DÜŞÜNCE

Metaforların Kıskacında İnsanlaştırılan Tanrı

Muayyen bir şeyi anlatmak için o şeye benzetilen başka bir şeyin adını eğreti olarak kullanmaya metafor (istiare) diyoruz. Metaforlar gerçekliğin ödünçleme inşasıdır. İnşa oldukları için de kurmacadırlar. Canlılar âlemi içinde sadece insanlar metaforlara ihtiyaç duyarlar. İçerisinde yaşamakta olduğumuz gerçekliği kavrayabilmemiz için metaforlara başvuruyoruz. Hayvanlar için çimen çimendir, fakat biz insanlar içinse çimenin yanı sıra “ot gibi yaşamak” ya da “otlanmak” söz konusu olabilmektedir. Sonbahar bizlerin algısında yalnızca bir mevsim değildir, hayatımızın son demlerini de temsil etmektedir. Bu kapsamda metaforların temsil işlevi vardır. Altın yumurtlayan tavuk gerçek hayatta hayvan olarak yoktur, altın yumurta da yoktur, ama bize biteviye katkı sağlayan herhangi bir şey (nesne, kurum, fikir veya insan) metaforik bağlamda altın yumurtlayan tavuktur. Bizi ihya eden (varsıl kılan) şey de yine metaforik bağlamda altın yumurtadır.

Metaforik inşa sonsuzdur. Her alanda metaforları kullanıyoruz. Bilincimiz ve zekâmız metaforları hayat tecrübesi içerisinde kendiliğinden üretir. Bunun için özel bir gayret sarf etmiyoruz. Yine de sanatsal yaratımlarda sanatçı zekâsıyla yeni metaforlar üretilir ve hatta mevcut metaforlara değişik eğretilemeler yüklenir. Metaforlar kavramların niteliğidir. Pek çok metafor çeşidi vardır. Biz bu yazımızda insanlığın Tanrı algısını metaforlar üzerinden sorgulamaya yelteneceğiz. Yazımızın temel savı şudur: Biz insanlar, insan olduğumuz için, Tanrı’yı insanlaştırmaya eğilimliyizdir. Friedrich Nietzsche mealen “tavşanların bilinci olsaydı Tanrı’yı tavşana benzetirlerdi” demektedir. Biz insanlar da ister istemez Tanrı’yı kendimize benzeterek algılıyoruz, kendimize indirgeyerek tasavvur ediyoruz. Bizim bu tavrımız hem yanılsamadır hem de Tanrı’yı kendi gerçekliğinin dışına taşımaktır. Biz bu yazımızda Tanrı var mıdır yok mudur tartışmasını es geçerek, kesinkes var olduğu inancından yola çıkıp insanlığın Tanrı karşısındaki küstahlığına değineceğiz. Yine bu yazımızda Allah’a Tanrı demenin meşru olup olmadığı tartışmasına da girmeyeceğiz. Tanrı’dan kastımız âlemlerin mutlak yaratıcısı Allah olduğuna göre, bir başka tanrıyı veya tanrıları kastetmediğimize göre, günah işlemiyoruz demektir.

Kişileştirme (teşhis), insan dışındaki varlıkları (ki bunlar canlı ya da cansız varlıklar olabilir) insan gibi göstermektir. Birtakım varlıkları ve olguları anlayıp kavramamızı kolaylaştırması açısından kişileştirme gereklidir. Ne var ki Tanrı söz konusu edildiğinde kişileştirme bizi kâh yanıltmaktadır kâh kirletmektedir. Tanrı, İsa’nın babasıdır dediğimizde Tanrı’yı insanileştirmiş oluyoruz. Tanrı erkek değildir, kadın da değildir; Tanrı’ya cinsiyet atfedilemez. Tanrı görür, konuşur, işitir ama onun görmesi, onun konuşması ve onun işitmesi biz insanlarınki gibi değildir. Daha da ötesinde görmek, konuşmak ve işitmek biz yaratılmışlara özgü melekelerdir. Tanrı’nın bu melekelere ihtiyacı yoktur. Zaten bütün melekeleri Tanrı yaratmıştır. Tanrı kendi yarattıklarına muhtaçmış gibi bir algıya kapıldığımızda onun ilâhlığından kuşkuya düşmemiz kaçınılmaz olacaktır. Tanrı’nın sıfatları beşerî sıfatlardan münezzehtir. Tanrı lâmekân ise (ki öyledir) şu halde ibadethaneler Tanrı’nın evi (beytullah) olamaz. Bizler bu türden söylemleri ancak motivasyon ihtiyacıyla dillendiriyoruz. Müslümanlık inancına göre, Allah indinde hak din İslam’dır fakat İslamiyet Allah’ın dini değildir. Çünkü Tanrı ne dindardır, ne dinsizdir. Bütün bunlar insanlığa ait kavramlardır. Vahyi yaratan ve gönderen Tanrı’dır. Uçuk bir ifadeyle izah edelim: Delikli zımbanın malzemesini yaratan Tanrı’dır ama bizler o eşyaya Tanrı’nın delikli zımbası demiyoruz. Demeyi düşünmüyoruz bile. İslam da böyledir. Allah’ın dini değildir. Tanrı vahye muhtaç olamaz. Bizim Tanrı algımız indirgemeci bir algıdır. Beşerî sözcüklerle ve beşerî düşünüşle hareket ettiğimiz için Tanrı’yı idrakimiz mecburen kısıtlanıyor. Oysaki Tanrı biz insanların havsalasına sığmaz. Her şey bir varlıktır fakat Tanrı bir varlık bile değildir. Tanrı varlık ötesidir. Bilinmezdir. Dede Korkut şöyle der: “Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin.”

Tanrı mekânsızdır, dolayısıyla Gök Tanrı değildir. Her yerdedir veya hiçbir yerdedir ama bu tanımlar bile beşerî ölçülerdir. Tanrı’yı en büyük padişaha benzetmek (kavrama-idrak açısından gerekli olsa bile) gerçeklik açısından mesnetsizdir. O bir hükümdar değildir. Yine de Tanrı’ya hükümdar demek durumunda kalıyoruz çünkü beşerî kavramlar bizi buna zorluyor ve hatta mahkûm ediyor. Bununla birlikte “Tanrı mutlak hüküm sahibidir” dediğimizde inananlar için ayrı bir gerçekliği dile getirmiş oluyoruz. Buradaki sakınca şudur: Beşerî hükümdarlığı tanrısal hükümdarlıkla bağdaştırma dürtüsü bizleri çıkmaza sürüklemektedir. Birtakım kişilere Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi dediğimizde şirke düşmüş oluyoruz. Tanrı cisimsizdir ve cisim yoksa gölge de yoktur. Allah adına hareket ettiğimizi söylemek de şirktir. Hiç kimse Tanrı’nın halifesi, temsilcisi, sözcüsü ve zabıtası olamaz. Tanrı birilerini (peygamberleri) görevlendirse bile bu görevlilerin tanrısallaşmasından söz edemeyiz. Bu anlamda hiç kimse kutsal değildir. Tanrı’dan başka kutsal yoktur ve fakat kut ve kutsal da beşerî kavramlardır. Gayet tabii ki başka türlüsü de yoktur. Beşerî kavramlarla anlamaya ve tanımlamaya tutsağızdır. Biz insanlar kendi kelimelerimizi kullandığımız için suçlanamayız. Buradaki küstahlığımız, Tanrı’yı kişileştirmek keyfiyetidir. İşte bu keyfiyet saf dinleri bozuyor, tahrif ediyor ve çığırından çıkarıyor. Metaforların dayatması sebebiyle Tanrı’yı insanileştirmek yanlışına kapılanıyoruz. Öylesine kapılanıyoruz ki entelektüel seviyesi çok yüksek olması gereken birtakım devlet başkanları Tanrı’dan talimat aldıklarını söyleyecek derecede ileri gidebiliyorlar. İşte o zaman sorgulama, özgürlük ve eşitlik ilkeleri zedeleniyor ve biat kültürü insanlık onurunu parçalıyor. Senatörlerin dokunulmazlığını insan haklarına aykırı bulanların pek çoğu tarikat şeyhlerinin kutsallaştırılmasına ses çıkarmıyor. İtiraz edenlerse tarikatın değil Tanrı’nın düşmanı muamelesi görmekten kurtulamıyor.

Antropomorfizm (insanbiçimcilik) en genel anlamıyla, insanî özelliklerin insan dışı varlıklara ve bilhassa ilâhlara atfedilmesidir. Bu atfediş fiziksel, biyolojik ve hatta psikolojik boyutları kapsamaktadır. İnsanlar yanlış bir şey yaptığında Tanrı ya üzülür yahut da öfkelenir. Tanrısal ödüllendirmeyle tanrısal cezalandırma iman etmişler indinde bir hakikattir ama buradaki sakatlık Tanrı’yı bir diktatör gibi algılama eğilimidir. Tanrı’nın yüksek adaleti dirhem şaşmaz dediğimizde bile onu Saddam veya Hitler gibi tahayyül etmekten arınamıyoruz. Buradaki asıl sakatlık Tanrı adına ödüllendirme veya cezalandırma cüretkârlığıdır. Toplumun bütününün ya da toplumun bir kısmının hoşuna gitmeyen bir eylemi yadırgayanlar aslında kendi değer yargılarına göre yadırgadıkları gerçeğini savsaklayarak Tanrı adına kınıyorlar, Tanrı’dan yetki almışçasına başkalarını günahkâr, zındık, kâfir veya cehennemlik ilân ediyorlar. Büyük Mahkeme’yi kendi vicdanlarında ya da kendi dimağlarında kurarak Tanrı’nın yargılama yetkisine ortak oluyorlar. İşbu keyfi davranışlara bu satırların yazarı olarak kendi deneyimlerimi örnek vereceğim.

Psikanaliz ve edebiyat ilişkisine dair bir kitabı okurken mahallemizden bir hacı ağabeye yakalanmıştım. Beni şöyle azarlamıştı: “Neden böyle şeyler okuyorsun? Bu kitapları İslam dinini çökertmek isteyen masonlar yazıyor.” Hacı ağabeye ne okumalıyım diye sorduğumda verdiği yanıt şuydu: “İlmihal kitaplarını oku.”

Hacı ağabeyin ifadesi aynen böyleydi. Filan kitapları okumamı önermiyordu; doğrudan doğruya “oku” kipiyle buyruk veriyordu. Burada açıklamaya çalıştığım şey şudur: Tanrı’yı insanileştirmek (antropomorfizm) takıntısı biz insanların hürriyetini açıktan açığa kısıtlamaktadır. Binlerce kitap devirmiş meşhurca bir yazar (düşünen insan) olmama karşın hangi kitabı okuyacağıma karar verme yetkisi hacı ağabeydedir. Niçin böyledir? Böyledir çünkü Tanrı’yı insanileştirdiğimizde herhangi bir insan kendisini tanrısal alana koyabilmektedir. Koyabilmektedir çünkü bu durumda insanî alanla tanrısal alan arasındaki sınır muğlâklaşmakta ve karışmaktadır. Kaldı ki Tanrı için alan ve sınır zaten yoktur ama insanlar Tanrı’yı birtakım mekânlara zorlamaktadırlar. Yine bir başka mümin kişi ile sosyal medyada kapışmıştım ve “mutlak doğru ya yoktur ya da varsa bile mutlak doğruyu Tanrı’dan başkası bilemez” şeklinde bir paylaşım yapmıştım. Bu paylaşıma hiç tanımadığım mümin kişi yorum yaparak mutlak doğrunun “iki kere iki dört eder” şeklinde mevcut olduğunu ve kendisinin bu bağlamda mutlak doğruyu bildiğini ısrarla söylemişti. Hâlbuki İmam Maturudi imanın şüpheden doğması gerektiğini vurgulamaktadır ki bilimin temel şartı da şüpheciliktir. Meseleye bu açıdan baktığımızda günümüz Müslümanlığının ilerlemek yerine gerilediğini ve hatta İbn Haldun gibi bir dâhiyi yetiştirmiş olan geçmiş yüzyılların bile gerisine götürdüğünü kavrayabilmekteyiz.

Fransız düşünür Maurice Blondel “gizli ve saklıyı açıklık ve yeniden diriliş olarak anlayacak yerde, kapalı ve mezarımsı olarak anlarsak aldanmış oluruz”[i] demektedir. İnsanbiçimciliğin yanılsamalarından biri de Blondel’in bu uyarısında bulunabilir. Tanrı’yı insanileştirdiğimizde hem görünür kılmış hem de çarpık bir şekilde gizlemiş oluyoruz. Tanrı’yı metaforlar yoluyla kendimize benzettiğimizde (aslında bilinemez olmasına rağmen) bilinirliğin mezarına kapatıyoruz. İnsana benzetilen Tanrı gerçek ilâh değildir. Başka bir şeydir. Zihnimizin mezarlığındadır artık. “Metaforlar” kitabının iki yazarı “birtakım metaforlar saplantılarımızdan ortaya çıkarlar” dedikten sonra şöyle bir saptamada bulunmaktadır: “İnsan olmayan bir şeyi insan olarak görüyoruz.”[ii]

Tanrı’yı kişileştirme vahdet ilkesine de aykırıdır. Gördüğümüz ya da göremediğimiz (fakat varlığından haberdar olduğumuz veya varlığına inandığımız) her şeyi metaforların yardımıyla algılayıp tanımlamaya mahkûmuz elbette ama Tanrı söz konusu olduğunda metaforları putlaştırmamak gerektiğini de kavrayabilmeliyiz. “İnsan olmayan her şeyi insan olarak görüyoruz; fakat kişileştirme tek bir üniter genel süreç değildir; her kişileştirme farklılaşır.”[iii] İşte bu farklılaşma nedeniyle semavî dinlerin vahdet prensibi çürümektedir, bozulmaktadır, tahrif olmaktadır. Tanrı birdir desek de gerçek yaşamdaki her inanç sisteminin tanrısı metaforik algılar yüzünden farklı farklıdır. Hıristiyanlığın tanrısı oğul sahibidir, Yahudiliğin tanrısı güreş tutar, Japonların imparatoru ilâh-güneşin oğludur ve benzerleri.

Biz bu kısa makalede birtakım yanlışlara düşmüş olabiliriz. Bu makaledeki maksadımız Tanrı’nın insanlaştırıldığı gerçeğini hatırlatmaktan ibarettir.

Dipçeler    

[i] Maurice Blondel, Mistisizm, sayfa 21, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008.

[ii] George Lakoff – Mark Johnson, Metaforlar, sayfa 63, İthaki Yayınları, İstanbul 2015.

[iii] age, sayfa 64.

Metin Savaş

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...