DÜŞÜNCE Sosyoloji

Sanat ve Sanatçı Karşısında Toplum

Gündelik hayatımızın tekdüze karmaşası veya dünya meşakkati içinde bizler debelenip dururken bedel ödeyerek (para vererek) niçin sanat eserlerini edinir ve tüketiriz? Daha pratik ihtiyaçlara harcayabileceğimiz bedeli niçin bir kitaba, bir tabloya ya da herhangi bir başka sanat eserine kaydırırız? Çünkü sanat bir ihtiyaçtır. Ama niçin ihtiyaçtır? Çünkü bizim hayatımızdaki tekdüzelik bir yanılsamadan ibarettir. Çağdaş düşünürlerden Ernst Cassirer’e göre, bir doğa parçası her zaman aynı olmamaktadır. Örneğin güneş tan sökerken başkadır, kuşluk vaktinde başkadır, ikindide ve günbatımında başkadır. Güneş aslında hep aynı güneştir ama bizim o güneşi algılayışımız mekâna ve zamana göre değişkenlik göstermektedir. Bizler gündelik hayatımızda bütün bu değişkenlikleri mekanik olarak algılarız. Oysaki sanatçının algılayışı çok daha kapsamlı ve derinliklidir. Sanat eserinin bir yoğunlaşma olduğunu belirten Ernst Cassirer “nesnelerin görünümlerinin kavranılamayan kısımlarının açık kılınması sanatın en büyük yetkilerinden biridir,”[i] demektedir ve şöyle eklemektedir: “Sanatçının hayal gücü nesnelerin formlarını keyfi olarak bulmaz. Onları görülebilir ve tanınabilir duruma getirerek gerçek biçimleri içinde bize gösterir.”[ii]

İşte sanatçı gösteren olduğu içindir ki bizler açısından vazgeçilemez bir ihtiyaçtır sanat. Yine Ernst Cassirer’e göre sanat, “realitenin kavramlar tarafından değil sezgiler tarafından, düşünce ortamı aracılığıyla değil duyusal formlar aracılığıyla yorumlanmasıdır.”[iii] Bir yorumlayıcı ve gösteren olan sanatçı bize gösterir fakat gerçeği gösterir. Bizim göremediklerimizi gösterir. İşte bu sebepledir ki Azerbaycan’ın çağdaş edebiyatçılarından Elçin Efendiyev bir romanında şöyle diyor: “Zavallı insan, miskin insan! Tabiat sana iki göz vermiş, ama sen kör yaşıyorsun ve kör de öleceksin!” Bizler gündelik hayatımızın içerisindeyken görülmeyen gerçek görünüşleri keşfetme zahmetine katlanamadığımızdan ötürü miskinizdir. Fakat sanatçı daima çalışır ve üretir. Sanatçının mesaisi dur durak bilmez; düş görürken, sokakta yürürken, başka bir işle meşgul olurken bile sanatçı hep bir şeyleri keşfetme çabası içindedir.

Her insan kendi hayatı ve kendi bedeni içerisinde bölük pörçüktür; hiçbir insan kendi bütünlüğünde tek değildir. Bütünlük de zaten bir yanılsamadır. Bizler kendimizi tam sanırız. Hâlbuki yarım bile değilizdir. Çok parçalıyızdır. Bizi sarıp sarmalamış olan kozmik zamanın yekpare zaman olmaması gibi, benliğimiz de paramparçadır. Ve sanatçı bizdeki parçalanmışlığı psikologdan bile daha net görebilen kişidir. Bu yönüyle sanatçı bir büyücü gibidir. Sanatçı hem kendisinden çekinilen/korkulan kişidir hem de hayranlık uyandırıcıdır. Peki ama bizler sanatçıdan niçin korkarız? “Bir insanın ruhu onun tasvirinde saklanır, bu tasvire sahip olan, o kişi üzerinde de güç sahibi olur ve o tasvire verilen bütün acıyı onun temsil ettiği kişi de çekecektir.”[iv] Müslümanlıkta tasvir sanatlarının yasak kılınmasının nedeni işte budur. Resmetmenin günah sayılması bir vahiy değildir. Bir insanın ruhunun tasvirde veya hergangi bir objede saklanmasına mitoloji terminolojisinde dış ruh denmektedir.

Azerbaycanlı felsefe ve filoloji doktoru Fuzuli Bayat kadın şamanlığa dair bir çalışmasında şaman ile zaman ilintisini şöyle izah etmektedir: “Şaman, cinsiyetine bakmaksızın kendi toplumuyla ecdatlar, yaşayan insanlarla ilk insanlar, ölülerle diriler arasında canlı aracıdır. Şamanlar, şimdiki zamanla geçmiş arasında, var olanla ilk zaman, şimdikiyle yaratılış çağları arasında mediyatörlük yaparlar. Bu arada gelecek hakkında kehanetlerde bulunsalar da (hastalık, savaş, kuraklık, kıtlık, hava vs.) şimdiki zamanı yaşarlar, geleceğe o kadar da önem vermezler, çünkü şimdiki zaman, geçmişle bağlar kopmadıkça, bağlar var oldukça mevcuttur ve şimdiki zaman geçmişin hesabına tekrar tekrar yaratılır. Şaman, bütün bilgi ve başarısıyla, giyim ve kuşamıyla geçmişin simgesidir. Amacı şimdiyi olabildiğince yaşanılır hale sokmak, kendi dünyasını diğer dünyaların kötü etkisinden korumaktır.”[v]

Fuzuli Bayat’ın bu ifadelerinden anlaşıldığı üzere, şaman, çok yönlü bir aracıdır ve hem mitik hem de kozmolojik geçmişin temsilcisi olarak an dediğimiz şimdiki zamanın düzenleyicisidir. Geçmişin temsilcisidir çünkü “bilincimizin ilk uyanış evrelerinden bu yana meydana gelen tüm olaylar, algıladığımız ve düşündüğümüz her şey tamamıyla hafızada saklı durmaktadır.”[vi] Fransız filozof Henri Bergson’un yaklaşımıyla, an dediğimiz şimdinin inşası ancak geçmişin birikimiyle, yani hafızayla mümkün olabilmektedir. Şu halde diyebiliriz ki, şaman toplumun hafızasıdır. Nitekim Oğuz kavminin hafızasının Dede Korkut olması gibidir. Oğuz evreninin anlatıcısıdır Korkut Ata.

Dinler tarihçisi Mircea Eliade şamanlığı şöyle tanımlıyor: “Tam ve tipik şamanlık tekniği bir kozmik kuşaktan (bölgeden, kattan) ötekine, örneğin yeryüzünden gökyüzüne ya da yeryüzünden yeraltına geçmekten ibarettir. Şaman bu dünyalar arasında sınırları aşmayı bilen adamdır.”[vii] Sanatçı da görülmeyeni görebildiği için sınırları aşabilmektedir. Nitekim sanatçının atasıdır şaman. Hekimin, büyücünün, bilim insanının da atasıdır. Bu itibarla bizler sanatçıdan hem çekiniriz hem ona hayranlık besleriz. Sanatçı aynı zamanda kıskanılan ve dışlanan kimsedir ki kabak tadı vermiş olan aydın-halk kopukluğu serzenişinin arka planında bu hasetlik ve ötekileştirme vardır. “Mitoloji sanatçıya iki tip başarı atfeder. Birincisine göre sanatçı varlıkları biçimlendirir, ikincisine göre gökyüzüne ulaşan ya da büyüklük ve ihtişam açısından tanrıların yaşadığı yerlerle boy ölçüşen binalar inşa eder. Babil Kulesi hikâyesi insanın hudutsuz tutkusunun ve tanrısal cezanın en bilinen örneğidir.”[viii] Tanrıları öfkelendiren sanatçı bizleri de kızdırmaktadır çünkü kendimiz hakkındaki gerçekleri suratımıza çarpmaktadır. Sanatın topluma ve bireye tutulan bir ayna veya ifşa olarak görülmesi bu nedenledir. Yine bu nedenle toplum tarafından sanatçılar kâh dışlanırlar kâh hayranlıkla karşılanırlar. Sanat galerisinde veya kitap fuarlarında uzun kuyruklar oluşturmamız bu yüzdendir. Yalnızca sevdiğimiz değil, içten içe nefret beslediğimiz sanatçıyla yüzleşmekten hoşlanırız. Ernst Fischer, sanatın, hayatın yerini tuttuğunu söyler ve şöyle der: “İnsanla çevresi arasında sürekli bir dengenin varlığı en gelişmiş toplumlarda bile düşünülemeyeceğine göre, sanat geçmişte olduğu gibi gelecekte de gerekli olacak demektir.”[ix]

Şamanın bir aracı olması ve şimdiyi olabildiğince yaşanılır hale sokmaya çabalaması uyarınca sanatçı da gerçeği gösterebilen bir yorumcudur. Şamanlar, şimdiki zamanla geçmiş arasında, var olanla ilk zaman, şimdikiyle yaratılış çağları arasında mediyatörlük yapıyorlarsa, sanatçılar da yalın görünümlerin çok yönlü görüntülerini yakalar ve gösterir. Yalın görüntü bir yanılsamadır ve sanatçının gösterdikleri ise hakikattir. Tabii ki yoruma dayalı hakikatlerdir bunlar. Şu halde sanatçının gösterdiklerini de sorgulamak gerekmektedir. Ve şu halde mutlak gerçeklik hiç yoktur. Yine de bizim görebildiğimiz gerçeklikten çok daha derinliklidir sanatçının gösterdiği gerçeklik. Belki de bu sebeptendir ki âlimin yanılgısı cahilin doğrusuna yeğ tutulmuştur. Ernst Fischer şöyle sormaktadır: “Milyonlarca kişi kitap okuyor, müzik dinliyor, tiyatroya, sinemaya gidiyor. Neden?”

Ernst Fischer’ın kendi sorusuna kendi yanıtı şöyle: “Belli ki kendini aşmak istiyor insan. Tüm insan olmak istiyor… Kişiliğinin geçici, rastgele sınırları, yaşayışının kapanıklığı içinde tüketmek zorunluluğuna başkaldırıyor. İstiyor ki, benliğinden ötede, kendi dışında ama gene de kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olsun.”[x] Fischer’a göre, insan, bütünlüğe ancak başkalarında kendi yaşantısı olabilecek yaşantıları görüp onları kendinin kılmakla varabileceğini sezer. İşte bu sezgi bizi sanata sürüklüyor. Nitekim Cassirer’e göre sanat, realitenin kavramlar tarafından değil sezgiler tarafından, düşünce ortamı aracılığıyla değil duyusal formlar aracılığıyla yorumlanmasıdır demiştik.

Çağdaş Amerikan felsefesinin ünlü estetikçilerinden Suzanne K. Langer düşünmenin temel atkının sembolleştirme olduğunu ve düşüncenin malzemesinin de sembolizm olduğunu belirtir ve şöyle bir saptamada bulunur: “Öyleyse düşünen organizma düşünmenin devamını sağlamak için daima yaşantılarının sembolik kopyalarını yapmak zorundadır.”[xi] Ve zaten sanat mimesistir. Ne var ki gerek Langer’e gerekse Cassirer’e göre sanat sadece doğanın taklidi değildir. Şamanlar nasıl ki şimdiki zamanı geçmişin hesabına tekrar tekrar yaratıyorlarsa, sanatçılar da yalın görüntüleri gözlemleyerek başka başka görüntüler yaratırlar. Sanatçılar taklit etmekle yetinmezler. Toplum indinde büyücü gibidirler. Toplumlar ise sanatsız yapamadıkları gibi ve sanatçıya hayranlık besledikleri halde aynı sanatçıya mesafeli bir duruş sergilerler.    

Yazan: Metin SAVAŞ

[i] Neclâ Arat, Sembolik Form Olarak Sanat, sayfa 54, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1977

[ii] Sembolik Form Olarak Sanat, sayfa 55

[iii] Sembolik Form Olarak Sanat, sayfa 56

[iv] Ernst Kris ve Otto Kurz, Sanatçı İmgesinin Oluşumu, sayfa 80, İthaki Yayınları, İstanbul 2013

[v] Fuzuli Bayat, Türk Kültüründe Kadın Şaman, sayfa 99, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2010

[vi] Bergson’dan aktaran: Şerif Eskin, Zaman ve Hafızanın Kıyısında, sayfa 133, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014

[vii] Mircea Eliade, Şamanizm, sayfa 291, İmge Kitabevi, Ankara 1999

[viii] Sanatçı İmgesinin Oluşumu, sayfa 91

[ix] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, sayfa 7, E Yayınları, İstanbul 1979

[x] Sanatın Gerekliliği, sayfa 8-9

[xi] Sembolik Form Olarak Sanat, sayfa 126