DÜŞÜNCE Tarih

Şehzade Sancağı Manisa

Şehzadelik geleneğinin kökenleri ve amacı:

Monarşik devletlerde “monark” yani hükümdar için en önemli meselelelerden birisi kendisinden sonra yerini alıp gücü devam ettirecek bir varis bırakabilmektir.  Gücü devam ettirebilmeleri için de varislerin iyi eğitim almaları ve devlet yönetiminde henüz tahta geçmeden bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. Bu sebeple monarşik veliahtlar tarih boyunca hanedanlarının gözbebekleri olmuş ve doğumlarından itibaren tahta hazırlanmışlardır. Ancak aynı anda birden fazla veliahtın bulunması durumunda taht kavgaları kaçınılmazdır ve bu durum sadece bizde değil, batılı monarşilerde de sıklıkla yaşanmıştır. Biz burada Osmanlı Devleti’nin taht varislerini yetiştirme geleneğinden, taht kavgalarını önleme çabalarından ve bu gelenekte önemli bir yere sahip olan Manisa’dan bahsedeceğiz.

Osmanlı Devleti’nin klasik döneminde şehzadeler, yönetimde tecrübe kazanmaları amacıyla sancak denilen idari birimlere yönetici olarak gönderilmişlerdir. Sancağa çıkma denilen bu usul, eski Türk geleneklerine dayanmaktadır.

İlk dönemlerden beri Türklerde “ülke hükümdar ve ailesinin ortak malıdır” anlayışı gelişmiştir ve bu anlayışın gereği olarak da ülke toprakları hanedanın malı sayılmıştır. Yönetimin başında bulunan “kağan”, kendi ailesine mensup olanları “şad”, “yabgu” gibi ünvanlar ile idari ve askeri görevlere getirmiştir ve  ülkelerini oğulları arasında paylaştırmışlardır. Oğuz Kağan destanında “ Ey oğullarım! Ne çok (sınırlar) aştım! Ne çok savaşlar ve vuruşmalar gördüm! Kargılar fırlattım! Çok oklar attım! Aygırlarımla çok (yollar) yürüdüm! Düşmanlarımı ağlattım! Dostlarımı güldürdüm! Gök Tanrı’ya ben borcumu ödedim! Yurdumu sizlere veriyorum! (Oğuz destanı, Bang, 42) bahsi geçer.


İslamiyetin kabulünden sonra kurulan devletlerde de bu gelenek devam etmiştir. Hükümdar ailesine mensup olanlar önemli devlet kademelerinde görev almış, idari birimlere yönetici olarak gönderilmişlerdir.

Osmanlı Devleti’ne kadar kurulmuş Türk devletlerine baktığımızda merkezi yapının zayıf, veraset yasasının yetersiz olduğunu görmekteyiz. “ülke hükümdar ve ailesinin ortak malıdır” anlayışının, Türk devletlerinin uzun ömürlü olmasını engellediği, verasette bir belirsizlik yarattığı açıktır. Bu anlayış, uzun ömürlü taht kavgalarına ve devletlerin hanedan üyeleri arasında parçalanmasına sebep olmuştur.

Osmanlılarda ise veraset sistemindeki bu yapı değiştirilmiştir. I. Murad döneminde “ülke hükümdar ve ailesinin ortak malıdır” anlayışı terkedilerek “ülke hükümdar ve oğullarının ortak malıdır” anlayışı getirilmiş ve o dönem için radikal sayılabilecek bir değişiklik gerçekleştirilmiştir. Pek tabii ki bu durum taht kavgalarını tamamen sona erdirmemiştir ancak tahta geçebilecek hanedan mensubu olarak sadece hükümdarın oğulları bırakılmıştır.

Osmanlı Devleti’nin kurucuları, devlet teşkilatını oluştururlarken, eski Türk devletlerinin yaptığı hataları çok iyi analiz etmişler ve bu hataları giderek klasik dönemde mükemmel sayılabilecek bir teşkilata ulaşmışlardır. Veraset sisteminde yukarıda bahsettiğim değişiklik ile birlikte şehzadelerin sancağa çıkmalarını da düzenlemişlerdir.

Selçuklular döneminde hükümdarın oğulları olan ve “melik” ünvanı alan şehzadelerin eğitimlerinden “atabey” denilen eğitmenler sorumlu tutulmuştur. Ancak Selçuklular, atabeyleri genellikle nüfuzlu Türkmen beylerinden seçmiş,  bu durum devletin zayıfladığı dönemde atabeylerin melikleri ortadan kaldırarak bulundukları bölgelerde bağımsızlıklarını ilan etmelerine sebep olmuştur. Hatta bu şehzadeler atabeyler tarafından siyasi emelleri için de kullanılmıştır. Osmanlı Devleti ise şehzadelerin eğitimlerini “lala” denilen devlet adamlarına devretmiştir ki lalalar genellikle devşirme kökenlilerden seçilmiştir. Kul taifesinden olan ve bir nevi hükümdarın köleleri olan devşirmelerin, atabeyler benzeri bir siyasi kalkışmaya girmeleri imkansızdır.

Yine Anadolu Selçukluları döneminde bazı meliklerin Bizans ile ilişkiye girip saltanat mücadelerlerine kalkışmaları Osmanlı sancak sistemi için önemli bir örnek olmuş ve devlet, şehzadelerin Hıristiyan güçler ile saltanat için işbirliğine girmemesi için I. Murad’tan itibaren Rumeli’ye şehzade göndermemiş ve burada şehzade sancağı oluşturmamıştır. Klasik dönemde şehzade sancaklarının tamamı Anadolu’dadır.  Belli başlı şehzade sancakları olarak Manisa, Amasya, Konya, Trabzon ve Kütahya’yı görmekteyiz.

Şehzade sancağı olarak Manisa:

1

Şehzade sancakları içerisinde en önemlisi Manisa’dır. Osmanlılardan önce Saruhan Beyliği’nin merkezi olan Manisa, Osmanlı döneminde Saruhan Sancağı olarak adlandırılmış, canlı bir kültür ve ilim merkezi haline gelmiştir.

Manisa’yı şehzade sancakları içerisinde ayrıcalıklı konuma getiren birtakım özellikleri vardır. Osmanlı Devleti’nde padişahların kendilerinden sonra tahta geçecek oğullarını belirleme geleneği yoktur. Usül, başkente ilk ulaşan şehzadenin tahta çıkmasıdır. Bu sebeple şehzade sancaklarının coğrafi konumları, başkente olan yakınlık ve uzaklıkları sebebiyle çok önemlidir. Bu durumu Osmanlı şehzadelerine ev sahipliği yapmış sancakların harita uzerinden İstanbul’a uzaklıklarına  bakarak görebiliriz. Basit bir GPS haritasından dahi sancakların kuş uçuşu uzaklıklarını hesaplayarak bu önemi görmek mümkündür.

as

Padişahlar veliaht belirlememekle birlikte tahta geçmesini istedikleri şehzadeye yakın sancaklar vermişlerdir ki Manisa, diğer şehzade sancakları ile kıyaslandığında İstanbul ve Edirne’ye Kütahya’dan sonra en yakın sancaktır. Ancak Menemen-Foça üzerinden deniz yolu ile İstanbul’a daha çabuk ulaşılması Manisa’yı avantajlı bir konuma getirmiştir.

Manisa’da görev yapan şehzadeler içerisinde II. Mehmed (Fatih), I. Süleyman (Kanuni), II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed tahta çıkarak padişah olmuşlardır.  II. Murad ise tahtı oğlu II. Mehmed’e devrettikten sonra Manisa’ya yerleşmiştir. I. Mustafa ise Manisa doğumludur.

Şehzadelerin sancağa çıkma usulü III. Murad’ın ölümünden sonra terk edilmiş ve 17. yy.dan itibaren şehzadelerin sarayda yetiştirildiği “kafes usulü” getirilmiştir.

Şehzadelerin sancağa çıkışları ve sancaklardaki faaliyetleri:

“Çelebi” denilen şehzadeler, yaklaşık 10-15 yaşlarında sancaklara gönderilirdi. Maiyetlerinde lala ile birlikte silahtar, kapıcıbaşı, mir-i alem,  mirahor, kapı ağası, solak, peyk…vs gibi devlet görevlileri bulunurdu. Ayrıca yanlarında hükümet memuru olarak nişancı, defterdar, reisülküttab, çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası gibi vazife sahipleri de vardı. Tüm bunlarla birlikte irfan ve kaabiliyetlerine göre yanlarında alimler, şairler ve zanaatkarlar da bulunmuştur.

              Selaniki ve Peçevi Tarihi’nden III. Murad’ın büyük oğlu şehzade Mehmet’in sancağa çıkışı ile ilgili malumat vardır:

2 zilhicce 992 (1584). Bahtı açık ve padişah tahtına layık Sultan Mehmet Han hazretlerinin sünnet düğünü bitip o sonu gelmez toplantılar artık arkada kalınca, şehzadeyi sancağına uğurlama hazırlıklarına başlanması için padişah buyruğu çıktı. Bunun üzerine önce lala, nişancı, defterdar, özengi ağaları, sipahiler, sağ ve sol bölük silahtarları, sekbanlar, solaklar, peykler, saray ahırı görevlileri, mutfak ve kiler hizmetçileri, iki bine yakın çoğu dergah-ı ali kullarından ve kul cariyelerinden ve kul oğullarından ve ileri gelenlerin kullarından yazılıp deftere kaydolundu. Aynı günde şehzade hazretleri, sabah rüzgarı gibi uçan, eğeri altın işlemeli, süslü püslü bir at üzerinde saraydan çıktılar. Yeniçerilerden başka adeti zafer kazanmak olan padişahın bütün kulları sarayın kapısında toplanmış bulunuyorlardı. Her biri yollu yolunca, önünce ardınca iskeleye doğru gittiler. Önce sadrazam Siyavuş Paşa, arkasından vezirlerin her biri, padişahın ananevi kurallarına uyarak şehzadeye yaklaşıp adalete ve askere ilişkin sözlerle bağlılıklarını perçinlediler. İskelede bir kadırgaya kendileri, bir başkasına da büyük vezirler bindiler ve şehzade hazretleri otağına ininceye kadar beraberinde gittiler. Ondan sonra veda için mübarek eteğini öptüler. Yalnız Kapıcıbaşı Kurt Ağa, şehzadenin hizmetiyle görevlendirilmiş olanlar ile birlikte, sancağına (Manisa) varıncaya kadar ondan ayrılmadı. Görevini tamamladıktan sonra, o da veda edip İstanbul’a döndü.

6

Şehzadeyi Eminönü iskelesinde Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa karşılamış ve Baştarde denilen kaptan paşa kadırgasına binilmiş ve bu esnada toplar atılmıştır.

Osmanlı şehzadelerinin sancaklarının rengi yeşildir ve hükümet ettiklerine dair alamet olarak tabl-ü alem (davul ve bayrak) almaktadırlar. Bunlarla birlikte şehzadelerin muayyen hasları da vardır.   Hammer Tarihinde Venedik elçisinin raporlarına dayanarak verilen bilgide 1503 yılında II. Bayezid’in şehzadelerinden her birinin senelik 1.200.000 akçelik hasları vardır ki bu miktar vezir-i azamın hassı kadardır.

Şehzadeler, isimleriyle tuğra çekerler, hüküm yazarlar ve bu suretle kendi idarelerindeki bölgelerde bir hükümdar gibi hüküm sürerlerdi. Has ve zeamet dağıtabilir ve berat verebilirlerdi.  Sadece kendi adlarına para bastıramaz ve hutbe okutamazlardı. Yaptıkları tüm icraatları merkeze bildirmek ve oradaki asıl defterlere kaydettirmek zorundaydılar.

Sancak Beyi olan şehzadelerin erkek çocuklarından bir tanesini padişah olan büyük babalarının yanına göndermeleri usuldendi. Bunun uygulanma sebebinin, şehzadenin babası aleyhine bir faaliyette bulunmasını engellemek olması muhtemeldir. Pek tabii ki şehzadenin yanında, yaptıklarını saraya bildiren kimseler bulunduğu gibi şehzadenin de sarayda olan bitenleri haber aldığı casusları vardı.

Daha önceki kısımda belirttiğimiz üzere yanlarında lalaları başta olmak üzere pek çok hükümet görevlisi bulunan şehzadelerin irfan ve kabiliyetlerine göre yine yanlarında alim, şair, edip, musikişinas şahsiyetler de bulunurdu. Örnek vermek gerekirse Yavuz Sultan Selim, Trabzon’da şehzade iken kendisine lala olarak gönderilen şahısları ümeradan ve marifet erbabından olmadıkça kabul etmeyip ülfet eylemez ve bir bahane ile geri gönderirdi.

Şehzadelerin eğitimlerine verilen önem ve yanlarında bulunan alimlerin etkisi ile şehzade sancakları önemli ilim merkezleri haline gelmiştir. Bununla birlikte şehzadelerin içerisinde bizzat alim olanlar bulunmaktadır. Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim hem alim hem şairdir.

Manisa’da şehzadelik yapmış Fatih Sultan Mehmed’ten başka Kanuni ve III. Murad da şairdir. Kanuni’nin Muhibbi mahlasıyla yazdığı şiirler meşhurdur. 

Manisa’da sancak beyliği yapmış olan şehzadelerin içerisinde en alim olanı II. Bayezid’in oğlu Korkut’tur. Dedesi Fatih tarafından tahsiline çok önem verilmiş olan Korkut, büyük bir alim ve mütefekkir, çok kudretli bir şair ve önemli bir musiki üstadıdır. Mısır ve Suriye alimlerinin de alimliğini kabul ettiği şehzade Korkut, yolculuklarında develer üzerinde kütüphanesini de taşıtmasıyla mehşurdur.

7

               Şehzade Süleyman’ın (Kanuni) Manisa’da uyguladığı kanunlar:

Manisa’da sancak beyliği yapan Şehzade Süleyman’ın Manisa’yı nasıl yönettiğine dair şer’iye defterlerinde birtakım bilgiler vardır. Babası Yavuz Sultan Selim tarafından gönderilen ve ceza hükümleri içeren bir siyasetname mevcuttur ki bu siyasetname o dönemde Manisa’da yaşanan suçlara da ışık tutmaktadır. Buna göre:

 
  1. Kız ve oğlan kaçıran kimsenin ve hiyaneti ile bir ecnebinin evine giren kimsenin ve kadın ve kız kaçırmaya bile varan kimselerin içmiği kesile. Kız ve avret kaçırıp gücile nikah ettirene cebr ile boşadub ve nikah edenin sakalın kesüb muhkem döveler. Ve kadınla dutılanın şer’an siyaseti ne ise icra edeler.
  2. Ve adam öldüren kimseyi öldürdüğü kimsenin yerine öldüreler.
  3. Ve esir çalan ve esir ayardanı ve dükkan açanı ve birkaç kerre hırsuzlığı zahir olmuş kimseyi asalar.
  4. Ve pezevenklik edenin alnında dağ edeler.
  5. Ve bir bölük halk içinde adam ölse tehdit edüp hırsızı bulduralar. Bulmazlarsa ol halkı dutup hapsedeler, dahi Dergah-ı Mualla’ya (saraya) bildireler. Padişah fermanı anların babında ne vechile sadır olur ise onun ile amel edeler.
  6. Köy veya mahalle içinde adam ölse veya kervan basılub hasaret olsa veyahut bir köy arasında hırsızlık ve haramilik olsa elbette hırsızu bulduralar, çıkaralar.
  7. Ve bir kimsenin elinde veya evinde çalıntı nesne bulunsa, satun aldı ise satanı bulduralar. Bulmazlarsa, müttehem ise işkence edeler. Bulunca getürüb kadıya teslim ede veyahud yabanda bulduğunu ispat ede. Ama işkencede ihtiyat edeler ki, suç sabit olmadan evvel telef-i nefs olmaya. Ve eğer işkencede ölürse davası sorulmaya.
  8. Ve kervansaraycılar emin ve mutemed kimseler olub her sabah kervansaray halkına icazet vermeden, kervansarayda konan halktan sorup kimsenin rızkı ve esbabı çalıntı ve yağma olmaduğın malum ve tahkik etdükten sonra kapusın açup halkı salıvere. Eğer kervansaraycı bu manayı etdükten sonra halka destur vermiş olub sonra kervansaray halkından bazı rızkım ve esbabım uğurlandı derse, dinlenilmeye. Ve eğer kervansaraycı ol manayı etmeden halka düstur vermiş olub ol gece kervansarayda konan halkın eşyası çalınmış olursa ki, çalındığı muhakkak ola, kervansaraycıdan çünki gaddarlık oldı, kervansaraycıya ol çalınan nesnenin kıymeti tazmin oluna…
  9. Yan kesenin ve adam bıçaklayanın, eğer bıçaklamak adeti ise elin keseler ve eğer adeti değil ise kollarına bıçak sancub gezdireler.
  10. Ve eğer bir kişi atasın veya anasın ve sair akrabasından birin öldürse, emr-i şer nice ise öyle ola.
  11. Şehirlerde ve köylerde olan evlerde ateş korlar, ufak tefek ve esbab yanar, şer’ ile sabit olmayub bir kimseyi suçlu görseler, tehdid ile hırsuzı bulduralar. Eğer kasd ile etmiş olursa asalar.
  12. Ve yeni giyenleri yasak edüb ilden süreler.
  13. Ve hırsuz sipahi taifesinden olub siyasete müstehak olsa, habs edüb Dergah-ı Mualla’ya arz edeler.
  14. Ve eğer örfle bir kimsenin hırsuzlığı zahir olursa, kadı olan kimse ehl-i örfe hüccet verüb ehl-i örf ol hüccet mucebince asılmağa müstahak olanı asa ve kat-ı uzva müstahak olanı kat-ı uzv ede. Kadı bu babda mani olmaya ve siyaseti tehir etdirmeyüb günah olan yerde etdüre.
  15. Ve hırsuz taifesi işkencede ikrar etse ve deliller dahi dalalet eylese, ol ikrar muteber ola.
  16. Ve eğer bir hırsuz dutılup dahi hırsuzluğı malum olub ol dahi bir kimse içün şerikimdir dese, ol kimse eğer levend ve müttehem kimse ise, işkence edeler. Eğer müttehem kimse değil ise, sadece hırsuzun sözü ile işkence etmeyeler ki, bu kaide bu vechile olmak Padişah-ı alem-penah Hazretleri’nin emr-i şerifleriyle olmuşdur.
  17. Ve yaya ve müsellem ve yörük ve doğancı ve vakıf ve mülk olsun, hırsuz kaçub anların içine girse, hırsuzı anlara bulduralar, alalar. Anlar hırsuzı vermezlerse garametin çekeler ve hırsuzın alduğın anlara ödeteler. Ve eğer hırsuz bunlarun birisinden olursa, siyaseti diğerleri gibi ola, şöyle bileler.
8
Kanuni

 Bu belgeden anlaşılan şudur ki, Manisa çevresinde asayişin iyice bozulması üzerine Şehzade Süleyman, babasından sancağında uygulamak üzere bu siyasetnameyi istemiştir. Bu belge bizlere aynı zamanda Osmanlı yöneticilerinin bulundukları bölgeleri keyfi bir şekilde yönetmediklerini de göstermektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz kanunlar ilerleyen dönemde Kanuni Sultan Süleyman’ın kanunnamelerine de aynen girmiştir.

Manisa’daki Saray-ı Amire:

 Manisa, Saruhanoğulları’nın merkezi olması ve 1444-1595 yılları arasında Osmanlı şehzade sancağı olması sebebiyle, her bakımdan araştırmaya değer gayet değerli eserlere sahip bir şehirdir. Tarihi eser bakımından ülkenin pek çok şehrinden fazla değer taşımasına rağmen maalesef  bu eserlerin önemli bir kısmı çeşitli sebeplerle (iklim, bakımsızlık, yunan işgali..vs) tahrip olmuştur ve bu eserler hakkında İbni Batuta, Katip Çelebi, Evliya Çelebi gibi bazı seyyahların verdikleri malumattan başka elimizde tafsilatlı bilgi bulunmamaktadır. Saray-ı Amire de işte bu yapılardan birisidir.

Saray-ı Amire, 1445 senesinde II. Murad tarafından yaptırılmıştır. O dönemde şehir günümüzdeki kadar geniş bir sahayı işgal etmediği için sarayın bulunduğu mevki muhtemelen boş arsaydı. II. Murad’ın yaptırdığı saray  yaklaşık 51.500 metrekarelik bir alanı kaplıyordu. Bu alan günümüzde Manisa şehrinin en mevki bölgesidir. 

1671-1672 yılları arasında Manisa’ya gelmiş ve sarayı görmüş olan Evliya Çelebi, seyahatnamesinde saray ve bahçesinden bahsetmiştir:

“Şehrin aşağı şimal canibinde sahray-ı lalezarda vaki olmuştur. Canibi erbaası kal’a gibi tuğladan mebni çar köşe bir binay-ı metindir. Ve canibi garba nazır bir tahta kapusu vardır. Dairenmadar cürmü 3300 adımdır. Ve asitane tarafından bostancıbaşı ve 200 sarı külahlı bostancıları vardır. Daima bu bağ-ı iremi tımar idüb anda olan selef müluklerinin halice ve havayice ve altun ve gümüş makulesi envai ve simzer luleleri ve fiskiyelerin göz edüb bu bağ-ı irem’zatı tamir ve termimle mukayyed olurlar. Ve mahsulatı badelmasarif asitanede terekeci başıya irsal ederler. Senevi 700 akçe mahsulunden hasıl olur…(bahçenin güzelliğinden bahseder) Vebu bağa muttasıl yol aşırı bir namazgah-ı müslimin verdır. Sahra misal bir musattah vadidir. Canib-i erbaası alçak kargir duvarlı yerdir. İçine 5.000 adem girse gene bir canibi tehi olur. İçinde havuzları ve fevvareleri pertab idüb ceryan ider. Başka hüddamları vardır. Ve çimenzarın hıfz-u hiraset ederler.”

 Manisa, iklim olarak yaz mevsimlerinde sıcak ve ağır bir havaya sahiptir. Bu sebeple eski dönemlerde halk, yaz mevsimlerini Spil Dağında ve Bozdağlarda yaylalarda geçirirdi. Manisa’nın güneyinde yükselen Spil dağının üzerinde iki yayla mevcuttur. Bunlardan birisi Sultan yaylası, diğeri de Kiraz yaylasıdır. Eski bir rivayete göre Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa’nın burada bir köşk yaptırdığından bahsedilir. Bununla birlikte Manisa’da valilik yapmış şehzadelerin yazları burada kalmalarından dolayı bu yaylaya Sultan yaylası adı verilmiştir. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde Sultan yaylasından da bahsetmiş ve burada kim tarafından yaptırıldığı bilinmese de bir sarayın varlığından bahsetmiştir:

“Şehzade yaylasını aşub anda haymamız bir ab-ı hayat kenarında kurub meksedüb yayla çobanlarından bir semiz kuzu alub bi-pak bi-perva kebab idüb zevk-ü safa etdik. Amma garip ve acib bir yayladır. Hala selatini seleflerin sarayları ve kasr-ı alileri esasları zahirdir. Zira mülk-ü selef şehzadeleri Manisa’da haki mülvakt iken bu yaylayı teferrücgah edinüb beş altı ay sakin olurlarmış…”

  1595 yılı, Manisa tarihi için bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren Manisa, Osmanlı ve dünya siyasetindeki önemini yitirmiş ve kayıp sadece siyasi olmamış, kültürel alanda da kendini göstermiştir. Bu tarihe kadar çok önemli kararların alındığı Manisa sarayı da önemini yitirmiştir. 17. yy. boyunca sarayın ve bahçelerinin bakımıyla meşgul olacak 200 sarı külahlı bostancı görevlendirilmiş ancak zamanın yıpratıcı etkisi, bakıcılarının çabasından güçlü olmuştur. 1638 senesinde şeriye sicillerinde (mahkeme kayıtları) sarayın kurşunlarının ve pencerelerinin harap olduğu, 1652 tarihli bir kayıtta da duvarlarının yıkıldığı anlaşılmakta, aynı yıl İstanbul’dan sarayın bakımı için halktan para toplanmasına ve mümkün mertebe tamir edilmesine dair bir emir geldiği görülmektedir. 1676 senesinden itibaren sarayı korumakla görevli bostancıların görevlerine son verilmiş ve bu görev halka verilmiş ancak ilerleyen dönemlerde sarayın bahçesindeki ve içindekiler çalınmış, esnafın pisliklerini döktükleri bir çöplük halini almıştır. 1803 tarihinden itibaren de saray arsası satılmaya başlanmıştır.

Buna rağmen saraya ait bazı çeşme, havuz ve yapılar bu tarihten sonra da devamlı tamir görmüştür. Fatih Sultan Mehmed kütüphanesi ismiyle geçen ve günümüzde Kızılay binası olan yapı, 1899 da tamirattan geçirilmiş ve II. Abdülhamid’in emriyle buraya bir saat yerleştirilmiştir. Ancak Yunan işgali sırasında bu binanın da ahşap kısımları yakılmış, ilerleyen dönemde gördüğü tamirat ve değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir. 

Yıldırım Boyacı

Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölüm Mezunu
yildirimboyaci@bilimdili.com

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...