarak basit bir kontrol ve hâkimiyet nesnesine dönüştürülmesi hadisesi yaşanır. Strauss, bu gelişmelerden insan aklının Tanrısallaştırılmasını sorumlu tutmaktadır.[19]

Modernite, aslında Makyavel ile başlamaktadır. Makyavel, klasik düşünceyi ve vahiy edilmiş dini, bu pozitif projenin önünde duran iki engel olarak tespit eder. Makyavel’e göre; kadim politika filozofları insanların bilfiil nasıl yaşadıkları ile ilgilenmemişler ve ”bir olması gerekenden” hareketle gerçekleşmesi imkansız ”hayali Cumhuriyetler ve Krallıklar’’ın peşinden koşmuşlardır. Benzer şekilde, vahiy edilmiş din ise, insanın sosyo-politik hayatını düzenlemek için ”ilahi rehberlik’’e ihtiyaç olduğunu öne sürer.[20] Makyavel ise, olandan hareket etmek gerektiğine inanır. Klasik siyaset felsefesi ”İnsan nasıl yaşamalıdır?” sorusundan hareket ediyordu; oysa Makyavel’e göre, doğru toplumsal düzen sorununu cevaplamanın yolu ”İnsanlar gerçekte nasıl yaşıyorlar?” sorusundan hareket etmek ile geçmektedir.[21]

Makyavel, kendi felsefesini yaşamın gerçeklerinden yani tecrübelerden çıkaracağına inanıyordu. Oysa klasik filozoflar, olması gereken yani idealleştirilen bir bakıma bir hayalin peşinden koşarak bunu hayata geçirmek için çabalamışlardır. Aslında Strauss da bir Makyavel hayranıdır. Onu, siyaset felsefesinin ilkelerini koyan kişi olarak görür ve 15. yüzyıl Yahudilerine karşı yapılan zulme karşı çıkma cesareti gösteren tek Hıristiyan olarak kutsar. Leo Strauss da aynı Makyavel gibi insan doğasının kötü ve bencil olabileceğini düşünmektedir. Bu bakış, muhafazakâr düşünürlerin hepsinde bulunmaktadır. Leo Strauss, Makyavel’i sadece yönetme ilkelerinin sırlarını sıradan insanların anlayabileceği bir şekilde anlattığı için eleştirir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, Strauss’da önemli olan yurttaşların iyiliği ve mutluluğudur. Bunların nasıl gerçekleştiğinin bir önemi olmamakla birlikte, hakikati de sıradan insanlara açıklamanın bir anlamı yoktur. Herkesin bilmesi gerektiği kadar bilmesi onun için yeterlidir.

Modern Batı medeniyetinin krizini ”teolojik-politik kriz” olarak adlandıran Strauss’a göre; felsefe yapma özgürlüğüne izin veren bir politik toplum yaratma düşüyle hareket eden ve iyiyi fiiliyata geçirmek için hem klasik aklı, hem de vahiyi reddeden modern filozoflar, ortak bir iyiliğinin yokluğunun karakterize ettiği modern topluma giden yolun taşlarını döşerler ve filozof ile filozof olmayan arasındaki ayrım ortadan kalktığı ve herkes kendi iyisinin bilgisine sahip olduğu için, artık felsefeden söz etmek imkânsız hale gelir. Bu ortamda, felsefenin yerini ideolojiler almış veya felsefe ideolojiye dönüşerek çürümüştür.[22]

Strauss’un “modernitenin krizi”ni anlama tarzının ana noktası, işte tam da burasıdır. Modernitenin krizi, modern entelektüellerin, daha doğru bir deyişle, entelektüele dönüşen filozofların krizidir. Leo Strauss, modernite krizine karşı çözüm olarak klasik politika felsefesine dönüşü savunmaktadır. Çünkü eskide iyi, erdem ve doğruluk vardır; yenide ise insani değerlerin yitimi ve ilahi kaynaklıktan yoksunluk vardır. Bu yüzden, Strauss, bizden, öze dönüş olarak gösterdiği klasik politika merkezleri olan Atina’ya (Sokrates, Platon, Aristoteles ve Thucydides) ve Kudüs’e (vahiy, ilahi kaynaklar) yönümüzü çevirmemizi istemektedir.

Atina ve Kudüs: Akıl ile Vahiy

Leo Strauss için Batı medeniyetinin iki kökü vardır: Kutsal Kitap ve Grek (antik Yunan) felsefesi. Bu yüzden, Kutsal Kitap Kudüs ile, Grek felsefesi ise Atina ile anlam bulmaktadır. Strauss, “Kendimizi anlamak ve geleceğe giden ıssız yolumuzu aydınlatmak için, Kudüs ve Atina’yı anlamak zorundayız” der.[23] O, Batı medeniyetinin canlılığının sırrını işte bu iki şehirde görmektedir. Strauss için Atina “akıl”ı temsil ederken, Kudüs ise “vahiy”i temsil eder. Bu iki merkez, Batı’daki modern insanın dönmesi gereken öz kaynaklarıdır.

Leo Strauss, klasik rasyonalitenin keşfi ve Batı medeniyetinin canlılığının kaynağı olarak gördüğü ‘Atina’ ile ‘Kudüs’ün, yani ‘akıl’ ile ‘vahiy’in bir anlamda yeniden keşfidir. Buradan da anlaşılacağı üzere, ne yalnızca Kudüs, ne de yalnızca Atina klasik rasyonalitenin temsilcisidir. Hem Atina hem Kudüs, hem akıl hem vahiy klasik Batı medeniyetini temsil etmektedir. Strauss’a göre; Kutsal Kitap’ta bilgeliğin başlangıcı Tanrı korkusudur. Grek filozoflarına göre, bilgeliğin başlangıcı ise meraktır.[24] Burada önemli olan nokta, Strauss’un bilgeliğin kaynağı olarak modernitenin iddia ettiği gibi Tanrı’yı sorgulama ya da yok sayma düşüncesinin olmadığını, ancak bilgeliğe erişmenin Tanrı korkusu ile geleceğini söylemesidir. Strauss’da ilahi kaynaklara oldukça önem atfedilir. Aslında kendisi bir ateist olmasına rağmen din ya da ilahi kaynakları bu kadar önemsemesi, onun ilginç bir yanını oluşturur. Onun dine bakışını aslında Makyavelci bir tarzda okumamız bize daha sağlıklı bilgiler sunacaktır.

Leo Strauss’a göre; Kutsal Kitap’ta insan, Tanrı’nın suretinde, imajında yaratılmıştır. İnsana yeryüzündeki tüm yaratıklar üzerinde hâkimiyet verilmesine rağmen, ”bütün” üzerinde hâkimiyet verilmemiştir; o, bakması ve gözetmesi için bir bakıcılık, bostana koyulmuş ve böylece ona bir yer verilmiştir. İnsan klasik düşünceye göre nasıl şansın ve kaderin önüne geçilemeyeceğini kabul ediyorsa, Kutsal Kitap’ta da sual olunmaz anlaşılmaz bir takdiri ilahinin kabulü vardır.[25] Burada görüldüğü gibi, insan bir emanetçi rolündedir. Aynı çoban-sürü metaforunda olduğu gibi, insana emanete bakan bir çoban gibi bütüne hâkim olamayan bir rol verilmiştir. Ayrıca Makyavel’in şansı fethetme çağrısı karşısında, Strauss, ilahi kaynaklara dayanarak, Atina ve Kudüs birliğine gönderme yapmaktadır.

Strauss’da insanın sınırlı bir varlık olduğunu ve ona sınırlı bir yönetim verildiğini görebiliriz. Onun bu düşüncelerini oluşturan Atina-Kudüs birlikteliği, akıl ve vahiyin nasıl anlaşılması gerektiğini de bize açıklamaktadır. Leo Strauss’un felsefesinin temel görüşleri üzerinde bir fikir edindiğimize göre, artık onun görüşlerinin siyasetin izinde nasıl bir yön aldığına ve nasıl yorumlandığına bakabiliriz. Aslında önceden de belirttiğimiz gibi, Strauss, günlük siyaset ve dış politika gibi konularda herhangi bir metin vermemesine rağmen onun nasıl olup da bu görüşlerinin bir siyaset politikasına dönüştüğünü, ABD’deki Yeni Muhafazakârlar (neo-con) üzerinden inceleyeceğiz.

Yeni Muhafazakârların Felsefi kökenleri ve Doğuşu   

İdeoloji ve siyaset söz konusu olduğunda, kökene inmek için ulaşılması gereken şey felsefedir.  Bütün politik hareketlerde olduğu gibi, işin özünde felsefe yatmaktadır. Çünkü felsefe, politik bir hareketin en önemli güç kaynağıdır. İşte bunun üzerinden gittiğimizde, Yeni Muhafazakârlık görüşünün kurucu babası Leo Strauss’tur. Onun felsefesi, kendini Yeni Muhafazakârlık ile yeniden tanımlamaktadır. Strauss’un görüşleri üzerinde oldukça durduğumuzu düşünerek, Yeni Muhafazakârlığın diğer önemli kurucularına geçmek istiyorum. Bir diğer önemli figür ise Yeni Muhafazakârlığın ideolojik atası sayılan Albert Wohlsretter’dir. Kendisi bilindiği gibi askeri stratejist, matematikçi ve dış politika uzmanıdır.  Sovyetler Birliği ile girilen tarihin en kapsamlı ve zorlayıcı askeri yarışı, ”Yıldız Savaşları” olarak bilinen bu anti-füze korunma sisteminin de fikir babasıydı. Yeni Muhafazakârlığın üçüncü önemli ismi de Irving Kristol’dur. Kendisi aslında eski bir Troçkist olan Kristol, Yeni Muhafazakârlığın Avrupa muhafazakârlığı ile bir ilgisinin olmadığını ve bu akımın tamamıyla Amerika’ya özgü olduğunu ileri sürmektedir.

Yeni Muhafazakâr (neo-con) hareketin kökleri 1960’lara kadar gitmektedir. Yeni Muhafazakâr hareketin önemli isimlerinin çoğu Yahudi ve eski solcu oldukları, daha da önemlisi kurucularının ateist olduğu düşünülürse, bu akım ilginç bir hale gelmektedir. Amerikan güney eyaletlerindeki ”İncil Kuşağı”ndan’ farklı olarak, Yeni Muhafazakârlar, entelektüel görünümlü, birçok dili konuşabilen, iyi eğitimli, spor giyimli, çoğu kez kendilerini liberal ve demokrat olarak nitelendiren, önemlice bir kısmı eski solcu ve Yahudi kökenlilerin oluşturduğu bir gruptur.[26] Tarihsel kökenleri esas olarak Soğuk Savaş döneminin ilk yıllarına dayanan bu ekip içindeki ”eski solcular”, kendilerini daha çok Sovyetler Birliği karşıtlığı ya da eleştirisi üzerinden tanımlayan (Troçkist, Maocu) akımlardan geliyordu.[27] Yeni Muhafazakârların Soğuk Savaş ürünü bir siyasal akım olduğunu söylersek de yanılmamış oluruz. Burada asıl garip olan, Yeni Muhafazakârların büyük çoğunluğunun köklerinin sağda değil, solda olmasıdır.

Yeni Muhafazakârlar (neo-con), esas olarak aydınlar, gazeteciler, akademisyenler, yayıncılar, bürokratlar ve yer yerde işadamları gibi toplumun merkezinde karar verici kesimler ve kamuoyu yapıcıları arasından yayılmış ve örgütlenmiştir. Amerikan basınında, düşünce kuruluşlarında, akademik çevrelerde ve çeşitli siyasal oluşumlarda ciddi bir etki ve örgütlenme ağına sahip olan neo-con’lar, eğilim oluşturan ve ideolojik üretim yapan bir konumdadırlar; yani karar vericiler üzerinde çok etkilidirler.[28] ABD’nin siyasal düşünce ortamı hakkında yazanların hepsi, Yeni Muhafazakârlığın aşağı yukarı yetmişli yılların ortalarından beri geniş kapsamlı bir zihniyet oluşturucu güç geliştirdiğini vurguluyorlar. Burada Yeni Muhafazakârlığın etkili isimleri arasında şunları sayabiliriz: Richard Perle, Bill Kristol, Richard Brooks (Weekly Standard’da yazar), Paul Wolfowitz, Fred Barnes, Morton Kondracke, Charles Krauthammer, Frank Gaffney (kendisi Perle’nin eski yardımcısı ve Washington Times‘da köşe sahibidir), Robert Kagan (Carnegie Endowment for International Peace adlı etkin bir think-thank kurumunun en önde gelen şahsiyetlerinden biridir), Ken Adelman, Gary Bauer, Jeffrey Bell, William J. Bennett, Ellen Bork, Linda Chavez, Eliot Cohen, Midge Decter, Thomas Donelly, Nicholas Eberstadt, Hillel Fradkin, Jeffrey Gemdin, Reuel Marc Gerecht, Charles Hill, Bruce P. Jackson, John Lehman, Tod Lindberg, Rich Lowry, Cliffrod May, Joshua Muravchik, Martin Peretz, Daniel Pipes, Normon Podhoretz, Steve Forbes, Zalmay Khalilzad, Lewis Libby, Marshall Witmann, Samuel Huntington, Francis Fukuyama ve Donald Rumsfeld (CIA’in eski patronlarından) sayılabilir.

Bu kişiler, öncelikle, bu yeni akımın kamu platformu sayılan iki dergide görüş beyan ediyorlar. Bunların birincisi, doğrudan doğruya siyasi konularda da ilgilenen aylık Commentary dergisi, ikincisi ise üç aylık siyaset bilimi dergisi Public Interest‘tir. Ancak bu dergilerin yazarları, kendilerini öğretim görevlileri olarak mesleki rollerle sınırlamıyor, aynı zamanda bilim ile politikanın ara alanında da faaliyet gösteriyorlar. Bu dergilerin kadroları büyük düşünce fabrikalarına hükmediyorlar, profesyonel politikanın meslek örgütlerinde, siyasi danışmanlık mercileri ve komisyonlarda ağırlıktalar. Kitle medyaları onların kavramlarını gündeme getiriyor, yazılarından bazı bölümler günlük basında yayınlanıyor, siyasi dergilerde onların yaklaşımları ağır basıyor.[29] Örgütlü oldukları tanınmış vakıf, enstitü ve medya kuruluşları iseşöyle sıralanabilir:

  • Medya kuruluşları: National Review, Commentary, The Weekly Standard, Wall Street Journal, Fox News, The New Republic.
  • Vakıf, enstitü ve diğer oluşumlar: Hudson Institute, American Enterprise Institute, Heritage Foundation, Project for New American Century.

Bunlardan Commentary dergisi ünlü bir Yahudi yayın organı olarak biliniyor. The Weekly Standard dergisinin başında ise Yeni Muhafazakârların kurucu babalarından Irving Kristol’un oğlu William Kristol bulunuyor. Yeni Muhafazakârların örgütsel varlığı, felsefi ve stratejik görüşlerinin politik dile aktarıldığı ve Bugün ABD’nin küresel siyasetine yön veren, ”Project for New American Century” yani ” Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” isimli ünlü rapordan geliyor. Raporun başlığının baş harfleri olan PNAC,  aynı zamanda bu grubun/örgütün ismini de oluşturuyor.[30]

Bu hareket, zamanla etkinliğini artırarak Amerikan eliti üzerinde varlığını hissettiren bir durum alarak, Irving Kristol tarafından ”yeni sınıf” olarak adlandırılıyordu. Bu yeni sınıfı, bilimadamları, gazeteciler, öğretmenler, eğitimci bürokratlar, avukatlar ve iletişim kurumlarındaki yöneticiler, doktor, yönetici bürokratlar olarak neredeyse tamamı beyaz yakalı olan meslek gruplarını oluşturuyordu. Görebildiğimiz, bu politik hareketin elitist bir yön taşıdığı ve oldukça güçlü bir şekilde ABD siyasetine yön verebilecek donanım ve araçlara sahip olduğudur. Yeni Muhafazakârların sayıca az bir grup ya da örgüt gibi gözükmesine rağmen çok etkili olmaları, onların derin bir felsefi görüşe sahip olmaları ve bunu günümüz dünyasına uyarlayarak ABD siyasal yaşamında küresel hâkimiyet projesine cevap verdiğinden oldukça değerlidir. Yeni Muhafazakârların George W. Bush dönemindeki sertlik yanlısı tutumları, Barack Obama’nın yönetime gelmesi ile daha diplomatik ve yumuşak güç unsurları üzerinden hareket eden bir siyasete dönüşmüştür. Hedef aynı olmakla birlikte, uygulanan yöntemlerin değişmekte olduğunu görebiliriz.

Leo Strauss ve Yeni Muhafazakârlar üzerinden Din ve Siyaset

Leo Strauss’un yazdıklarından kamu politikası analizine benzeyen bir şey çıkarmak oldukça güçtür. Her ne kadar teolojik-politik sorunlarla uğraşmış olsa da, onun görüşlerinin siyaset üzerinde uygulanması ve tanımlanması oldukça sorunludur. İşte bu yüzden, Strauss’un öğrencileri, diğer kurucu babalar aracılığıyla onun düşüncelerini politikleştirmeye ve çağdaş kamu politikası formülleri ile ilişkilendirerek günümüz siyasetinde rol almasını sağlamışlardır. Strauss’un elbette politik görüşleri de vardı: liberal demokrasiyi komünizme ve faşizme tercih ediyor, totaliter ideolojilere karşı durduğu için Winston Churchill’e büyük bir hayranlık duyuyor ve felsefi modernlik krizinin Batı’nın kendisine güvenini yıkacağından endişe duyuyordu. Ancak öğrencilerine aşıladığı şey, bir kamu politikası talimatları kümesi değil, Batı’nın felsefi geleneğini ciddiye alıp anlamaya yönelik bir istekti.[31]

Felsefi bakımdan ”modernlik krizi”nin Batı’nın kendine güvenini yıkacağından endişe duyan Strauss, sanılanın aksine öğrencilerine bir ”kamu politikası” ilkeleri değil, Yeni Muhafazakârlığın teorik arka planını oluşturacak bir politika felsefesi bırakmış diyebiliriz. Yeni Muhafazakârların ana akımı açısından Leo Strauss’un büyük önem arz etmesinin nedenlerinden biri de, onun liberalizmin yanlışlarına ilişkin derin felsefi analizlerinin olmasıdır. Çoğunlukla Chicago Üniversitesi’nde ders veren Strauss, Yahudi soykırımının liberalizm, demokrasi ve modern toplumun bir sonucu olduğunu iddia etmektedir. Liberal demokrasiyi güçsüz olduğu ve diktatörlüklere zemin hazırladığı için eleştiren, dahası aşağılayan Strauss, toplumun merkezinde bir seçkinler grubunun bulunması gerektiğini savunmuştur.[32]

Nitekim Yeni Muhafazakârlar da, Strauss gibi, liberal demokrasilerin “aşırı özgürlük” anlayışının demokrasi ve kapitalizm için bir tehdit oluşturduğunu düşünmektedirler. İşte bu noktada, Strauss’un geliştirdiği politika felsefesinde sınırsız bir özgürlük değil, demokrasiyi koruyacak ve geleceği garanti altına alacak bir sınırlı, disiplinli hatta otoriter bir özgürlük öngörülmektedir. Leo Strauss ve onu takip eden Yeni Muhafazakârlar, çok kültürlü ya da kozmopolit yapılara da karşıydılar. Batı kültürüne ve uygarlığına düşman olan, onları tehdit eden ideolojilere ve dinlere hoşgörü gösterilmesini sorunlu bulurlardı. Aslında homojen bir toplum tasavvuru çizen Strauss ve Yeni Muhafazakârlar için, bir ötekileştirme şarttı. Bu ötekiyi ise “düşman” kavramı ile tanımlayabiliriz. Strauss’da da düşman kavramı oldukça önemlidir. Leo Strauss, Hocası Carl Schmitt’e 70 yıl önce yazdığı mektupta bu durumu şöyle açıklar: ”İnsan doğası gereği kötü olduğu için egemenliğe ihtiyaç duyar. Ancak egemenlik insanları bir birlik içinde başka insanlara karşı birleştirilerek kurulabilir. İnsanların birleşmesi mecburen başka insanlara karşı bir akittir.”[33] Buradan düşmanın ne kadar önemli olduğunu ve düşman bulunmazsa bir tane yaratılmasının kaçınılmaz olduğunu görebiliriz. Bu yüzden, Yeni Muhafazakârlar da hiçbir zaman iyi ve barışçı bir dünya düzeninin kurulacağına inanmazlar. Hatta kuşku ile baktıkları uluslararası örgütleri genelde boş kurumlar olarak görmektedirler.

Leo Strauss ve onu takip eden Yeni Muhafazakârlar, halkın mutluluğu için yalan söylenebileceğini de düşünmektedirler. Bu ”soylu yalanlar”, sadece halkın mutluluğu için ve onların bilmemesi gerekenleri öğrenmemesi için söylenir. Aslında bu düşüncede çok kuvvetli bir şekilde halk tabakaları ile yönetici takımı arasında bir ayrım olduğunu ve hakikati sadece küçük bir azınlığın bilmesi gerektiğine inancı vardır. Leo Strauss, toplumun mutlu ve güvenli yönetimi için, din ve inançların yönetici sınıf ve seçkinler tarafından etkin bir araç olarak kullanılmasını önerir. Strauss ateist olmasına rağmen, dine bir eleştiri getirmez. Görüldüğü gibi, Strauss kendisinin inanmadığı dini, Hobbes gibi, insanların huzur ve mutlulukları için bir ihtiyaç/araç olarak görüyordu. Seçkinlerin siyasal tanrıtanımazlığı ile halkın dine inanması arasında bir çelişki olmadığını da düşünüyordu. Çünkü kitleleri yönlendirmek için din ve inanç gerekliydi. Strauss, inin sıradan insanlar için kesinlikle gerektiğine inanmaktadır.

Yeni Muhafazakârlar, Ronald Reagan döneminden itibaren Sovyetlere “Şer İmparatorluğu” denmesini sağlayan ekiptir. Düşmanı seçerken ve tanımlarken hep dini terimler üzerinden hareket etmişlerdir. Yeni Muhafazakârlar, komünizmden sonra yeni düşman olarak terör ve köktendinciliği tanımladılar. Aslında onlara göre düşman yoksa siyasette yoktur. Bu dini kaynaktan beslenen argümanlar ile Amerikan halkının düşmana karşı tek ve bütün olarak birleşmesini sağlıyorlardı. Strauss’un, bu ve benzer konularda, kavramın popüler anlamı hareket eden bir Makyavelist olduğu söylenebilir. Zaten kendisi de bir Makyavel hayranıdır.

Leo Strauss’a göre, Amerika (ABD) en iyi ve en meşru düzendir. Klasik siyaset felsefesi, en iyi rejim ile meşru rejimler arasındaki bir ayrım olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla, klasik siyaset felsefesine göre, geniş bir meşru rejimler yelpazesi bulunmaktadır. Yani belli koşullarda hangi rejimlerin meşru olduğu o koşullara göre değişir. Buna karşılık, doğal kamu hukuku okulu, gerçekleştirilmesi her koşulda mümkün olan iyi sosyal düzenin arayışı içindedir. Dolayısıyla, bu koşullara bağlı olmaksızın, her hal ve şartta kendisini doğru ve meşru olarak kabul ettirecek bir düzeni betimlemeye çalışmaktadır. [34] İşte Strauss’a göre, doğal kamu hukuku gereğince hem meşru, hem de bütün kusurlarına rağmen en iyi olan yönetim Amerika Birleşik Devletleri rejimidir. Bu durum, Amerika Birleşik Devletleri’ni bir tür ”seçkin ülke” haline getirir. Dolayısıyla, Birleşmiş Milletler’e muhalefet, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargılama yetkisine ABD askerlerinin dâhil edilmemesi, Kyoto Protokolü’nden çekilme, Dünya Ticaret Örgütü’nün kurallarını aşarak konulan çelik kotası gibi tek yanlı uygulamalar da Washington’un ”doğal hakkı” olmaktadır.[35]

Ona göre, bu iyi düzeni devam ettirmek için her yolun mübah olduğu bir düzen oluşabilir. Buradan hareketle, Strauss’un öğrencileri de, örneğin İsrail’in koşulsuz desteklenmesi gibi görüşleri savunurlar. Aslında Strauss’a baktıkça, toplumun neyin iyi olduğuna bakmadan, var olan yönetime bağlı kalması gerektiği ve onları iyiye yöneltecek seçkinler varsa iyi yurttaş şerefi ile yaşamaları gerektiğini düşünür. Bu görüşler, Yeni Muhafazakâr akım içinde önemli bir noktada bulunmaktadır. Ayrıca üstün insan kavramı, Strauss’da hemen hemen aynı özelliklere sahip ayrıcalıklı varlık olan filozoflara atfedilir. Bu seçkin insanların hakikati bilmeyen halk yığınlarını onların mutluluğu ve güvenliği için yönetmesi, Strauss’da kendini oldukça gösterir. Leo Strauss’un felsefesini Yeni Muhafazakâr akım içerisinde ve Amerikan siyasal yaşamı içinde eğer maddelersek şöyle özetleyebiliriz:

  • Dünya yönetim açısından iyi ve kötü yönetimler vardır.
  • ABD’de uygulanan demokrasi, mevcut yönetimler içerisinde en az kötü olandır. İnsanoğlu günümüze kadar ferdin gelişmesi açısından bundan daha iyi bir yönetim tarzını bulamamıştır.
  • Demokrasi ile yönetilen rejimler, kendilerini diktatörlükle yönetilen rejimlere karşı korumak zorundadır. Çünkü diktatörlükle yönetilen rejimler, yayılmacı rejimlerdir.
  • Diktatörlükle yönetilen rejimlere, demokrasi dayatılmalıdır. Gerekirse güç kullanılmalıdır.
  • Demokrasinin yaygınlaştırılması, ABD ve dünyanın güvenliği için şarttır.
  • Dünyada Amerikan değerlerinin yüceltilmesi ve yaygınlaştırılması gerekir.[36]

Sonuç

Makale bütününde ele alınan ve kuşkusuz her biri daha geniş işlenebilecek konuları sonuç bölümünde toparlamak hayli zor olacaktır. Leo Strauss’un felsefesinin zaten çok yönlü olması ve bu felsefeyi siyasal yaşamda uygulamaya sokan Yeni Muhafazakârların siyasal uygulamaları bizleri, bu konu hakkında söylemlerimizi çok dikkatli olmaya sevk etmiştir. Günlük politika ya da uluslararası ilişkiler üzerine herhangi bir eser vermemesi, Strauss’un din ve siyaset üzerine görüşlerini aynı kendinin kadim politika filozoflarında yaptığı okuma tarzındaki gibi söyleneni değil, söylenmeyeni metinlerinden çıkarmaya itmiştir. Aslında bu işi bizden çok önce Yeni Muhafazakârlar uygulayarak, Strauss’u günümüzün aklı ile yeniden okuyarak ve aradaki kopuklukları bağlayan önemli diğer düşünürler ile hayata geçirmişlerdir.

Leo Strauss’un politika felsefesinin karakteristiğini, “modernite krizi” oluşturmaktadır. Modernitenin yani yeni olanın eski olan ne varsa iyiyi, erdemi yok ettiğine inanır. Bu, Batı insanının temel problemi olarak Strauss’da kendini tanımlamaktadır. Ayrıca modernite, “Vahiy”i yani ilahi kaynağı kökten atarak insanı köksüzleştirmiş olduğunu söyler. Bu köksüzlük, hem insanın insani değerlerini yitirmesinden, hem de dinin yerine yeni ideolojilerin almasından dolayı Batı insanının bir krizin içinde olduğunu söylemektedir. Öze dönerek geleceğini bulması gereken Batı insanın ancak bunu Atina (klasik politika) ve Kudüs (ilahi kaynak) dönerek gerçekleştirebileceğine inanır. Leo Strauss Batı İnsanının kaybettiği iyiliğin, erdemin diğer suçlusu olarak Liberalizmi gösterir. Liberalizmin aşırı özgürlüğünden hem de halk ile elitler arasındaki ayrımı yok ettiği gibi herkesin hakikate ulaşması fikrinden Strauss liberalizme karşı cephe almıştır. Leo Strauss’un öğrencileri ya da müritleri diyebileceğimiz grubunda liberalizme şüphe ile baktıkları bilinmektedir.

Yeni Muhafazakârlarında Amerikan siyasetinde demokrasi, liberalizm gibi kavramları sadece araç olarak kullandıkları görülmektedir. Birleşmiş Milletler gibi sınırlayıcı ya da hayalî bir dünya barışı için çalışan kurumları hata olarak görmektedirler. Onlar ancak savaş varsa siyaset vardır inancından yola çıkarak sadece güçlü olanın haklı olduğu görüşünde buluşurlar. Amerikan yönetiminde etkili olan bu grup Asil yalanlar (kitle imha silahları), Uluslararası antlaşma ve kurallardan muafiyet (güçlü olan her şeyi yapar) , dinin kullanılması ( Hıristiyan ve Evanjelik akımların desteklenmesi), olağanüstü hal (istisnalar yaratmak), sürekli savaş ve önleyici savaş gibi yönelimler açıkça Strausscu yönelimlerdir. Aslında Yeni Muhafazakârların uyguladığı politik ve sosyal kararlarda sadece ekonomik çıkarlar ya da günlük politik çıkarlar yoktur. Daha basit anlamı ile Amerika’nın Ortadoğu’da bulunmasının, İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemesinin, Dünya kaynaklarına olan yoğun ilginin, bütün dünya coğrafyasında askeri hâkimiyet ve her an savaşlara hazır olmasının altında derin ve çok yönlü bir felsefe yattığını görebiliriz. Bunların sadece günlük politik söylemler üzerinden değerlendirilmesi sorunlu bir bakış açısı olabilir. Her yapılan ve uygulanın arkasındaki felsefeye inmek bizi hakikate götürür.

Leo Strauss’un politik felsefisi kendisini klasik veya kadim filozoflarda bulurken, Dini görüşleri onu Makyavelci bir siyaset bilimci yapmıştır. Strauss bir ateist olmasına rağmen dinin öneminin ve değerinin halk yığınları için ne anlama geldiğini çözümleyerek onu Makyavel gibi yönetimin ilkeleri arasında görmüştür. Yalnız bunu açıkça söylemeyip, arkalarından yürüdüğü klasik politika filozofları gibi sadece belli bir elit kesimin anlayacağı şekilde dile getirmiştir. O halk yığınlarının hakikati ya da yönetimin ilkelerini bilmemesi gerektiğini şiddetle düşünür. Bu onun çok katı bir Elitist olduğunu da ortaya koymaktadır. Zaten, Strauss’un felsefesi bir halk felsefesi değildir, elitler için hazırlanmıştır. Onun takipçileri de elitist ve belli bir azınlık olarak bu durumu uygulamaya sokarak bir klan gibi hareket etmişlerdir. Yeni Muhafazakârlar, düşünsel selefleri gibi, toplumsal eşitlik ilkesine karşıdırlar. Bu ilkeye uygun uygulamaların yürürlüğe konmasına direnç ile karşı dururlar. Çünkü onlara göre, toplumsal eşitlik, stratejik seçkinlerin yok olmasına yol açacaktır. O seçkinler ki, üstün nitelikleriyle uygarlığın anahtarını ellerinde, dillerinde ve kafalarında taşımaktadırlar.[37]

Yeni Muhafazakârların önemli özelliklerinden biri de güç ve egemenlik arayışıdır. Onların diplomasiyi küçümseyen bir bakış açısı olduğu gibi uluslararası alanda askeri güç kullanmaya eğilimlidirler. Çünkü güçlü olanın haklı olacağı savından hareket ederek Amerikan siyasetini bunun temelleri üzerine oturtmuşlardır.

Leo Strauss’u önemli yapan şeyin felsefesi olduğunu ama onu daha önemli hala sokan ise Yeni Muhafazakârların Amerikan siyasetinde uygulamasıdır. Strauss’un felsefesi üzerinde Yeni Muhafazakâr klan arasında nasıl bir bağ olduğunu güncel örnekleri ile vermeye çalıştık. Onların Din ve Siyasete olan bakış açıları ve uygulamalarını inceledik. Gerçekten Leo Strauss’un oldukça ilginç ve sorunlu bir düşünür olduğu kanısına varabiliriz. Lakin ondan daha sorunlu olan ve dünya politik sahnesini işgal eden Yeni Muhafazakârların siyasal olanı dini içerik ile yeniden tanımlayarak oluşturdukları görüşler hepimizi etkilemektedir.                                  

 

KAYNAKÇA

  • KAYA, Günsoy Funda, Felsefe ile Teolojinin Kavşağında Schmitt ve Strauss’ta ”Politik Olan”, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2010.
  • YANARDAĞ, Merdan, Yeni Muhafazakârlık Neo-Conlar Dünya’da ve Türkiye’de Post-Modern Gericilik, Destek Yayınevi, İstanbul, 2013.
  • BİLİCİ, Mücahit, “‘Terör ile Savaş’: Amerika’da Yeni Muhafazakâr Düşüncenin Entelektüel Kaynakları Üzerine”, Köprü Dergisi, Sayı: 94 Bahar 2006.
  • STRAUSS, Leo, Politika Felsefesi Nedir?, Çev: Solmaz Zelyüt Hünler, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2000.
  • TAŞDEMİR ve ÖZEN, Yeni Muhafazakâr Amerikan Dış Politikası ve Türkiye, Odak Yayınları, Ankara, 2006.
  • STRAUSS, Leo, Doğal Hak ve Tarih, Çev: Murat Erşen & Petek Onur, Say Yayınları, İstanbul, 2011.
  • DUBIEL, Helmut, Yeni Muhafazakârlık Nedir?, Çev: Erol Özbek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.
  • YANARDAĞ, Merdan, Yeni Muhafazakârlar (Neo-Cons), Chiviyazıları, İstanbul, 2004.
  • FUKUYAMA, Francis, Neo-Conların Sonu Yol Ayrımındaki Amerika, Çev: Hasan Kaya, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2006.
  • DİKER, Alaattin, Leo Strauss ve Şakirtleri, Nisan 2006,  www.haber10.com.
  • AKDEMİR, Erhan, “Amerikan’ın Ortadoğu Politikasının Şekillenmesinde Düşünce Kuruluşlarının Rolü”, Orsam, Sayı: 8, Cilt: 2, 2007.
  • ERGİL, Doğu, “Muhafazakâr Düşüncenin Temelleri ‘Muhafazakârlık ve Yeni Muhafazakârlık”‘, www.politics.ankara.edu.tr/Dogu_Ergil.

[1] Felsefe ve Teolojinin Kavşağında Schmitt ve Strauss’ta ”Politik Olan”, Funda Günsoy Kaya, Paradigma Yayınları, İstanbul 2010, s. 135.

[2] Funda Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, s. 135.

[3] Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, s. 135.

[4] Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, s. 138.

[5] Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, s. 142.

[6] Günsoy Kaya, istanbul, 2010, s. 141.

[7] Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, s. 136.

[8] Yeni Muhafazakârlık Neo-Conlar Dünya’da ve Türkiye’de Post Modern Gericilik, Merdan Yanardağ, Destek Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 111.

[9] Funda Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, s. 143.

[10] Funda Günsoy Kaya, İstanbul, 2010,s. 144.

[11] Funda Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, ss. 144-145.

[12] Mücahit Bilici, ”Terör ile Savaş: Amerika’da Yeni-Muhafazakâr Düşüncenin Entelektüel Kaynakları üzerine”, Köprü Dergisi, Bahar 2006, Sayı: 94, s. 4.

[13] Politika Felsefesi Nedir?, Leo Strauss, Çev. Solmaz Zelyüt Hünler, Paradigma Yay., İstanbul, 2000, s. 24.

[14] Funda Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, s. 149.

[15] Leo Strauss, İstanbul, 2000, s. 4.

[16] Funda Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, ss. 151-152.

[17] Leo Strauss, İstanbul, 2000, ss. 4-5.

[18] Leo Strauss, İstanbul, 2000, ss. 8-9.

[19] Yeni Muhafazakâr Amerikan Dış Politikası ve Türkiye, Çınar Özen ve Hakan Taşdemir, Odak Yay., Ankara, 2006, s. 20.

[20] Funda Günsoy Kaya, 2010, ss. 168-169.

[21] Doğal Hak ve Tarih, Leo Strauss, Çev: Murat Erşen & Petek Onur, Say Yayın, İstanbul, 2011, s. 209.

[22] Funda Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, ss. 201-202.

[23] Leo Strauss, İstanbul, 2000, s. 10.

[24] Funda Günsoy Kaya, İstanbul, 2010, s. 232.

[25] Leo Strauss, İstanbul, 2000, s. 10.

[26] Merdan Yanardağ, İstanbul, 2013, s. 48.

[27] Merdan Yanardağ, İstanbul, 2013, ss. 48-49.

[28] Merdan Yanardağ, İstanbul, 2013, s. 53.

[29] Yeni Muhafazakârlık Nedir?, Helmut Dubıel, Çev: Erol Özbek, İletişim Yay., İstanbul, 2013, s. 11.

[30] Yeni Muhafazakârlar (NEO-CONS), Merdan Yanardağ, Çiviyazıları, İstanbul, 2004, ss. 38-39.

[31] Neo-Conların Sonu Yol Ayrımındaki Amerika, Francis Fukuyama, Çev: Hasan Kaya, Profil Yay., İstanbul, 2006, s. 34.

[32] Merdan Yanardağ, İstanbul, 2013, s. 61.

[33] “Leo Strauss ve Şakirtleri”, Alaattin Diker, 4 Nisan 2006, s. 3, www.haber10.com.

[34] Merdan Yanardağ, İstanbul, 2013, s. 150.

[35] Merdan Yanardağ, İstanbul, 2013, s. 152.

[36] Erhan Akdemir, “Amerikan’ın Ortadoğu Politikasının Şekillenmesinde Düşünce Kuruluşlarının Rolü”, Orsam, 2007, Sayı: 8, Cilt: 2, s. 61.

[37] Doğu Ergil, “Muhafazakâr Düşüncenin Temelleri ‘Muhafazakârlık ve Yeni Muhafazakârlık’”, www.politics.ankara.edu.tr/Dogu_Ergil, ss. 287-288.