DÜŞÜNCE

Deli Dumrul’un Köprüsünden İkiz Kulelere Özgürlük Kavramının Sorgulaması

Varoluşçuluk düşüncesine göre, insanın en değerli varlığı özgürlüğüdür. İnsan, bu özgürlüğe mahkûm bulunduğunun idrakine vardığında terk edilmişlik ve yalnızlık duygusuna boğulur. Bulantı ve yabancılık bu duygunun yansımalarıdır. Özgür olmak bir anlamda sahipsiz kalmaktır. Sahipsizlik hissi kişiyi ya Tanrı’yı aramaya ya da Tanrı’yı reddetmeye yöneltebilir. Yahut da Tanrı’yla beraber olduğunu düşünerek kendisini avutur. Özgürlük ürkütücüdür. Oysaki bir yere ait kalmak, sahiplenilmek, korunup kollanmak ve hatta kullanılmak durumlarında kişinin omuzlarından ağır bir yük kalkacağı için insanlar özgürlüklerinden ödün vermeye eğilimlidirler. Babasız kalmış bir çocuğun hayat içindeki şaşkınlığı ve bocalaması buna iyi bir örnektir. Kişiliğini yetkinleştirememiş bir kadının ansızın dul kalması da böyledir. Sahipsiz bir toplum ise kaosa sürüklenmişliğin çıkmazından ancak devlet denen otoriteye sığınarak kurtulabilir. Deneyimli politikacılar bunun farkında olarak toplum içindeki sayısız bireyleri kendilerine bağımlı kılmakta zorlanmamaktadırlar. Toplumu bağımlı kılmanın en etkili silahlarından biri korkutmaktır. “Birey, her an, hem kendi, hem de türün kendisidir.”[1] Kierkegaard’ın bu saptamasındaki birey yerine vatandaş kavramını koyduğumuzda tür’ün muadili olarak siyasi toplumu buluyoruz. Siyasi toplum ise devletli demektir. Şu halde birey, hem kendisidir hem de devletin üyesidir. Baba olarak devletsizlik bireyin ve toplumun yıkımıdır. Kişisel çıkarlarla toplumsal menfaat birbirine sımsıkı bağlıdır. Böylesi bir ortamda devletin kendi vatandaşlarını korkutarak dizginlemesi en kestirme yol gibi görünmektedir.

Erich Fromm son derece baskıcı bir babanın oğlundaki davranışları izah ederken, söz konusu baba baskısı nedeniyle oğulda babaya itaat dürtüsünün pekişeceğini belirtiyor. Oğul aslında babasına içten içe nefret besler fakat işbu nefretten kaygı doğacağı için oğul ister istemez babaya boyun eğer. Çünkü kaygıyla başa çıkmak çok zordur. Kaygı intibaksızlığı doğurur ki intibaksız bireyin hayata tutunabilmesi apayrı bir sorundur. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında bunu görebiliyoruz. “Kendini koruma ihtiyacının zorunluluğu, insanı ister istemez içerisinde yaşayacağı şartları kabul etmek zorunda bırakır.”[2] Aynı şekilde, vatandaşın kendini koruma dürtüsü sebebiyle devletin dayatmalarını kabullenmesi hem zorunluluktur hem de işin kolayına kaçmaktır. Hürriyet temelindeki demokrasiyi maske edinmiş bir devlet bizatihi kendi vatandaşını açlık, asayişsizlik, terör, borçlanma, işsizlik gibi unsurlarla tehdit edebilir. Bu bağlamda, terörün süreğenleşmesi vatandaşı gelecek endişesine sürükler. Geleceğinden kaygı duyan vatandaşlarsa terör belâsıyla mücadele veren devletin her talebini zoraki de olsa onaylar. Yakın tarihten bir örnek verirsek: İkiz Kuleler’in terör saldırısıyla (üstelik de canlı yayınla) yerle bir edilmesi sonucunda Amerikan halkı Amerikan devletinin her tasarrufunu (demokrasi ve özgürlük idealine rağmen) kolayca onaylamıştır. Erich Fromm bunu özetle şöyle değerlendiriyor: “İnsan, hürriyete ulaştıkça ve fert halini aldıkça şu iki şıktan birini seçmek zorunda kalacaktır: Ya sevgi ve yaratıcı işten ileri gelen bir içtenlikle kendisini dış dünyaya bağlayacak, ya da şahsi hürlüğünü ve ferdi benliğinin bütünlüğünü ortadan kaldıran birtakım bağlarla belli bir güvenliğe ulaşmaya çalışacaktır.”[3]

Demek ki özgürlüğü vaat eden demokrasi de ürkütücüdür. Muayyen bir güvenlik uğrunda vatandaşlar birtakım bağımlılıkları, birtakım dayatmaları, kısacası sert otoriteyi kabullenerek kişisel hürriyetinden taviz vermeye yatkındırlar. Ekonomik baskı ve örneğin dinsel baskı daima devlet açısından geçer akçedir. İran rejimi kendi şartlarına özgü şeriat söylemiyle kendi vatandaşlarını rahatça kontrol altında tutabilmektedir. Devletin siyasi rejimi teokratik de olsa, demokrat da olsa, sert veya yumuşak milliyetçilik de olsa pek bir şey değişmiyor. Devlet doğası gereği otoriter baba rolünü oynamaya mecburdur. Devletin vatandaşına yönelik şefkatli yüzü ise devlet ana maskesidir. Madalyonun ön yüzünde baba, arka yüzünde ana vardır diyebiliriz. Dede Korkut Kitabı’ndaki ilk hikâyede Baba Dirse Han ile Oğul Boğaç Han çatışması devlet madalyonunun iki yüzünü bize gösteriyor. Öz oğlunu bir tehdit olarak gören Baba Dirse Han ölüm hükmünü vermiştir, oklamıştır ve bozkırda ölüme terk etmiştir. Baba Dirse Han törenin/beyliğin/devletin otoriter kişisi sıfatıyla mevcut düzenin bozulmasından endişelidir. Fakat çevresindeki adamlarınca (bürokratlar diyelim) dolduruşa getirilmiştir. Beylikten imparatorluğa entrika hep vardır. Yanıldığının/yanıltıldığının henüz farkına varamayan babaya karşın Oğul Boğaç Han’ın annesi otoritenin şefkatli yönü sıfatıyla biricik oğlunu terk edildiği yerde bularak tedavi eder. Oğul ölseydi beyliğin soyu tükenecekti ki asıl düzensizlik budur. Kaosu önlemek uğrunda öz oğlunu ölüme terk eden babaya rağmen yine kaosu önlemek derdindeki anne öz oğlunu iyileştirerek aksaklığı giderir. Devlet ve toplum temelinde düzenin korunması Dede Korkut’ta, Kamran Aliyev’in yerinde tespitiyle, nehirlerin kurumasın söylemiyle ifadesini bulmaktadır: “Dede Korkut destanında Oğuz hayatının ciddi bir sembolizmi vardır. Destanın bütün yapısında baştan sona kadar ana motif gibi geçen ve dağların yücelmesine, nehirlerin çağlamasına, ağaçların daima yeşil kalmasına dayalı bu sembolizm, Oğuz hayatının ve Oğuz insanının değer ölçüsüdür.”[4]

Değersizlik ise, otoriteye körü körüne boyun eğmekten kaynaklanıyor. Korku dağları bekler sözü buna delildir. Özgürlüğün ağırlığından kaçınmak, konfor veya azıcık aşım ağrısız başım kestirmeciliğiyle bana dokunmayan yılan bin yaşasın tavrını ilke edinmek apaçık bir şekilde gönüllü tutsaklıktır. Dede Korkut’taki Deli Dumrul karakteri körü körüne boyun eğmez, ölüm meleği Azrail’e bile kafa tutarak yakın geçmişimizdeki dik başlı İttihatçılar gibi otoriteye meydan okur. Dikkat edilirse Deli Dumrul’un otorite takmaksızın sahiplendiği köprü kuru bir dere üzerindedir. Deli Dumrul’un bu aykırı davranışı nehirlerin kurumasın söylemine terstir. Buradan ne anlam çıkarabiliriz? Denebilir ki Deli Dumrul o ödün vermez şahsiyetiyle nehirleri kurutmayı göze alabilmektedir ve bedeli ne olursa olsun hürriyetinden vazgeçmeye yanaşmamaktadır. Yüksek bürokrat konumundaki Azrail’i eslemeyen Deli Dumrul kendi çağının İttihatçısıdır ya da İttihatçılık ruhunun öncülüdür.

Özgürlüğün teminatı olarak demokrasinin bütün dünyaya Batı’dan yayıldığı bir gerçekliktir. Fakat mesele sadece ve sadece özgürlük arayışından mı ibarettir acaba? Lévi-Strauss’un sorgulaması şöyle: “Batı yaşam biçiminin (ya da onun bazı yönlerinin) benimsenmesinin kendiliğinden olmadığına (ki Batılılar kendiliğinden olduğuna inanmak isterler) dikkati çekmekle işe başlayacağız. Bu benimseme, özgürce verilmiş bir karardan çok, bir seçenek eksikliğinden ileri gelir. Batı uygarlığı, askerlerini, ticari temsilciliklerini, tarımsal işletmelerini, misyonerlerini tüm dünyaya yerleştirmiştir. Dolaylı ya da dolaysız bir biçimde, değişik renkli toplulukların yaşamına müdahale etmiştir. Bu toplulukların geleneksel yaşam biçimlerini gerek kendininkini kabul ettirerek, gerekse yerine hiçbir şey koymaksızın var olan çerçevelerin yok olmasına yol açacak koşullar düzenleyerek, tepeden tırnağa altüst etmiştir.”[5]

Bu uzunca alıntıdan apaçık anlıyoruz ki, Batı dışındaki toplumların Batı kaynaklı demokrasiyi kendilerine de mal etme girişimlerinin tek nedeni hürriyete kaçış değil, bir bakımdan, seçenek yetersizliği sebebiyle kendilerine has yaşam tarzlarından kaçmaktır. Batı dışı toplumlar şu halde hürriyete kendi iradeleriyle balıklama atlamış sayılamazlar. Tam tersine, denize düşen yılana sarılır hükmünce, kendi özgün evrenlerinden ödün vererek özgürlüğe mahkûm kalmışlardır. Dolayısıyla burada erdemli bir özgürlük arayışından çok zorunlu özgürleşme yanılgısı var gibidir.

Metin Savaş

[1] Soren Kierkegaard, Kaygı Kavramı, sayfa 21, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2006

[2] Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış, sayfa 17, Tur Yayınları, Ankara 1972

[3] Erich Fromm, sayfa 22

[4] Kamran Aliyev, Açık Kitap Dede Korkut, sayfa 122, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2018

[5] Claude Lévi-Strauss, Irk, Tarih Ve Kültür, sayfa 45, Metis Yayınları, İstanbul 2013