DÜŞÜNCE

Medenî Yetersizlik ve Dinsel Sapkınlık

Metin Savaş

Türk toplumunun birtakım davranışları dikkatli bir gözlemci için birtakım ipuçları demektir. Şöyle ki: Bizim insanımız çarşıdan, pazardan, marketten ve benzeri mekânlardan alışveriş yaptığında alışveriş poşetini doğrudan doğruya saplarından tutarak taşımak yerine, alışveriş poşetinin ağzını bağlayıp düğümledikten sonra taşımayı tercih etmektedir. Bizim insanımız bunu kâh bilinçli bir şekilde böyle yapar kâh farkında bile olmaksızın, otomatik bir tavırla yapar. Niçin yapar? Çünkü bizim insanımız asırlar boyunca Orta Asya’dan bütün dünyaya göç etmiş bir kavmin üyeleridir. Tam göçebe veya yarı göçebe yaşam tarzı bir yana, Türk toplumu bu göçerlik psikolojisini hem müşterek şuurunda hem de bireysel şuurunda ve elbette şuuraltında daima mahfuz tutmuştur. Göç yolunda çıkınların ağızlarının düğümlenmesi pratiği hiçbir zaman vazgeçemediğimiz davranış kalıplarımızdan biridir. Büyükannemin evinde ekmek beze sarılırdı ama bu sarılma yeterli görülmüyor olmalıydı ki bezin uçları da düğümlenirdi. Annem ise bez yerine ekmeği naylon poşette muhafaza etmekteyken yine naylon poşetin ağzını bağlamaktadır. İşte poşetlerin ağızlarını bağlayıp düğümlemek örneğinde karşımıza çıkan birtakım davranış kalıplarımız bizim tam anlamıyla yerleşik bir toplum haline gelemediğimizin ipuçlarıdır. Son asırlardaki muhaceret olgusunun Türk toplumunda yarattığı travma da objeleri biteviye korumaya yönelik dürtümüzü hep canlı tutmuştur. Coğrafyadan coğrafyaya kavimsel göçler, yurt içindeki aşiretsel hareketlilik ve imparatorluğun dağılma sürecindeki zorunlu muhaceretler Türk toplumunda –zaten güdük olan– kentlileşme olgusunu büsbütün örselemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasiye geçişiyle birlikte popülist politikaların eklemlenmesi ise bir çağdaşlaşma projesi olan kentlileşme hamlesini kesintiye uğratmıştır.

Oysaki yerleşiklik bağlamında medenileşmek demek şehirli olmak demektir. Burjuvası bulunmayan Türkiye’de eşraf kültürünün de peyderpey zayıflayıp yok olmasıyla beraber tastamam şehirli diyebileceğimiz vatandaş kitlesi münferit örnekler dışında neredeyse hiç kalmamıştır. Vaziyet böyle olunca da, ülkemizde vatandaşlık bilinci yetkin bir şekilde teşekkül edememiştir. İkinci Abdülhamid devrinde ve Atatürk döneminde inşa edilmiş olan okul binalarındaki estetik ile demokrasiye geçişin ardından inşa edilmiş ve edilmekte olan okul binalarının estetiğini kıyasladığımızda şunu görmekteyiz: Öncekiler ile sonrakiler arasında kıyaslama yapma keyfiyeti söz konusu bile değildir, çünkü sonrakilerde, temaşa edilebilecek estetik yoktur. Her ne kadar yetmişli yıllara dek estetik kaygıların kırık dökük de olsa varlığını sürdürdüğü bir gerçekliktir. Altmışlı ve yetmişli yıllarda bestelenen piyasa şarkılarının hâlâ dillerimizden düşmediği malumdur zaten. Hâlbuki seksenli yıllardan bu yana bestelenmiş olan şarkıların neredeyse hiçbiri toplumsal hafızada yer edinememiştir. Elli yıl önceki besteler ve güfteler hâlen daha ezberimizdedir ama geçen yıl bestelenmiş olan şarkı altı ay öncesinden unutulmuştur bile.

Komplo teorileri kapsamında bütün bu unutulmaların, seviyesizliklerin, estetikten arındırmaların kötücül bir toplum mühendisliğinin eseri olduğu söylemine sarılarak –toplum olarak– kendimizi mağdur ve mazur göstermemiz hem yararsızdır hem de sorunlarımıza çözüm üretebilecek bir yaklaşım değildir. Aldatıldık mı? Aldanmasaydık efendim!

Toplumsal talepler niteliğe bakmıyorsa, salt hazcılık peşindeyse bu sadece kötücül toplum mühendisliğinin eseri olamaz. Avrupa gazetelerinin yazı ağırlıklı formatı ile Türk gazetelerinin görselliğe dayalı formatı arasındaki fark bile çok anlamlıdır. Türk milleti sözlü kültürden görsel kültüre sıçrayıvermiş ucube bir toplumdur. Yazılı kültür bizde hiçbir zaman tam olarak tahakküm kuramamıştır. Danişmendli beyliğinde ve Türkiye Selçuklularının ilk devresinde müspet bilimlere dair kitaplar yazılmış olduğunu bugün artık bilmekteyiz. İlkel mekanik robotların yapıldığı bir Selçuklu Türkiye’sinden çok sonra Kayseri’de uçak fabrikasının kurulduğu Atatürk Türkiye’sine geçiş yapabilmiş bir millet nasıl olmuştur da bugün artık bir rektörün “ilkokula bile gitmemiş cahil vatandaşlara ihtiyacımız var” demecini verebildiği bir bağnazlığa sürüklenebilmiştir? Bunun pek çok nedeni bulunabilir ama temel sebeplerden birisinin din algısı olduğu apaçık meydandadır. Yaratıcı ahlâk yerine durağan bir din dayatması Türkiye’yi kasıp kavurmuş, yozlaşmaya zaten eğilimli Türk toplumunu büsbütün çürütmüştür. Entelektüel izahlar yapmak yerine biz bu yazımızda gündelik hayatın içinden birkaç örnek vereceğiz ve böylelikle Türk toplumundaki durağan din algısını teşhir edeceğiz. Şöyle ki:

Geçmiş günde, yazar olduğumu işitmiş bir üniversite öğrenci beni arayıp bulmuş ve tanışmak için geldiğini söylemişti. Bir kahvehanede oturduk sohbet ettik. Epeyce konuştuktan sonra üniversiteli delikanlı şöyle dedi: “Özel bir soru yöneltebilir miyim?” Ben izin verince şu soruyu yöneltti: “Beş vakit namaz kılıyor musunuz?” Ben de bu delikanlıya şöyle karşılık verdim: “Müslüman bir kimseye sorulması gereken ilk soru kitap okuyor musunuz şeklinde olmalıdır.” Delikanlı bunun sebebini sorduğunda peygambere gelen ilk vahyin ve dolayısıyla ilk buyruğun namaz değil de ikra (oku) olduğunu hatırlattım. Delikanlı ne demeye çalıştığımı anlamış olarak ayrılmıştı yanımdan. Yine geçmiş günde, bir başka üniversiteli delikanlı yine aynı tanışma gerekçesiyle beni arayıp bulduğunda, yine uzun uzadıya sohbet ederken, önceki tecrübemi hatırlayarak bu ikinci delikanlıya ben bir soru yönelttim: “İslam dininin ilk emri nedir sence?” Delikanlı “tabii ki namaz” cevabını verince “Acaba?” diye karşılık verdim. Sonuç itibarıyla bu ikinci delikanlı da meramımı anlamış olarak yanımdan ayrılırken bana şöyle demişti: “Ağabey, sen benim kafamı karıştırdın.”

Arkeolog Sergen Çirkin’in sık sık tekrarladığı “Sami şarlatanlığı” saptaması su götürmez biçimde hakikattir. Yaratıcı ahlâk yerine durağan din baskısı toplumları kemiren yaman bir hastalıktır. Tanrı’nın vahyini bilgiye, kitaba, düşünceye vesaireye değil de namaza indirgemek ölümcül bir hastalıktır. Namazın bir vasıta (araç) olduğunu unutup gündelik yaşamın merkezine namazı yerleştirmek ama sorgulamadan ve düşünmeden uzak kalmak en başta vahye terstir. “Hiç düşünmez misiniz?” ve “Ne kadar az düşünüyorsunuz!” anlamındaki ayetleri hatırlayacak olursak (ve buna, namazda Tanrı’dan başkasını düşünmemeyi salık verip, dünya işlerini düşünmekten men etmeyi eklersek) müspet bir dinin yerine menfi bir dini ikame etmekte olduğumuzu kavrayabiliriz. Bağnazlık yüklü din dayatması, her şey bir yana, insan doğasına aykırıdır. Namaz kılarken Tanrı’dan başka hiçbir şey düşünmemek imkânsızdır. İbadet esnasında Tanrı’dan başka şeyler düşündüğümüzde bunu şeytanın oyunu olarak yorumlamaksa saçmalıktır zaten. İnsan zihni hiçbir zaman uyumaz. İnsan zihni hiçbir şekilde tek düşünceyle kısıtlı kalamaz. Dolayısıyla gündelik hayatımızın birtakım anlarında Tanrı’dan başkasını düşünmeyi yasaklamak demek Tanrı’nın insana yönelik tasarımına aykırı davranmak demektir. Kabaca bir benzetmeyle, koyun belki sadece otlağı düşünüyor olabilir ama insan sadece Tanrı’yı düşünebilecek bir fıtrat üzerine yaratılmamıştır. Şayet insanın bu tabiatı bir tasarım ise bu tasarımın kurucusu iblis de değildir. Şu halde, Tanrı’nın tasarımına ters düşecek birtakım kuralları Tanrı vahyinden kaynaklandığı varsayılan durağan din adına dayatmak Tanrı’nın rızasını kazanmak sonucunu vermeyecektir.

Şu an okumakta olduğunuz yazının yazarı olarak benim iddiam şöyledir: Ahlâk vicdandır, ahlâk vahiydir. Din ise kurgudur. Din, beşer ürünüdür. Son peygamberin, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim,” mealindeki sözü yoruma bile ihtiyaç bırakmayacak derecede açık anlamlıdır. Bir yanda isyan ahlâkından dem vururken öte yanda namaz kılmayanın katlini savunan birtakım ucubeler ahlâklarıyla ve vicdanlarıyla değil, bağnazlık dolu din algılarıyla ve içlerindeki şiddet eğilimleriyle hareket etmektedirler. İskoç yazar Robert Louis Stevenson Dr. Jekyll ile Bay Hyde adlı romanında çift kişilikli bir roman karakterinin hikâyesi anlatır. Bu romanın yazarı Stevenson zaten gerçek hayatta bizzat kendisi de çift kişilikli bir yaşam sürmüştür. İyi huylu Dr. Jekyll kendi iç dünyasındaki kötülüğü müşahhas hale getirip getiremeyeceği merakıyla bir deney yapmaya yeltenir. Anlaşıldığı üzere Dr. Jekyll işbu deneyde kendisini kobay olarak kullanmıştır.

Londra’da saygın bir hayat yaşamakta olan, dürüst karakterli Dr. Jekyll, kendisine has birtakım yöntemlerle içindeki kötülüğü müşahhas hale getirmeyi başardığında çift kişilikli bir insana dönüşecektir. Victoria döneminin örtük bir eleştirisi olan bu roman aynı zamanda Batı medeniyetinin dayatmalarına bir isyan teşebbüsüdür. Çünkü insan doğasına getirdiği birtakım kısıtlamalar nedeniyle Dr. Jekyll toplum içinde rol yapmak zorundadır. Bu yazının konusu Stevenson’ın romanını tanıtmak ya da özetlemek olmadığı için ayrıntıya girmeyeceğim. Dr. Jekyll iç dünyasındaki kötülüğü müşahhas hale getirmeyi başarıp da Bay Hyde adını verdiği ikincil kişiliğini Londra sokaklarına sürüklediğinde zorbalıktan cinayete varıncaya dek birtakım suçlar işlemeye koyulacaktır. Dr. Jekyll esas itibarıyla iyi bir insan olduğu için Bay Hyde adını verdiği ikinci kişiliğinin yaptıklarını onaylamaz, vicdanen rahatsız olur. Ne var ki Dr. Jekyll diğer kişiliğini kendi iradesiyle dilediği zaman ortaya çıkartabilmektedir. Peki ama vicdanen rahatsızlığa kapıldığı halde diğer kişiliğine niçin gem vurmaz? Onu niçin yok etmez? Çünkü diğer kişiliği sayesinde Londra medeniyetinin kısıtlamalarına meydan okuyabilmektedir ve bundan haz almaktadır. Fakat sonra işler sarpa saracaktır ve Dr. Jekyll ikinci kişiliği karşısında kontrolü kaybedecektir. Daha sonrasında ise, peyderpey, Bay Hyde karakteri baskın çıkmaya başlayınca Dr. Jekyll çaresizliğe sürüklenerek hem kendisini hem de diğer kişiliğini intihar ederek ortadan kaldıracaktır.

Bu yazımıza Medenî Yetersizlik başlığını vermiş olmamıza bakıldığında bir çelişki seçilmektedir. Ne var ki Dr. Jekyll’ın isyan ettiği medeniyet ile isyan ahlâkının önerdiği medeniyet birbirlerinden çok farklıdır. İnsan fıtratındaki çift kutupluluk bir gerçekliktir. Şu halde birtakım kısıtlamalar zorunludur. Aksi halde Dr. Jekyll gibiler daima mağlup olacaklardır ve Bay Hyde gibiler çoğu zaman dizginleri ele alacaklardır. İşte yaratıcı ahlâk karşısında durağan din böyledir. İnsanın içindeki beşer bu ikincisidir. Dr. Jekyll insandır ve Bay Hyde beşerdir. Birincisi Habil iken ikincisi Kabil’dir.

Aslına bakılırsa, kötücül Bay Hyde karakterini Dr. Jekyll karakterinin doğurmuş olması gibi, Kabil’i Kabilliğe sevk eden de bir anlamda Habil’dir. Kabil ile Habil bir efsane midir yoksa bu ikisi bir zamanlar gerçekten yaşamış mıdır saplantısına kapılmamıza da gerek yoktur. Habil ile Kabil’i insan-beşer karşıtlığının birer sembolü veya arketip olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Amerikalı yazar Steinbeck’in Cennetin Doğusu adlı romanı Habil-Kabil karşıtlığını en iyi sergileyen yapıtlardan biri olarak gösterilebilir. Çünkü bu öykü insanlığın kadim anlatısıdır. Dr. Jekyll iç dünyasındaki Bay Hyde sayesinde şiddete yönelik özgürlüğü yaşama imkânına kavuşmuştur. Ruhbilimci Erich Fromm İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri adlı çalışmasında şöyle der: “Savaşta, suçta, kişisel tartışmalarda ve her türden yıkıcı ve sadistçe harekette açığa çıkan insanın saldırgan davranışı, boşalma yolları arayan ve kendini açığa vurmak için uygun bir durumun doğmasını bekleyen, kalıtımsal olarak programlanmış doğuştan bir içgüdüden kaynaklanır (Birinci Kitap, sayfa 20, Payel Yayınları, İstanbul 1993).

İşte Dr. Jekyll saldırgan içgüdülerine uygun bir durum olarak Bay Hyde karakterini açığa çıkartmıştır. Zira, Dr. Jekyll kimliği ile saldırgan içgüdülerini boşaltamayacaktı. İnsan karşısındaki beşer tatmin bulma yolunda daima tetikte beklemektedir; uygun bir zemin bulduğundaysa harekete geçmekte tereddüt etmez. Yaratıcı ahlâkın karşısında pusuya yatmış olan durağan din işte insan karşısındaki beşere geçit veren bir zemindir. Bunun içindir ki, ahlâk, vahiyle beslenmiş bir vicdan iken, din kurmacadır. Saygın bir insan olan Dr. Jekyll sınır tanımayan özgürlük tutkusuyla Bay Hyde karakterini laboratuar ortamında (deneysel yöntemlerle) müşahhas hale getirdiği içindir ki kurgu (tasarım) yoluyla kötülüğe hayat vermiştir. Yaratıcı ahlâka meydan okuyan durağan din de işte böyledir. Bağnazca kurumlarda oluşturulmuş bir kurgudur din. Ve işbu durağan dine karşı çıkıldığında ise dinsiz damgası vurulması bir tehdit olarak beklediği için beşerlikten insanlığa sıçramayı samimiyetle arzu eden pek çok kimse kıpırdayamaz hale gelmektedir. İsyan ahlâkının önündeki en büyük engel işte bu kurmaca dindir.

Britanyalı edebiyat kuramcısı Terry Eagleton, kötülüğü sorgularken şu saptamada bulunuyor: “İnsanların en korkuncuyla, akıl almayacak kadar monotonuyla, yani kendinle, bir yere tıkılıp kalmandır cehennem (Kötülük Üzerine Bir Deneme, sayfa 26, İletişim Yayınları, İstanbul 2012).

Açık ve net olarak temaşa edildiği üzere, Tanrı adına hareket ettikleri vehmine kapılanlar indinde vahşet hem olağandır, hem gereklidir hem de güya Tanrı buyruğudur; katli vaciptir şeklindeki söylemlerden tutunuz da pek çok yasaklamaları ısrarla cinsellik üzerine inşa etmeleri insanî değil beşerî tavırlarından kaynaklanmaktadır. Kimi söylencelerde Habil ile Kabil’in kapışmasının kız meselesine dayandırılması yeterince açıklayıcıdır zaten. Kız meselesi ve şiddet (cinayet) beraberdir. Semavî oldukları iddiasındaki dinlerde kadınların mabetlerden dışlanması ve kamusal alanlardan uzaklaştırılarak kapatılmak istenmesi ve hatta ülkemizdeki töre cinayeti olgusunun kurbanlarının sadece kadınlar olması Habil-Kabil çatışmasına dek indirebildiğimiz kötülüğün apaçık sahnesidir.

Kabil’i Kabilliğe sevk eden bir anlamda Habil’dir demiştik yukarıda. Habil kendi nefsine (payına düşene) hayır diyebilseydi Kabil şiddete meyletmeyecekti. Şu halde yegâne suçlu Kabil midir? Dr. Jekyll’ın Bay Hyde karakterini kendi içinden kusması gibi, Habil de –kendi çıkarı uğrunda– Kabil’in cürümüne meydan vermiştir.

Jean Baudrillard postmodern zamanların çözümlemesini yaparken şöyle der: “Aynı zamanda her şey cinsel hale geldi, her şey arzu nesnesidir (Kötülüğün Şeffaflığı, sayfa 15, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2012). Baudrillard’ın bu çözümlemesi esasen tüm zamanların panoramasıdır. Bütün dinlerde kadın ve cinsellik saplantısı (vahiy tarafından değil) dindarlarca başat kılınmıştır. Kadını iblisin ayartıcı kulları gibi algılayarak aynı kadını Tanrı’nın kulluğundan aforoz eden sapkınca bir davranıştır bu. Küfürdür ve Tanrı karşısına şeytanı koyarak ikincil bir ilâh yaratmak cüretkârlığıdır.

Acaba erkekler niçin kadına düşmanca bir tavır almaktadırlar? Kadın şamanlığı irdeleyen Fuzuli Bayat’tan alalım cevabı: “Kadın şamanların özellikle ilkel toplayıcılık ve avcılığın ilk dönemlerinde daha etkili olduğu veya şamanlık kurumunun kadınlarla temsil olunduğu düşünülür… Devletin oluşumu, ilkel toplumların çözülmeleri aşamasında görülen sınıfların doğuşu olgusuyla bağlantılı şekilde gerçekleşmiştir ki, bu da erkeğin rolünün öne çıkmasına, toplumsal düzeyin de beraberinde şamanlık kurumunu yapılandırdığı erkek şamanların öne çıkmasını sağlamıştır (Türk Kültüründe Kadın Şaman, sayfa 46, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2010).

Şamanlık kurumunun başlangıçta kadınların inhisarında bulunması ve fakat akabinde devlet denen kurumun teşekkül etmeye başlaması sonucunda erkeklerin kadınları bir şekilde bertaraf etmeleri gerekmiştir. Yani, erkekler iktidarı kadınların elinden almaya karar vermişlerdir. İktidar el değiştirdiğinde ise önceki iktidarın kötülenmesi kaçınılmazdır. Kısaca söylersek; Habil-Kabil çatışması burada Kadın-Erkek kavgasına evrilmiştir.

Müspet manada medeniyetin zayıfladığı veya bulunmadığı yere dinsel bağnazlık konuşlanmakta ve tahakküm etmektedir. Sovyetler Birliği deneyimi de aynı sonucu vermiştir zaten; Rusya denen devasa ülkede medeniyet zayıflayınca komünizm bağnaz bir din şeklinde işlerlik kazanmıştır. Kapitalist toplumlarda da aynı durum söz konusudur. Nurettin Topçu’dan tutun da Erol Güngör’e varıncaya kadar düşünen/sorgulayan beyinler din algısını yermişlerse bu bir tesadüf olamaz. Din bağnazlığına karşı en sert eleştirilerin Mehmet Akif Ersoy’dan gelmiş olması da rastlantı değildir. İlahiyatçı Nadim Macit öteki din kavramını şöyle tanımlıyor: “Öteki Din: Egemen gücün, politik ve stratejik hedeflerine uyumlu bu din anlayışı Öteki’dir. Burada kullandığımız öteki; kendini üstün gören gücün ürettiği ve ortak olarak yanına aldığı ötekidir. Kur’an’ın dilinden, maksatlarından, Hz. Muhammed’in sözünden ve duruşundan uzaktır (Öteki Din, sayfa 13, Kripto Kitaplar, Ankara 2009).

Nadim Macit’ten yaptığımız alıntıdaki ‘kendini üstün gören güç’ ifadesi, Tanrı adına hareket ettikleri vehmine kapılanların şiddeti makul göstermeleriyle eşdeğer bir ifadedir. Üstünlük taslayanlar recm gibi cezaî uygulamaları Tanrı’nın buyruğuyla ilintilendirerek içlerindeki vahşet yüklü iktidar dürtülerini açık etmektedirler. Bu bağlamda, iktidar şiddet demektir. İktidar kötülük demektir. Ve iktidar için lazım olan kılıfsa Öteki dindir. Yaratıcı ahlâk ise saf dindir. Bu yazımızın en başına dönecek olursak; market poşetlerinin ağzını bağlayıp düğümleme dürtüsü salt objeleri koruma dürtüsü olmayıp, medenî yetersizlikten kaynaklanan kapalı kalma/kapalı tutma eğilimidir. Kadını kapatma, yaşamı sınırlandırma, Tanrı’nın adını kullanarak saf medeniyeti yozlaştırıp iktidarın oyuncağına dönüştürme tavrıdır.

 

Metin Savaş

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...