DÜŞÜNCE Sosyoloji

Ortak Vicdanın Parçalanması ve Toplumsal Bölücülük

Britanyalı kültür tarihçisi Christopher Dawson, yeni bir Roma İmparatorluğu olmak iddiasındaki Şarlman İmparatorluğu’nun işbu iddiasını niçin gerçekleştiremediğini izah ederken, “Yıkılışının tohumları Şarlman İmparatorluğu’nun daha kuruluşunda filizlenmeye başlamıştır,” demektedir ve eklemektedir: “Çünkü bu imparatorluk gerek dâhilî ve gerekse uzvî bir birlik ilkesine sahip olmadığından, ortaya çıkışındaki etkinliğe rağmen heterojen (ayrı cinsten) bir yapıya sahip olmaktan da geri kalmamıştır.”[1] Şarlman İmparatorluğu’nun dâhilî ve uzvî birlik ilkesinden yoksun bulunması Türkiye Cumhuriyeti bağlamında hangi anlama gelmektedir? İşte biz bu yazımızda 1923’ten 2016’ya tökezleyerek gelmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yılı 2023’e doğru uzanırken dağılma tehlikesine maruz kalmışlığının nedenlerine değinmeye çalışacağız.

İbn Haldun, pek meşhur Mukaddime’sinde, “insanlar için tesirli bir yasakçı olmaksızın hayat behemehâl bir anarşi halini alır,”[2] saptamasında bulunuyor. Dawson’un sözünü ettiği birlik ilkesini, diğer boyutlarından önce, yasakçı (otorite) anlamında değerlendirmek gerekiyor. Apaçık malumdur ki, yasakçının/otoritenin bulunmadığı yerde kaos/anarşi türeyecektir. Şu halde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş hamlesindeki tek parti iktidarını tenkit ederken sağduyulu bir tavır takınmamız kaçınılmaz olmaktadır. Bir devlet demokrasiyle kurulmaz; demokrasi, kuruluşun ardından ve şartlar müsait olduğunda gelir. Bu itibarla, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran TBMM iradesinin tek parti iradesini ikame etmesinde yadırganacak bir şey yoktur. Buradaki maksat dayatmacı zihniyetin yerilmesi ise, pek çok filozofun söylediği üzere, her devlet doğası gereği despottur zaten: “Tabii olan kemâlî olandan önce gelir.”[3] demektedir İbn Haldun. Gerçekçi bir bilgin olarak İbn Haldun’un bu açık ifadesi Türkiye Cumhuriyeti’nin tek parti iktidarına kolayca uyarlanabiliyor.

Şarlman İmparatorluğu büyük hedefini tutturamayarak Roma İmparatorluğu olamamıştır, çünkü heterojen yapısı yüzünden dâhilî ve uzvî ilkeyi bünyesine yerleştirememiştir. “Roma İmparatorluğu olmak konusundaki iddiasına karşılık, aslında bir Frank krallığı olan Şarlman Devleti bu sebeple iki çelişik bünyevî unsuru; bir yandan Roma İmparatorluğu ve Hıristiyanlığın evrensellik geleneklerini öte yandan da, Barbar Avrupa’sının öznel kabile unsurunu bünyesinde taşıya gelmiştir.”[4] Dâhilî ve uzvî birlik ilkesi Şarlman Devleti için kabileciliğe takılıp kaldıysa, sözü dönüp dolaştırmadan söyleyelim, Türkiye Cumhuriyeti de –kabileciliği andırırcasına– dinsel cemaatçilik duvarına toslamıştır. Biz buna dinsel kabilecilik de diyebiliriz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası söz konusu edildiğinde komplo teorileri elbette görmezden gelinemez. Toplum mühendisliğinin birtakım tuzaklarla dolu projeleri sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin dâhilî ve uzvî birliği engellenmiştir. Türkiye’nin zemini zaten buna müsait idi. Ziya Gökalp bir yazısında meçhul filozofu şöyle konuşturur: “Türk milletinde maşerî vicdan (ortak vicdan) çok kuvvetlidir; bu hususta sair şark milletlerine benzemez. Diğer şark milletlerinde, henüz aşiret ve feodalizm teşkilatı kalkmamıştır. Bu sebeple, onlarda yalnız zümrevî (topluluğa ait) vicdanlar kuvvetlidir. Türklerde ise, aşiret ve feodalizm teşkilatları kalmadığı ve her Türk köyü, Avrupa köyleri gibi, bir komün mahiyetinde bulunduğu için, umum millete şamil gayet kuvvetli bir maşerî vicdan vardır.”[5] Ziya Gökalp’ın meçhul filozofunun dediği gibi, Türk milletinde kolektif vicdan çok kuvvetlidir ama aşiret ve feodalizm asabiyetleri Türkiye’de etnik olmaktan ziyade dinsel bağnazlık cephesiyle devam etmiştir. Aşiretin yerinde tarikat ve cemaat yapılanması vardır ve birtakım tarikat önderleriyle cemaat liderleri tıpkı feodal beyler gibi toplum üzerinde vicdanî baskı kurmuşlardır. Türkiye’de artık feodal bey yoktur ama feodal şeyh vardır. Ortaçağ kalıntısı bu yapılanma 21. yüzyıl Türkiye’sinde var gücüyle devam etmektedir. Öyle ki, Gülen cemaati örneğinde görüldüğü şekliyle devleti ele geçirme teşebbüsüne yeltenecek derecede zorba bir yapılanmadır bu.

Türkiye halkını oluşturan Türk toplumunda maşerî (ortak) vicdanın çok kuvvetli olması uluslararası siyasî rekabet kapsamında bir sorundur ve bir tehdittir. Şu halde Türkiye’yi (Türkiye karşıtlarının çıkarları doğrultusunda) örselemek ve zayıflatmak gerekiyorsa ilk olarak çok kuvvetli ortak vicdanı hedef edinmek kaçınılmazdır. Bir toplumun ortak vicdanı nasıl törpülenebilir? Tabii ki söz konusu ortak vicdanı parçalayarak! İşte milletleşmeyi ülkü edinmiş Türkiye’de yürütülen operasyon budur. Asıl bölücülük vicdanlarda yapılmaktadır. Bir toplumun en hassas organı inançtır; yani dindir. Şu halde Türk milleti en zayıf yerinden yakalanmalıdır ki güçsüz kılınabilsin. Müslümanlık inancı son derece dirençli olan Türk toplumunu vicdanen bölmenin en kolay yolu ise dinsel ayrıştırmadır. Türkiye’deki tarikatların köklü geçmişleri vardır ama bugünkü cemaatler türedi unsurlardır. Tarikatların yozlaşmışlığı veya çağımızın şartlarına uyum sağlamaktaki yetersizlikleri bir yana, türedi cemaatler Türk toplumunun ortak vicdanına sızarak zihinsel parçalanmaya yol açmışlardır. Öyle ki, ümmetin birliği şeklindeki söylemlerine karşın bu cemaatler birbirlerini öteki olarak hasımlaştırmışlardır ve mescitlerini bile ayırma cüretine gitmişlerdir. Oysaki ümmet tek ise, ibadetgâh da tek olmalıdır; ‘bizim cami – sizin cami’ şeklindeki yaklaşım ümmet esprisine kökten aykırıdır. Meseleyi bu bağlamda değerlendirdiğimizde cemaatçilik demek ümmette bölücülük demektir. Ruhban sınıfının bulunmadığı tek semavî din İslam dinidir tarzındaki söylem ise ya boş bir avuntudur, yahut da bir aldatmacadır. Gayet aşikârdır ki, şeyhlik, dedelik, cemaat önderliği türünden makamlar birer ruhbanlıktır.

Kültür tarihçisi Christopher Dawson’a tekrar kulak verelim: “Şarlman İmparatorluğu, şehir veya diğer yerleşme merkezlerinden ve ekonomik hayatın şartlarından yoksun şekilsiz ve teşkilatsız bir insan yığınını temsil etmekten öteye de geçememiştir. Önde gelen yetkilileri Roma’da olduğu gibi yetiştirilmiş ve eğitilmiş kamu görevlileri veya kanunî eğitimleri olan insanlar yerine, baştan sona kadar ya savaşçı kabile reisleri veya bölge yöneticileri olmuşlardır.”[6] Şarlman İmparatorluğu’nun Roma İmparatorluğu olamamasının veyahut da kısa sürede yıkılıp gitmesinin nedenleri bunlardır. Türkiye Cumhuriyeti’ne uyarlayacak olursak, şehir veya diğer yerleşme merkezlerinden ve ekonomik hayatın şartlarından yoksunluk ayniyle vakidir. Türk milleti saf dinden arındırılarak kurmaca din tarafından maşerî (ortak) vicdanı bölmesine terk edilmiştir. Bu itibarla cemaatler, fitne fücur kurumlar şeklinde çalışmışlardır. Zihinleri parçalayan cemaat prensipleri Türkiye halkının hem gerçek anlamda şehirlileşmesini önlemiş hem de ümmetin birliği bahanesiyle milletleşme sürecimizi sekteye uğratmıştır. Dawson’un sözünü ettiği savaşçı kabile reisleri ile bölge yöneticileri Türkiye’de cemaat liderleridir, şeyhlerdir, savaşçı terör örgütleri elebaşlarıdır. Bütün bu yerel elebaşılar (tıpkı Şarlman İmparatorluğu’ndaki gibi) kanunî eğitimleri olmayan vatandaşlardır. Türkiye Devleti’nin yasalarını reddederler ve böylelikle Türk vatandaşlarında ortak vicdanın oluşmasına ket vururlar.

Fransız düşünür Michel Foucault bir konferansında özetle şöyle konuşmuştur: “Her bir yeni edebiyat edimi en az dört olumsuzlama, dört ret, dört öldürme girişimi içerimler: Birincisi, başkalarının edebiyatını reddetmek; ikincisi, başkalarının edebiyat yapma hakkını bile reddetmek, başkalarının eserlerinin edebiyat olduğuna karşı çıkmak; üçüncüsü, kendinin edebiyat yapma hakkını reddetmek, bu hakka karşı çıkmak…”[7] Bizim bu makalemizle ilgisi bulunmadığı için dördüncü olumsuzlamayı (karmaşıklığından ötürü) burada es geçiyoruz. Foucault’nun yukarıdaki ilk üç olumsuzlamasını genelleştirince görüyoruz ki, her bir yeni edebiyat ediminin yerine türedi cemaatleri koyduğumuzda, öldürme girişimleriyle yüzleşmekteyiz. Birincisi, başkalarının cemaatini reddetmek; ikincisi, başkalarının içtihat yapma hakkını bile reddetmek, başkalarının inancının doğru itikat olduğuna karşı çıkmak; üçüncüsü, kendinin içtihatta bulunma hakkını reddetmek, bu hakka günaha girme endişesiyle karşı çıkmak ve dolayısıyla dindarların düşünmesini ve sorgulamasını yasaklamak. İşte güya Tanrı adına yapılan bütün bu dayatmalar Türk milletinin yaratıcılığını köreltmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır. Böylelikle de din, yapıcı bir unsur olmaktan çıkarak afyon haline gelmekte, Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma hedefinden alıkoymakta ve bırakınız seviyeyi yakalamayı, bırakınız seviyeyi aşmayı, Türk toplumunu Ortaçağ bağnazlığına geri döndürmektedir. Maturidiliğin akılcılığı yerine selefiliğin durağanlığı ve körlüğü Türk milletini gitgide parçalamaktadır. Şu halde, cemaatleşme demek milletleşmenin birlikteliğinden ödün vermek demektir ve ortak vicdanı parçalamak yoluyla da bölücülük yapmak demektir.

Kendinin edebiyat yapma hakkını reddetmek olgusu aynı zamanda kültürsüzleşmekle eşdeğerdir. Kısacası barbarlaşmak! Nitekim pek çok yozlaşmış tarikat ve türedi cemaat lideri belli başlı kitaplar dışında kitap okumayı kendi müntesiplerine yasaklamaktadır. “Roman okumayın çünkü zihninizi bulandırır” söylemi aslında sorgulamayı engellemek amacıyla üretilmiştir. Merhum cumhurbaşkanlarından Turgut Özal “edebiyat boştur” tarzında bir beyanat bile vermiştir. Hâlbuki j. J. Rousseau “fesada uğramış toplumlara roman lazım,” demektedir. “Roman cahili âlim yapmaz elbet ama cahile cehaletini hatırlatır.”[8] Türkiye’deki tarikatların Atatürk tarafından kapatılması ve Türkiye’deki cemaatlerin örtük veya aleni ortak hedefinin Atatürk olması esasen Şarlman İmparatorluğu’nun Roma İmparatorluğu’na dönüşememesiyle benzerlikler taşımaktadır. Atatürk’ün değil de cemaatlerin projesi baskın çıkacak olursa Türkiye Cumhuriyeti (Şarlman İmparatorluğu gibi) kısa ömürlü olacaktır.

Yazan: Metin SAVAŞ

[1] Christopher Dawson, Batının Oluşumu, sayfa 280, Dergâh Yayınları, İstanbul 1976

[2] İbn Haldun, Mukaddime cilt 1, sayfa 275, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982

[3] İbn Haldun, Mukaddime cilt 1, sayfa 267, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982

[4] Christopher Dawson, Batının Oluşumu, sayfa 280, Dergâh Yayınları, İstanbul 1976

[5] Ziya Gökalp, Çınaraltı Yazıları, sayfa 33, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2016

[6] Christopher Dawson, Batının Oluşumu, sayfa 281, Dergâh Yayınları, İstanbul 1976

[7] Michel Foucault, Büyük Yabancı, sayfa 67, Metis Yayınları, İstanbul 2015

[8] Dursun Kuveloğlu, Roman ve Romancı başlıklı makale, Kurgan dergisi, sayı 33, Eylül-Ekim 2016

Metin Savaş

1 Yorum

Yorum yazmak için buraya tıklayın...

  • Çok faydalı bir yazı olduğunu düşünüyorum. Çok değişik bir bakış açısı var ve öğretici olmuş. İnsan okurken bildiklerini fakat farkında olmadıklarını görüyor.