DÜŞÜNCE

Süreç ve Sonuç Odaklı Yaşamlar

“Bir sona doğru yolculuk etmek iyidir; ama sonunda önemli olan yolcuğun kendisidir.”

Ernst Hemingway

Bazen devirmek gerek cümleleri. Alıp en sonda duran yüklemi, götürmek gerek cümlenin başına. Kimi yolculuklar, çok kısa sürer; mesafeler uzun olsa da. Yolculuk ettiğimiz uçak, bindiğimiz hızlı tren; insanoğlu kuş misali, bir saat önce Ankara’da çay içiyorduk dedirtir İstanbul’daki adama. Peki, gören duyan var mıdır Bolu’daki yemyeşil çam ağaçlarının derin huzurunu? Mesafeleri kısaltıyoruz, cümlelerimizi az ve öz bir şekilde kuruyoruz. İfademizi netleştirmek adına fiillerle çekime sokuyoruz cümlelerimizi. Sonu görmek, köprüleri bir an önce aşmak istiyoruz. Peki, ulaşmak istediğimiz sonuca kitlenip de kaçırdığımız süreçler ne olacak? Süreç ve sonuç kavramları etrafında şekillenen algı dünyamız, dilimize ne kadar yansımış olabilir? Karşımızdaki insanın sonuç odaklı olup olmadığının şifrelerini, kurduğu cümlelerden çıkartabilir miyiz?

Dil, onu konuşan ulusun ortak belleğinin bir yaratısıdır. Milletlerin kültür ve deneyim hazinesidir. Milleti oluşturan bireylerin; yaşama karşı aldıkları tavrın, yaşamı algılama şekillerinin bir tezahürüdür. Platon, düşünme ile konuşmanın aynı şeyler olduğunu ileri sürmüştür. Claude Levi Strauus ise dili bir toplumsal görüngü olarak imlemektedir. Dilin, milletlerin ruhunun dış görünüşü olduğunu ifade eden Humboldt, ulusların hislerine tercümanlık eden dilin toplumlar açısından önemine vurgu yapar. Bir milleti anlamak için diline bakmak yeterli olabilir. Bireylerin ruhsal MR’larını çekmek için de dillerinin yapısının incelenmesi gerekir. Dillerin yapısını belirleyen önemli alt disiplinlerden birisi de sentaks yani söz dizimidir.  Eski Yunancada “birlikte düzenleme, dizme” anlamına gelen sentaks terimi, doğal dillerde cümlenin nasıl oluştuğuna dair birtakım kurallar ve prensipler ortaya koymaya çalışan bilim dalıdır. Cümleyi oluşturan ögelerin yerleri, dizimleri, o dilin sentaksıdır. Söz dizimi; bir dilin, dolayısıyla da o dili kullanan milletin fikir dünyasına yolculuk yapmamıza neden olabilir.

Türkçe, söz dizimi bakımından Hint-Avrupa Dil ailesinden oldukça farklı özellikler gösterir. Özne-nesne-yüklem dizilimi ile kurulan cümlelere sahip olan Türkçe, yüklemi sonda olmayan cümleleri kurallı cümle olarak görmemektedir. Çoğu bilim adamının uzlaştığı ve Türk eğitim sistemi içerisinde Türkçe dilbilgisi derslerini görmüş nesillerin çok iyi bileceği üzere, yüklemi başta ya da ortada olan cümleler ‘devrik cümle’ olarak adlandırılırlar. Ortaokul öğrencileri arasında yaptığımız bir araştırmada gördüğümüz üzere; 11-14 yaş arası öğrencilerin yüklemi sonda bulunmayan cümleleri, yanlış ve biçimsiz cümleler olarak görme eğilimi bulunmaktadır. Türkçe öğretmenlerinin devrik cümleleri anlatırken öğrencilerin bu türden cümleleri kurallı hale getirme eğiliminde oldukları gözlenmiştir. Peki, yüklemi sonda bulundurmanın anlamı ne olabilir? Bu bir tesadüf olabilir mi? Bunun bir, belki de birden çok yanıtı bulunmaktadır. Bununla beraber Türkçede vurgulamak istediğimiz ögeleri sonda bulunan yüklemin yanına alıyor olmamız da bu minvalde değerlendirilebilir. Cümle vurgusu her daim fiil cümlelerinde yüklemin yanındaki ögededir. Örneğin, zaman konusuna vurgu yapacak isek “ Ali, okula yarın gelecek.” cümlesini; yer-mekân olgusunu vurgulamak istiyorsak da “ Ali, yarın okula gelecek.” tümcesini kurarız. Özneyi belirtmek amaçlanıyorsa da, “Yarın okula Ali gelecek.” biçiminde bir cümle söyleriz. En önemli ögenin yüklem olması, yüklemin bulunmadığı cümlelerin eksik-eksiltili olarak, başta ve ortadayken ise kuralsız-devrik olarak görülmesi, Türk insanının hayatı algılayış biçimiyle doğrudan ilgilidir.

Hatice’ye değil neticeye bak cümlesini birçok tartışmada duymaktayız. Bununla beraber lafı çok uzatanlara, hadi artık sadede gel, demiyor muyuz? Sonu görmek istiyoruz sabırsızca. Yolun sonu görünmüyor diye yakılan türkülerden dem vurmak gerekebilir bu noktada. Sonuç odaklı yaşamak, sonuca giden yolda karşılaşılan birçok durumu anlamamayı, olayların farkına varamamayı da beraberinde getirir. Sonuca beklenildiği gibi kısa bir süre içerisinde ulaşılamaması durumunda, uğraşılan işten el çekilebilir. Nitekim bu, ülkemizin başındaki bir durumdur. Süreç odaklı yaşayan ve bilgiyi özümseyerek ilerleyen bireyler sonucun olumsuz bir şekilde belirmiş olmasından asla dem vurmazlar; çünkü onlar için yolun üzerinde ilerlerken görülenler, tanışılan insanlar ve öğrenilen yeni bilgiler birer zenginlik oluşturmaktadır. Bilgi heybesini doldurmak için yolun sağına ve soluna iyi göz atanlar, karamsarlığın dehlizlerinde asla boğulmazlar.

Süreç odaklı olmanın, dinleme kültürünün oluşmasıyla da doğrudan ilgisi bulunmaktadır. Toplumun en büyük eksiklilerinden birisi olan dinleme yetisinden uzaklaşma olgusu, sona bir an önce yaklaşma arzusu ile ilişkilendirilebilir. Herhangi bir politikacıyı, akademisyeni dinleyen bireyler, eee peki ne yapmalı, çözüm ne, gibi sorularla konuşmacıyı acımasızca yermektedirler. Çünkü onlar için her şey sonuçtur ve o sonuç adına verilen bilgiler pek de anlam taşımamaktadır. Oysaki yorumlama ve irtibatlaştırma sayesinde insan, belleğini güçlendirebilir.

Türkiye’de en çok okunan romanlar ve öyküler kuşkusuz içerisinde yüksek dozda merak unsuru bulunduran yapıtlardır. 25-45 yaşları arasındaki lisans mezunu bireylerle yaptığımız anket çalışmasında, okuyucuların kitap seçerken yapıtların macera-serüven odaklı olmalarına dikkat ettikleri görülmüştür. Bununla beraber okumaya başlamalarına rağmen yarım bıraktıkları kitapların da merak unsuru oluşturmamalarını neden olarak göstermişlerdir. Özellikle, durum öyküsü türünde verilen eserlerin okunma oranı oldukça düşüktür. Sait Faik Abasıyanık’ın hikâyeleri, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı yoğun betimlemelerinden dolayı ve sonuçsuz bitme özellikleri dolayısıyla Türk okuyucuları tarafından pek de tercih edilmez. Pembe İncili Kaftan, Kaşağı gibi Ömer Seyfettin’in olay hikâyeleri ise her dönem baştacı olagelmiştir. Çünkü yüklemini cümlenin sonunda servis eden Türkçenin konuşurları için sonuç her şeydir, süreç ise gereksiz laf ebeliği…

Kahramanın sonsuz yolculuğu, mutlak sona değil ölümsüzlüğe doğru açılan kapılarla kurguludur. Bamsı Beyrek’in dik duruşu ve yaşama karşı aldığı tavır, Dede Korkut’un son hikâyesindeki ölümünün önüne geçer, çünkü son asla her şey demek değildir. Maçı kazanmak adına 90 dakika savunma yapıp son dakikada gol atmayı planlayan bir antrenör düşünülebilir mi? Ne olursa olsun sonu iyi olsun da, son gülen iyi güler gibi sözler, aslında birer temenni değil teselli cümleleridir. Masal bu ya, evvel zaman içinde bilge bir adam varmış sözleriyle kırar kabuklarını ve atılır kaos içerisinden kozmosa doğru. Bu bilgeye, hayatın anlamını arayan bir adam gider ve reçeteyi ister. Bilge kişi, hayatının anlamını sorgulayan adama içerisinde zeytinyağı dolu bir kaşık uzatır ve sarayın çevresini dolaşmasını ancak bir damlasını bile dökmeden geri getirmesini ister. Sarayı tavaf eden adam, bir damlasını bile dökmediği için huzurludur ancak bilge kişi, sarayın bahçesindeki gülleri, ağaçları, çimleri görüp görmediğini sorar adama. Adam kaşığa ve sonuca odaklanmaktan kaçırır yoldaki tüm güzellikleri. Bir kez daha bu sefer etrafı dikkatle gözlemleyerek dolaşır dışarıyı adam. Bu kez de yağlar dökülmüştür yere. Bilge, hayatın anlamının yağı dökmeden dünyayı görebilmekte saklı olduğunu söyler adama. Belki de adam hiç dönmemeliydi yeniden saraya ve gördüğü tüm güzellikleri saklamalıydı hafızasında.

Yolculuklar sadece şehirlere, ülkelere ya da denizlere yapılmazlar. Kimi zaman insan kendine doğru çıkar hayatının en büyük seyahatine. Varılan yerde değil; ulaşılmak istenen noktaya gidilirken görülen nesne ve öznelerdedir bütün anlam. Ölü Ozanlar Derneği’nde “gününü yaşa” şeklinde ifadesini bulan süreç odaklı yaşamanın önemini görmeli ve çevremizdeki olaylara bu şeklide yaklaşabilmeliyiz. Kısacası, cümlenin ögelerini ters yüz etmeli insanlığın aydınlık tarafının yaşlı bilgesi Yoda gibi…

Yazar: Ömer ÜNAL