Buluşlar DÜŞÜNCE Tarih

Tahttan İnmek Güçlendirir

Buradaki ironi, insanoğlunun küçüldükçe ve ne kadar önemsiz olduğunu öğrendikçe aslında daha da güçlenmesidir. Yaptığımız her yeni keşif, bize gerçekliğin ilkel hayal gücümüz ve tahminlerimizin çok ötesine geçtiğini gösterdi.

Çocuklar belli bir yaşa gelinceye dek kendilerini dünyanın merkezinde zanneder ve sanki bütün hayat onların etrafında döner. Kurdukları hayaller ve dinledikleri masallar, onlar için en az çevrelerinde gördükleri somut cisimler kadar gerçektir. Tabii biraz büyüyüp bilgilendikçe ve olgunlaştıkça hayallerin yerini hayatın buz gibi hakikatleri almaya başlar. Dünyanın merkezinde olmadıklarını ve nasıl bir hayat süreceklerini yalnız kendi seçimlerinin tayin edebileceğini kavradıklarında, artık birer yetişkin olmuşlardır. Yetişkin zihinleriyle algıladıkları dünya, belki çocuk zihinlerinde kurguladıkları dünya kadar renkli ve cazip bir yer değildir; ama çocukluk dönemine kıyasla çok daha deneyimli ve güçlü oldukları da kesindir. Tıpkı bireyin çocukluktan yetişkinliğe giden gelişim süreci gibi, bir bütün olarak insanoğlunun tarihinde de çocukluk ve yetişkinlik evreleri olduğu düşünülebilir. İnsanoğlu yüzyıllarca güvenli, rahat ve düzenli bir evrende yaşadığını varsaymıştı. Bu varsayıma göre Dünya, yaratılış için seçilen özel bir yerdi ve evrenin tam merkezindeydi. Görevi dünyayı ısıtıp aydınlatmaktan ibaret olan güneş ve gökyüzünde parlayan diğer bütün yıldızlar dünyanın etrafında dönmekteydi. İnsanoğlu ise ölümlü yaratıkların doruk noktasıydı, koca evrendeki tüm düzen onun var olması içindi ve o evrenin efendisi olarak tahtında oturmaktaydı. Ne var ki, modern bilimi ortaya çıkaran aydınlanma devrimi ve bilimin hassas hesaplama, gözlem ve deneylere dayalı tespitleri, bütün bu çocuksu inanışları zaman aşımına uğratarak bir bakıma insanoğlunun yetişkinlik çağına adım atmasını sağlayacaktı. Bilim devrimi, insanoğlunu oturduğunu sandığı hayali tahtlardan birer birer alaşağı ettikçe, bir yandan ona doğadaki yerinin sandığı kadar ayrıcalıklı olmadığını gösterecek ve öte yandan da onu haddini bilmenin gücü ile donatarak daha önce ufkunun kapsayamayacağı göz kamaştırıcı fikirlere ulaşmasını mümkün kılacaktı.

İlk olarak Alman asıllı Polonyalı matematikçi ve astronom Nikolaj Kopernik, 1543 yılında yayımladığı “Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine” adlı başyapıtında güneşin dünya çevresinde değil, dünyanın diğer komşu gök cisimleri ile birlikte güneş çevresinde dairesel bir yörüngede döndüğünü ortaya attı ve güneş merkezli bir evren modeli kurdu. Kopernik’ten bir yüzyıl kadar sonra iki astronom, İtalyan Galileo Galilei ve Alman Johannes Kepler, yeni icat olunan teleskop ile yaptıkları titiz gözlemler sonucunda Kopernik’in haklılığına kani oldular. Galilei, Jüpiter gezegeninin etrafında dönen ayları keşfedince her şeyin dünya etrafında dönüyor olduğu kabulünün gerçek olamayacağını sezmiş ve Kopernik’in dediği gibi güneş etrafında dönüyor olmamız gerektiğini fark etmişti. Yaklaşık olarak aynı zamanlarda Kepler de Kopernik’in modelinde düzeltmeler yapıp gezegenlerin dairesel değil, eliptik birer yörüngede hareket ettikleri fikrini ortaya atmıştı. Dinsel baskılar yüzünden geri adım atmak zorunda kalmalarına rağmen, bir müddet içinde söyledikleri benimsenecekti. Çünkü artık tahminler gözlemlerle uyum içindeydi ve kim ne derse desin dünyamız kesinlikle evrenin merkezi değildi.

Gerçi kendimizi yeterince özel ve seçilmiş hissetmek için hala bazı sebeplerimiz vardı. Dünyamız olmasa bile hiç değilse güneşimizin evrenin merkezinde olduğu düşünülüyordu ve bu iyi bir avuntu sayılırdı. Ancak 1687 yılına gelindiğinde, İngiliz fizikçi Isaac Newton, bilim tarihinin en önemli şaheseri kabul edilen meşhur “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri”ni yayımladığı ve evrensel kütle çekimi ile hareket kanunlarını ortaya koyduğunda işler yeniden değişecekti. Newton’un Kepler’e ait gezegen hareketleri kanunu ile tam bir tutarlılık arz eden kütle çekimi kanunu, sadece dünyadaki nesnelerin hareketleri ile gökyüzündeki nesnelerin hareketlerinin aynı doğal yasalarla yönetildiklerini göstermekle kalmıyor; aynı zamanda Dünya Güneş’in çevresinde döndükçe göreli konumları değişmeyen gökyüzündeki sabit yıldızların her birinin bizimkinden çok uzakta bulunan birer güneş olduklarını ve bizim güneşimiz etrafında dönmediklerini düşünmeyi mecbur kılıyordu. Yani güneşimiz de gökyüzündeki çok sayıda yıldızdan sadece biriydi ve evrenin merkezinde falan değildi.

Gökyüzündeki ayrıcalıklı konumumuzu kaybetmiş olsak da, yeryüzündeki üstünlüğümüzü hiçbir fikir sarsamaz gibi görünüyordu. Newton’dan yüz yıl kadar sonra İskoç jeolog James Hutton’ın tortul katmanlarla ilgili çalışması, kilisenin dünyanın yaşı ile ilgili söylediği 6000 yıl tahminini altüst ederek gezegeni en az 800 bin kez daha yaşlı kıldı ve yaklaşık 5 milyar yıllık bir geçmişi olduğunu gözler önüne serdi. Diğer deyişle, eğer dünyanın jeolojik tarihini bir yıl gibi düşünürsek, yazılı insanlık tarihinin tamamı yılın ancak son gününün son saatinin son dakikasının son 40 saniyesine tekabül etmekteydi. Doğa bilimcilerinin önünde daha önce hayal bile edilemeyecek zamansal dehlizler açan bu büyük keşif, çok daha önemli bir gerçekliğin farkına varılmasını da sağlayacaktı. İngiliz biyolog ve doğa tarihçisi Charles Darwin, 1859’da yayımladığı “Türlerin Kökeni” adlı kitabında doğal seçilim mekanizmasını ve milyonlarca yıllık süreçlerde gerçekleşen birikimli evrim olgusunu ustalıkla açıkladığında, insanları çeşitli canlılarla dolup taşmakta olan hayvanlar aleminin dallarından biri olmaya indirgeyerek onları dünya üzerindeki görkemli konumlarından ediverdi. Darwin’in ışık tuttuğu doğal seçilimle evrim, bize canlı organizmalar içinde özel bir konuma sahip olmadığımızı, basit organizmalardan insana uzanan şaşmaz bir evrim yolu bulunmadığını ve evrimsel açıdan insan türünün bir ilk ya da bir son kabul edilmesi için herhangi bir neden ileri sürülemeyeceğini gösterdi.

İnsan, yavrularını emziren bir memeli türü olduğunu ve kuyruksuz iri maymunlarla yakın akrabalığını idrak ettikten sonra, üstünlüğünü kanıtlamaya dönük yeni argümanlar üretmeye soyundu. Mesela çok fazla evrimleştiği için üstün hale geldiğini ve diğer hiçbir memeli türünde rastlanmayan yeteneklere sahip olduğunu varsayabilirdi. Sonuçta alet kullanabiliyor, kültür geliştirebiliyor, dil konuşabiliyor, öz-farkındalık taşıyor, iki bacağı üstünde dik yürüyor ve tüylerini dökmüş bulunuyordu. Bekleneceği üzere, bilim ilerleyip doğa gözlemleri hassaslaştıkça insan gururu bir kere daha pes etmek ve bu alanların hiçbirinde aslında eşsiz olmadığını da kabullenmek zorunda kalacaktı. Ağaç kabukları altındaki böcek larvalarını yuvalarından çıkarmak için kaktüs dikenlerini kullanan ispinozlar, düpedüz alet kullanabiliyorlardı. Deniz suyunda yıkanan tatlı patateslerin tozlu olanlardan daha iyi olduğunu keşfettikten sonra bunu yavrularına öğreten makakların açıkça bir kültürü ve nesilden nesile aktarabildikleri bir bilgi dağarcıkları bulunuyordu. Belirli ve anlamlı seslerle karmaşık bir iletişim gerçekleştiren yunuslar adeta kendilerine özgü bir dil ile anlaşıyorlardı. Aynada kendini tanıyabilen şempanzelerin beyni basbayağı öz-farkındalık duygusunu yaratabiliyordu. İki ayak üzerinde yürümeyi kuşlar da en az insanlar kadar beceriyor, tüysüz bir memeli olmak marifetse gergedanlar, filler ya da foklar da insan kadar marifetli görünüyordu. İnsanın bazı yetenekleri diğer hayvanlardakinden çok daha karmaşık ve gelişkin olabilirdi, ama doğrudan doğuya “insana özgü” denebilecek hiçbir ayrıcalıklı nitelik söz konusu değildi. Zaten evrimsel bakış, sadece insana özgü olan bir nitelik varsa bile bunun zürafalara özgü uzun boyunlar ya da tavus kuşlarına özgü süslü kuyruklardan daha değerli bir ayrıcalık olmayacağını ve bir tür üstünlük işareti sayılamayacağını artık net olarak öğretmişti.

Modern bilim burada da durmadı ve olanca kibir kırıcılığıyla insanoğlunu daha genel gerçekliklerin daha sıradan parçası haline indirgemeyi sürdürürken gözünü bile kırpmadı. 1900’lerin başlarında Einstein’ın görelilik kuramları ve Born, Heisenberg, Pauli gibi öncülerin çabalarıyla biçim kazanan Kuantum mekaniği, gerçekliğin dokusu ile ilgili sağduyularımıza dayalı anlayışımızı geri dönüşsüz surette değiştirdi. Aynı yıllarda Edwin Hubble, yüz milyarlarca yıldız ile dolu olan Galaksimizin tek olmadığını ve evrendeki trilyonlarca galaksiden biri olduğunu ortaya çıkartan gözlem ve keşiflerini hayata geçiriyordu. 1953’te Francis Crick ve James Watson’ın DNA’nın yapısını çözmesi ile yaşamın gizemli hayaleti, yalnızca dört harften oluşan diziler halinde yazılıp bilgisayarda depolanabilen bir gerçekliğe dönüşmüştü. Ardından Freud, Adler ve Jung gibi isimlerin temellerini attığı modern psikoloji, çok kuvvetli bir işlev atfettiğimiz bilinçli zihnimizin pek de teknenin kaptanı addedilemeyeceğine işaret etti. Eğilimlerimiz, davranışlarımız, isteklerimiz ve seçimlerimizin yüzde 90’ından fazlasını beynimizin, bilinçli zihnimiz tarafından erişilemeyen bir perde arkasında işleyen mekanizmaları yönlendiriyor, bilinçli zihin nadiren devreye giriyordu. Genetik altyapımız ve yetiştirilme tarzımız kararlarımızda son derece belirleyici iken, bilinçli zihnin bu otomatik kararlar üzerindeki etkisi belli belirsiz ve zayıftı. Böylece evrenin merkezinden düşüşümüzün üzerinden geçen kısacık dört yüz yıl sonra bir bakıma kendi merkezimizden de düşüşümüze tanık oluyorduk.

Şimdi dünyamızın özel olmadığını ve Jüpiter’in bulutlarında bulunan bazı kütlelerden bile daha küçük bir kaya ve metal yığını üzerinde yaşadığımızı biliyoruz. Samanyolu galaksisini oluşturan 200 milyar yıldız sisteminden birisi olan yıldız sistemimizin de özel olmadığından ve güneşimizin Samanyolu’nun küçük, soluk ve soğuk yıldızlarından biri olduğundan eminiz. Samanyolu’nun merkezinde de değiliz. Galaksi merkezinden o kadar uzak bir yıldız kuşağı üzerindeyiz ki, ışık hızı ile gidebilseydik bile bu merkeze varabilmek için 30 bin yıl yol almak zorunda kalırdık. Sırf evrenin gözlemlenebilir kadarında irili ufaklı trilyonlarca galaksi bulunduğunu düşünürsek, Samanyolu galaksisinin de hiç özel ve dikkat çekici olmadığını anlarız. Dahası, son yıllarda “her şeyin kuramı” denen birleşik bir evren kuramı üzerinde çalışan teorik fizikçiler, bizatihi evrenimizin de tek ve özel olmayabileceğini, sonsuz sayıdaki farklı evrenlerden alelade birinde yaşıyor olabileceğimizi söylüyorlar. Bu tarz kavramsal bir bilinçlenme, yaşam için de geçerli olmaya başladı ve evrenin engin genişliğini idrak edip güneş sistemimiz dışındaki dünya benzeri gezegenleri keşfettikçe yaşamın evren genelinde yaygın rastlanan bir olgu olabileceği düşüncesini kanıksadık. Bizimki gibi trilyonlarca gezegen veya uydu üzerinde çeşitli yaşam biçimlerinin var olması ne kadar gerçekçi bir ihtimalse, bunların bazılarında zeki ve hatta bizden çok daha zeki medeniyetlerin evrimleşmiş olabileceği ihtimali de o kadar gerçekçi hale geldi. Bir zamanlar bilim kurgunun konusu olan dünya dışı yaşam, şu an en seçkin üniversitelerde görev yapan astrobiyologların ana çalışma konusunu teşkil ediyor ve dünya dışı zekâdan gelebilecek olası mesajları yakalamak amacıyla da milyarlarca dolarlık radyoteleskopları ile gece gündüz gökyüzünü dinliyoruz. Öte yandan kendimizi keşfetmeyi de sürdürüyoruz. Yüzyıllarca açıklanamaz gizemler taşıdığı zannedilen düşünce, duygu ve ahlak gibi insan davranışlarının altında yatan fenomenlerin kökenleri, şimdi moleküler biyoloji, biyokimya ve evrimsel psikoloji tekniklerinin bileşimi sayesinde yavaş yavaş açıklanabilir şeylere dönüşüyor. Bilim, insanı evrenin merkezindeki eşsiz bir özne olduğu inancından, uçsuz bucaksız boşluktaki bir toz zerresi üzerinde yaşayan, bedeni ve zihniyle tamamen açıklanabilir kozmik bir nesne olduğu gerçekliğine doğru sürüklemiş bulunuyor.

Buradaki ironi, insanoğlunun küçüldükçe ve ne kadar önemsiz olduğunu öğrendikçe aslında daha da güçlenmesidir. Yaptığımız her yeni keşif, bize gerçekliğin ilkel hayal gücümüz ve tahminlerimizin çok ötesine geçtiğini gösterdi. Bu türden ilerlemeler, sezgi ve geleneği öngörü gücünden ederek, onların yerini daha üretken fikirler ve daha işlevsel gereçlerle doldurdu. Galaksilerin ve yıldızların evrimini anladıkça fizikte ve kimyada çığırlar açtık, elementlerin yıldız çekirdeklerinde pişen maddeler olduğunu öğrendik ve bunları birbirine dönüştürebilmek için nükleer kimya yöntemlerini geliştirdik. Newton kütle çekimi, uzaya roketler gönderebilmemizi, gelgitler ve miktarlarının belirlenebilmesini, bugünkü uydu kanallarının televizyonlarımızda görülebilmesini ve daha pek çok şeyi sağladı. Einstein’ın görelilik kuramları, uzay-zamanın büyük kütleli veya enerjili cisimler tarafından bükülebileceği fikri sayesinde Dünya’nın ve diğer gezegenlerin Güneş etrafında nasıl döndüğünü Newton’dan daha isabetli şekilde izah etmesinin yanı sıra GPS teknolojilerini, uyduları, hava tahmin araçlarını, uzay teleskoplarının hassas kütleçekim lensi ayarlarını, atomdan enerji üretimini ve dolayısıyla bütün nükleer santralleri beraberinde getirmiş oldu. Kuantum mekaniği, elektronik endüstrisinin kalbi olan transistörü, yarı-iletkenleri, lazerleri, manyetik rezonansa dayalı görüntüleme tekniklerini, diyotları ve USB flash disklerindeki belleği armağan etti; süper-iletkenler, kuantum bilgisayarlar ve tam teşekküllü bir nanoteknolojinin de epey yakınımızda olduğunu biliyoruz. Biyolojik evrimi ve onun ana motoru olan doğal seçilimi, dünyanın dört bir köşesindeki laboratuvarlarda hastalıklarla mücadeleye yönelik araştırmalarda, bakteri kolonilerinin seçilmesinde, antibiyotiklerin üretiminde, bilimsel tarım çalışmaları ve besi hayvancılığında aktif olarak; otomobillerin, uçakların, denizaltıların, ekolojik binaların ve hatta birçok bilgisayar programının tasarım süreçlerinde ise teorik olarak kullanabildik. DNA’nın, genlerin ve kalıtım mekanizmasının detaylarını çözdükçe salgınları alt etmeye, genetik hastalıkları iyileştirebilmeye ve biyoteknoloji adı verilen yeni bir inovasyon ile istediğimiz işlevlere sahip yaşam formları üretebilmeye başladık. Nörobilim gibi bilim dallarından doğan yeni keşifler ve İnsan Beyni Projesi gibi dev uluslararası bilim projelerinden elde edilen yeni bilgiler doğrultusunda insan beynini gitgide daha iyi tanıyoruz. Böylece bir taraftan Alzheimer ve Şizofreni gibi beyin hastalıklarını tarihe karıştırabilme umudu kazanıyor, bir taraftan da bize sadece düşünce yoluyla nesneleri kontrol edebilmeyi vaat eden nöroteknolojiyi ve süper zeki algoritmalar geliştirilmesini hedefleyen yapay zeka teknolojilerini sürekli ileriye taşıyoruz.

Bilimin keşiflerini ciddiye alarak kıtlıkları yok ettik, sığır vebası ve çiçek hastalığı gibi illetlerin kökünü kuruttuk, doğal afetlerin yıkıcılığını dizginledik, Ay’a yolculuk yaptık, bilgi devrimini gerçekleştirdik, bebek ölümlerini azalttık ve ortalama yaşam süremizi üçe katladık. Bugün gezegenimizin bütün yeraltı ve yerüstü zenginlikleri üzerinde neredeyse tam bir hâkimiyet sahibiyiz ve güneş sistemimizin geri kalanına doğru açılmak için ciddi planlar içerisindeyiz. Bu arada çevreye büyük zarar verip biyosferi korkunç bir çöküşün eşiğine taşıdık, fakat şimdi elimizdeki bilimsel birikim ve yüksek teknolojiler ile çevreyi tekrar düzeltmek için de enerji rejimimizi kökünden değiştirmek gibi bazı radikal adımlar atmaya hazırlanıyoruz. Elbette evrenin merkezindeki kurgusal tahtımızdan inmemiz bize sadece olağanüstü bir tıp ve mühendislik gücü kazandırmadı. İnsanlığın ufkunu açan bilimsel ve akılcı düşünce, gerçek kralları da tahtlarından indirip insan haklarına ve kalıcı bir barışa giden yolu döşedi. Irkçılık ve köleliğin meşruiyet dayanağını teşkil eden akıl dışı ön yargılar, modern biyoloji ve antropoloji bilimlerinin ortaya koyduğu nesnel gerçekler sayesinde tarihe gömülebildi. Günümüz itibariyle tek tük ülkelerde görülen irtifa kayıplarına rağmen küresel demokrasi endeksi hiç olmadığı seviyelere tırmanmış durumda ve artık dünya nüfusunun yüzde 65’inden fazlası insan haklarına dayalı demokratik rejimler altında yaşıyor. Genişleyerek devam eden küresel seferberlikler sayesinde cinsiyet eşitliği konusunda kat edilen yol, takdir ve hayranlığı hak ediyor. Tarih boyunca hiç eksik olmayan savaşlar, şimdi Ortadoğu ve Orta Afrika gibi birkaç istisnai bölge hariç, dünyanın genelinde unutulmaya yüz tutmuş bir nostalji olarak görülüyor. Kadim tarım toplumlarında yüzde 15 olan savaş veya bireysel şiddet kaynaklı ölüm oranının, iki dünya savaşına sahne olduğu halde 20. yüzyılda sadece yüzde 5’e ve 21. yüzyılın geride bırakılmak üzere olan ilk çeyreğinde ise yüzde 1’in altına düştüğü hesaplanıyor. Süper güçler yaklaşık yetmiş beş yıldır birbirleri ile savaşmıyor, devam eden iç savaşlar birer ikişer sonlanıyor. Nagasaki’den beri bir tanesi bile kullanılmayan nükleer silahların sayısı zaman içinde yüzde seksen oranında azaltılırken, büyük dünya devletleri tüm nükleer silahların imha edilmesi için oluşturulan yol haritasına da ilkesel olarak destek çıkmış bulunuyor. Üstelik bu gelişmelerin hiçbiri borsadaki gibi kaotik iniş çıkışlara tabi olmayıp, her biri kademeli biçimde eskinin üstüne koyarak bugünlere gelmiş ve geleceğe dair umutları daha da artıran gelişmeler olarak öne çıkıyor. Sonuçta özel ve ayrıcalıklı olduğumuz sanrısının rahatlatıcı hissinden feragat etmek karşılığında modern teknoloji ve modern demokrasi gibi hayatı çok daha çekilir kılan muazzam araçlara kavuştuk. İnanın bu insanoğlu için son derece kârlı bir anlaşma olmuştur.

Neden Uzayda Su Arıyorlar?

Nami Cem İyigün

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...