DÜŞÜNCE

Türklüğün Güney Karakolları Yoğun Bir Saldırı Altında

Kıbrıs’tan başlayıp Afganistan’a uzanan mevzubahis hat üzerinde, Kıbrıs, Suriye, Irak, İran ve Afganistan’da milyonlarca Türk, birbirine yakın bölgelerde, birbirleri ile irtibatsız bir şekilde veya çok zayıf bağlarla yaşamaktadır. Aynı hat üzerinde birbirine komşu şekilde yaşayan bu Türk toplulukları, birbirlerinden çok farklı sosyokültürel, siyasi ve iktisadi yapılara sahip olmalarına rağmen, günümüzde ortak bir kaderi yaşamaktadırlar. Hep birlikte Türk coğrafyasının güneyinde yaşamanın dışında bir tecrübeyi daha paylaşmaktadırlar. Bu hat üzerindeki Türk varlığının tamamı değişik şekillerde yoğun bir saldırı altındadırlar. Kimi siyasi baskı altında tutulurken kimi doğrudan silahlı saldırı altındadır. Bu Türk gruplarının saldırı altında olmalarını sadece kendi varlıkları ile ilgili görmemek lazım. Bu Türk gruplarının selameti, hattın kuzeyinde yer alan bağımsız Türk devletlerinin güvenliği ile de doğrudan ilişkilidir.

Hattın en batısında bulunan Kıbrıs adası, kuzeyinde kurulmuş olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti nedeniyle, hat üzerinde Türklüğün siyasi olarak en sağlam olduğu ve dolayısı ile dış tehditlere karşı en güvende olduğu yer olarak kabul edilebilir. Resmî rakamlara göre sınırları içerisinde 300.000 civarında sivil yaşayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti dışında hiçbir devlet tarafından tanınmamakla birlikte, 20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekâtı ile başlayan süreç sonucunda 15 Kasım 1983 tarihinde bağımsızlığın ilan edilmesi ile ada Türklerinin güven içerisinde yaşadığı bir sığınak hâline gelmiştir. Adadaki Türkler, 1878 yılında Osmanlının adadan çekilmesinden sonraki zaman dilimi içerisindeki en güvenli ve en müreffeh dönemlerini tecrübe etmektedirler. Günümüzde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yaşanan bütün sosyal, siyasi ve iktisadi olumsuzluklara rağmen, bu gerçek asla unutulmamalıdır. Ancak, bu olumlu duruma karşın, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin planlı, tezgâhlanmış büyük bir siyasi saldırı altında olduğu ve geleceğinin pazarlık konusu olduğu görülmektedir. Her şeyden önce, bağımsızlık sonrasında geçen otuz kusur seneye rağmen dünya bu Türk devletinin tanınmaması konusunda büyük bir inat göstermektedir. Tanımama yönündeki bu kararlılığın yanında, kâh siyasi, iktisadi baskılarla kâh beşinci kol faaliyeti ile bu devlet ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bir taraftan Kıbrıs Türkleri on yıllardır iktisadi ve siyasi ambargo altında tutulurken, diğer taraftan bazen adam satın alma yoluyla bazen de AB yardımları adı altında içeriden çökertilmeye çalışılmaktadır.

Ambargolar ve siyasi baskı sayesinde görüşme masasında tutulan Kıbrıs Türkleri, kendi devletlerini pazarlık konusu yapmak zorunda kalmaktadırlar. Görüşmeler, sürekli Rumların aşırı istekleri ve şımarıklıkları sebebiyle akamete uğramakta, ancak her seferinde Türkler yeni tavizler vermek zorunda bırakılmaktadırlar. Bu siyasi keşmekeş içerisinde en büyük tehlikeyi, bağımsızlık ve Türkiye taraftarlarının kendi içlerinde uzlaşamamaları ve çeşitli siyasi partilere bölünmeleri sebebiyle, gerek hükumete gerekse cumhurbaşkanlığı makamına Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edildiği zaman ağladığını itiraf eden veya adadaki Türk askerinin çekilip garantörlüğün uluslararası bir güce devredilmesi gerektiğini savunan kişilerin gelmesidir. Bu duruma acilen bir çözüm bulunmadığı takdirde Türklük büyük bir darbe alacaktır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığı, sadece adadaki Türk nüfusunu ilgilendiren bir durum değildir. Bu devletin ortadan kalkması, Türkiye’nin güneyden çevrilmesi anlamına gelmektedir. Unutulmamalıdır ki Türkiye Cumhuriyeti bugün uluslararası sulara Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin karasularından açılmaktadır. Yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ortadan kalkması, üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kara ülkesi hâline gelmesi manasına gelmektedir. O yüzden, adanın Türkiye tarafından ilhakı mevzubahis olmadığına göre, adadaki Türklerin bağımsızlığı Türkiye açısından hayati önemi haizdir. Türk hükumetleri, bu bağımsızlığı ortadan kaldıracak her türlü siyasi, iktisadi ve askerî olumsuzluğu bertaraf etmek için azami çaba göstermelidir. Gerekirse bu uğurda bir kez daha adada askerî harekâtı göze almalıdır. Bu meyanda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sadece kara sınırları değil, kıta sahanlığı da titiz bir şekilde müdafaa edilmelidir.

Hat üzerinde, doğuya doğru ikinci Türk topluluğunu Suriye Türkleri teşkil etmektedir. Yakın zamana kadar Türk kamuoyunun birinci maddesini oluşturan Suriye meselesi, son zamanlarda çeşitli etmenler neticesinden gündemden düşmüştür. ABD’nin PYD-YPG’ye yaptığı silah yardımı, Türk kamuoyunun Suriye ile ilgili tek gündem maddesi hâline gelmiştir. Bu meselenin Türkiye’nin bekasını doğrudan ilgilendirdiğine şüphe yoktur. Kandil’le bağlarını koparmamış bir PYD, Türkiye açısından PKK’dan farksızdır ve ağır silahlarla donatılmış bir PYD doğrudan Türkiye’nin varlığını tehdit eden bir tehlikedir. Ancak, uzun vadede Suriye’deki Türk varlığı da en az PYD meselesi kadar ehemmiyet arz etmektedir. Fakat maalesef, Suriye Türkleri konusunda Türk kamuoyunda büyük bir cehalet hâkimdir. Suriye’de Türk nüfusunun ne kadar olduğuna dair bir bilgi bile mevcut değildir. Verilen rakamlar 1.500.000 ile 3.500.000 arasında değişmektedir. Bu belirsiz nüfusun nerelerde yaşadıkları, dil durumlarının etnik bilinçlerinin ne durumda olduğu konuları belirsizdir. Türk kamuoyu sadece ülkenin kuzeyinde çarpışan birtakım Türkmen tugayları konusunda muğlak bilgilere sahiptir. Oysa Suriye’de Türkler, en kuzeyden en güneye kadar ülkenin her yerinde dağınık olarak yaşamaktadırlar ve dil durumları ile aidiyet hisleri çeşitlilik arz etmektedir. Ülkenin kuzeyinde nüfusun yoğunlaştığına şüphe yok. Zaten Türk kamuoyunda bilinen Türkmen tugayları da daha çok bu bölgede faaliyet göstermektedirler.

PYD ve Rusya destekli Esed güçleri karşısında uzun süre direnen ve hem toprak hem de insan gücü bakımından büyük kayıplar veren bu Türkmen birlikleri, Cerablus harekâtı ile başlayıp El-Bab harekâtı ile devam eden Fırat Kalkanı ile bir toparlanma sürecine girmiştir. Ancak El-Bab’ın alınması sonrasında hem ABD’nin hem de Rusya’nın askerî olarak Türkiye’yi Suriye’de hareket edemez hâle getiren hamlelerde bulunmaları, Türkmenler açısından durumu yeniden feci bir duruma getirmiştir. ABD ve Rusya’nın kanatları altında gün geçtikçe daha da kuvvetleneceği anlaşılan PYD-YPG, uzun vadede, Suriye’nin kuzeyinde ÖSO ve Türkiye kontrolü altındaki İdlib, El-Bab, Cerablus vs. gibi bölgeler dışındaki yerlerde Türkmen varlığı için çok büyük bir tehlike arz etmektedir. Kendi siyasi tezlerini kabullenmeyen Kürtlere bile hayat hakkı tanımayan bu örgütün Türkmenlere etnik temizlik yapmaması düşünülemez. Türkiye’ye yakın kuzey bölgelerindeki bu tehlikeli durumun yanında, Halep’ten güneye doğru uzanan bölgelerde yaşayan Türk nüfusun durumu daha da vahim bir hâldedir. Bilhassa Halep’in PYD destekli rejim güçleri tarafından teslim almasının akabinde, durum Türk nüfus açısından çok kötü bir şekil almıştır. Özellikle Halep’in bir kısmının PYD kontrolüne bırakılmış olması Türk nüfus için çok tehlikeli bir durumdur. Yarın Türkiye’nin PYD üzerine yapacağı bir harekâta tepki olarak, bu örgütün yönetimi altındaki bölgelerde bulunan Türk nüfusa katliam düzenlemeyeceğinin garantisini kimse veremez.  Esed yönetimi altındaki bölgelerdeki Türk nüfus için de durumun iç açıcı olduğu söylenemez.

Esed’in kendi vatandaşlarını varil bombaları ve kimyasal silahlarla imha etmekten çekinmediği dikkate alındığı zaman, Türkler için var olan tehlike daha iyi anlaşılacaktır. Şam’da, Halep’te, Hama’da, Humus’ta, Lazkiye’de, Tartus’ta, Rakka’da, Dera’da, Kuneyra’da yaşayan milyonlarca Türk, bir taraftan Esed güçleri, bir taraftan PYD ve bir taraftan da DAEŞ tarafından katledilme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Buralardaki Türk varlığının siyasi, askerî, iktisadi ve kültürel bakımdan güçlü tutulması, Kıbrıs örneğinde olduğu gibi sadece kendilerini ilgilendiren bir durum değil, doğrudan Türkiye’nin bekasını ve güvenliğini de ilgilendiren bir meseledir. Bilhassa Suriye’nin kuzeyinde Türk varlığını sindirip tam hâkimiyeti sağlamış olan bir PYD, Türkiye’nin iç güvenliği açısından çok büyük bir tehlike oluşturacaktır. Terörle mücadele adı altında, Suriye’de ortaya çıkan durum, Türkiye’nin bugüne kadar kurtarılan ve ÖSO’nun kontrolüne verilen bölgeler dışında askerî bir varlık göstermesini engelleyecek biçimde şekillenmiştir.

Türkiye’nin bundan sonra askerî harekâtı mümkün kılacak şartlar yeniden oluşana kadar yapabileceği en önemli şey, Astana Zirvesi kapsamında elde ettiği garantörlük yetkilerini, ülkenin her yerinde Türk varlığını koruma altına almak için azami şekilde kullanmaktır. Suriye’nin her köşesinde, en ufak Türk toplulukları dâhil, bütün Türk nüfusunun kültürel ve siyasi haklarını almaları sağlanmalı ve bu topluluklar iktisadi olarak desteklenmelidir. Türklerin meskûn olduğu yerler, köy köy, mahalle mahalle tespit edilip garantörlük yetkileri buraların güvence altına alınıp imar edilmeleri yönünde sonuna kadar kullanılmalıdır. Suriye’nin gelecekte günümüzdekinden farklı bir siyasi yapıya sahip olacağı anlaşılmaktadır. Bu yapının bir federasyon şeklinde olması durumunda, Türklerin yoğun oldukları yerlerde federal düzeyde, yoğun olmadıkları yerlerde ise mahalli düzeyde en üst seviyede haklara sahip olup temsil edilmeleri sağlanmalıdır. Aksi takdirde bu iç savaştan çok büyük zarar gören ve daha da görmesi muhtemel olan Suriye Türklüğü, siyasi ve kültürel baskılarla topyekûn ortadan kalkma tehlikesi ile karşı karşıya kalır.

Bu hat üzerinde, doğuya doğru üçüncü Türk topluluğu şüphesiz Irak Türkleridir. Türk kamuoyu, Musul – Kerkük meselesi sebebiyle, Irak Türkleri konusunda Suriye Türklerine göre daha bilgilidir veya en azından daha bilinçlidir denilebilir. Musul vilayeti, Lozan sonrasında resmen Türkiye’nin elinden çıktıktan sonra, Irak Türklüğü kaderi ile baş başa kalmıştır. Ancak gerek Türk kamuoyunun bu elden çıkışı vicdanen asla kabullenmeyişi gerekse Irak Türklerinin yıllarca Irak’ta maruz kaldıkları zulüm ve katliamlar neticesinde sürekli Türkiye’ye göç etmeleri sebebiyle, her zaman Irak Türklüğü ile irtibat devam etmiştir. Buna bağlı olarak Türk devleti de Türk kamuoyu da Irak Türkleri konusunda her zaman belirli bir bilinç seviyesine sahip olmuştur. Seksenli yılların sonlarından itibaren Irak’ta oluşan şartları iyi değerlendiren Türk devletinin Kuzey Irak’a askerî ve sosyoekonomik olarak yerleşmesi neticesinde, Irak Türklüğü yüz yıllık bir karanlık devrin ardından nispeten rahatlamıştır.

Ancak 2003 yılındaki 1 Mart Tezkeresi’nin sonrasında gelişen olayların akabinde Türkiye’nin askerî olarak büyük oranda Kuzey Irak’tan sökülüp atılması ile Irak Türklüğü için eskisinden daha kötü günler başlamış oldu. Türkiye’nin bölgeden sökülüp atılması Irak’ın geleceğinde söz sahibi olamamasına sebep olmuş, bu da Saddam sonrası Irak’ta, bütün etnik grupların aksine, Türkmenlerin yeterli temsil hakkı bulamaması neticesini doğurmuştur. Ülkenin kuzeyinde bütün yetki Bölgesel Kürt Yönetimi’ne kalmış ve bölge hızlı bir Kürtleşme sürecine girmiştir. Ancak esas felaket Irak denklemine DAEŞ’in girmesi ile başlamıştır. Irak Türkleri bu kanlı terör örgütü tarafından katliamlara maruz bırakılmış ve bilhassa Şii Türkmenler topyekûn ortadan kalkma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır.

Saddam sonrası Irak’ta meydana gelen fiilî durumun Türkmenler açısından doğurduğu olumsuzlukların başında, ortaya çıkan parçalı yapılı gelmektedir. Başta Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve Irak Merkezî Hükumeti tarafından yönetilen bölgeler arasında ikiye bölünen Türkmenler, DAEŞ’in de denkleme girmesiyle üçe bölündü. Bilhassa DAEŞ yönetimi altındaki bölgelerde Türkler korkunç katliamlara maruz kalmışlardır. Yakın zamanda DAEŞ’in Irak’ta elinde tuttuğu bölgelerde hâkimiyeti tamamen kaybedeceği anlaşılmaktadır. Musul büyük oranda terör örgütünden temizlenmiş durumdadır. Gelen haberler doğru ise sadece Eski Musul olarak adlandırılan bölgede birkaç mahalle terör örgütünün kontrolünde kalmıştır. DAEŞ sonrasında bölgede Türkmenleri iki büyük tehlike beklemektedir: Birincisi Kuzey Irak’ta her geçen gün kuvvetlenen PKK’dır. PKK konusunda Bölgesel Kürt Yönetimi’nden gelen birbiriyle çelişen açıklamalar, bu konuda bu yapıya güvenilemeyeceğinin bir işaretidir.

Doğrudan Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin yetki alanı altında bulunmayan Kerkük’te bile PKK’nın bayrak çekmeye cüret etmesi tehlikenin büyüklüğü konusunda bir fikir verecek mahiyettedir. İkinci tehlikeli durum, Irak’ta etkinliği gün geçtikçe artan İran güdümlü Şii milis grupların durumudur. Bu milisler, bütün Sünni gruplar gibi, Sünni Türkmenler için de büyük bir tehlike arz etmektedirler. Arap bölgelerinde gerçekleştirdikleri katliamlarla bunu ortaya koymuşlardır. Tekrara Kerkük meselesine dönülecek olursa, yakın zamanda Bölgesel Kürt Yönetimi ile merkezî hükümet arasında büyük bir krize sebep olan ve Kerkük’te Türkmenlerin topyekûn sokağa dökülmelerine sebep olan bu mesele, Türkmenler açısından bir durumu daha ortaya çıkarmıştır. Merkezî hükumet, Türkmenleri Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ne karşı bir koz olarak kullanarak Türkçeyi Kerkük’te resmî dil ilan etmiştir. Merkezî hükumetin bu yeni taktiğinin Türkmenler açısından doğuracağı sonuçları bekleyip görmek gerekir. Bu davranış bölgesel yönetim üzerinde ters etki yapıp Türkmenlere karşı siyasetini sertleştirmesine de sebep olabilir, Türkmenleri yanına çekmek için Türkmen politikasında daha kucaklayıcı bir yol izleyip yeni haklar tanımasına da. Bölgesel Kürt Yönetimi’nin hangi yolu izleyeceğini zaman gösterecek. Bütün olumsuzluklara rağmen, Bölgesel Kürt Yönetimi elindeki bölgelerde Türkmenlerin Irak’ın diğer bölgelerine nazaran nispeten daha güvenli olduğu söylenebilir. Bunda şüphesiz Barzani yönetiminin Türkiye ile olan iyi ilişkilerinin etkisi büyüktür. Bu durumda ortaya şu sonuç çıkmaktadır: Her şeyden önce Türkiye her ne pahasına olursa olsun, Kuzey Irak’ta PKK’nın etkisini artırmasına mani olmalıdır.

Bu konuda Barzani yönetimini desteklemeli ve bu desteği neticesinde Türkmenlere daha fazla hak elde etmenin yollarını bulmalıdır. Beri taraftan mezhepçi politikalara kurban edilen Türkiye – Irak münasebetlerinin derhal düzeltilmesi elzemdir. Bu ilişkilerin düzeltilmesi, bir taraftan İran’ın Irak’taki etkinliğini azaltacak diğer taraftan merkezî hükumetin yönetimi altındaki bölgelerde yaşayan Türkmenler için daha olumlu şartların ortaya çıkmasına sebep olabilecektir. Bütün bunların yanında unutulmaması gereken bir gerçek var. Türkmenlerin bu kadar saldırılara açık olmasının sebebi kendi aralarındaki bölünmüşlüktür. Irak Türkmen Cephesi maalesef Türkmenleri bir çatı altında toplamayı başaramamıştır. Bazı Türkmen grupları mezhep fanatizmi neticesinde Şii gruplarla hareket etmeyi tercih ederken diğer bazı gruplar Kürt partileri ile kader birliği etmeyi seçmiştir. Her şeyden önce Türkiye ve Türkmen Cephesi, sosyokültürel alandaki bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırmanın veya en aza indirgemenin yollarını bulmak zorundadır.

Aksi takdirde bu bölünmüş parçalı yapı, Türkmenleri gelecekte daha büyük saldırılara açık hâle getirecektir ki bu durum, Irak’ın kuzeyinde şartlar uygun olduğu zaman birilerinin topyekûn Türkmenleri ortadan kaldırmaya teşebbüs etmesine sebep olabilir. Böyle bir felaket, sadece Türkmenlerin felaketi olmaz, Türkiye’nin iç güvenliği açısından da çok büyük bir tehdit oluşturur. Üç milyondan fazla Suriyeliye kucak açmış olan Türkiye’nin Irak Türklerini toplu olarak alıp kendi sınırları içerisinde bir yerlere yerleştirmesi çok zor bir hadise değildir. Ancak Suriye’deki son gelişmeler de dikkate alındığı zaman, Türksüzleştirilmiş bir Irak coğrafyası, Türkiye için bütün savunma hatlarının çökmesi anlamına gelmektedir.

Peki, Türkiye bu hattın çökmemesi için yeteri kadar çaba gösteriyor mu? Maalesef bu soruya olumlu cevap vermek mümkün görünmüyor. Cumhuriyet dönemi boyunca Irak Türklüğü ile irtibatın hiç kopmamış olmasına rağmen, günümüzde Irak’taki Türklerin sayısı bile tam olarak bilinmemektedir. Değerlendirmeler 1.500.000’dan 4.000.000’a kadar değişmekle birlikte, tahminler nüfusun 2.000.000’un üzerinde olduğudur. Bu belirsizlik kısmen Irak’ın kendi iç şartları ile ilgili olmakla birlikte, bunda Türk dışişlerinin de bir başarısızlığının mevzubahis olduğunun kabul edilmesi gerekir. Yetkili merciler tarafından Irak’ta da gerekli çalışmalar yapılıp köy köy, mahalle mahalle Türkmen yerleşim alanları tespit edilerek en küçük Türk toplulukları dahi koruma altın alınmalı, iktisaden, siyaseten ve kültürel olarak desteklenmeli, savaştan harap olmuş olan bölgelerdekiler bilhassa sosyoekonomik olarak takviye edilerek Irak toplumsal hayatı içerisinde kendi ayakları üzerinde durabilen topluluklar olarak ortaya çıkarılmalıdırlar.

Türklüğün bu güney hattı üzerindeki en kalabalık Türk topluluğunu şüphesiz İran Türkleri teşkil etmektedir. 80.000.000’a yakın olan İran nüfusunun kimilerine göre yarısı, kimilerine göre %60’ı Türklerden oluşmaktadır. Nüfustaki bu belirsizliğe karşın kesin olan bir şey var ki o da İran’ın başkenti Tahran’ın dünya üzerinde İstanbul’dan sonra en fazla Türkçe konuşulan ikinci şehir olduğudur. Çok kalabalık olan bu Türk kitlesi; Azerbaycan, Horasan, Huzistan, Fars, Kirman ve Mazanderan başta olmak üzere, İran’ın dört bir köşesinde yaşamaktadır. Bu coğrafi çeşitliliğe koşut olarak İran Türklerinin boy bakımından da büyük bir çeşitlilik arz ettiği görülmektedir. İran Türkleri içerisinde en büyük topluluğu kuşkusuz Azerbaycanlılar oluşturmaktadır. Azerbaycanlılara ilaveten, Türkmenler, Horasan Türkleri, Karapapaklar, Afşarlar, Kaşkaylar, Şahsevenler, Halaçlar, Aynallular, Sungurlar, Keresunlular, Bayatlar, Mukaddemliler, Gündüzlüler, Ağaçeriler, Karagözlüler, Akevliler, Baharlular, Nafarslar, Bucakçılar, Selçuklar, Timurtaşlar, Kazaklar vs. gibi büyüklü küçüklü Türk gruplarından söz edilebilir. Bunların Halaçlar dışındakilerin tamamını Oğuz Türkleri teşkil etmektedir. Yani aslında bu kadar çeşitliliğe rağmen, bu büyük Türk kitlesi bir taraftan da yeknesak bir topluluktur denilebilir. Nüfustaki bu yeknesaklık ve oldukça yüksek rakama rağmen Türk kültürünün İran’da büyük bir baskı altında olduğu görülmektedir.

Son zamanlarda resmî düzeyde Türkçe eğitim hakkı dile getiriliyor olsa da uygulamada bir gelişme yoktur. Ulusal düzeyde Türkçe herhangi bir dergi veya gazetenin yayınlanmasına izin verilmemektedir. Yerel düzeyde ise yayınlanan yazıları %80’inin Farsça olma zorunluluğu vardır. Beri taraftan Türk köylerinde ve mahallelerinde açılan kreşlerde zorunlu Farsça eğitim sebebiyle Türk halkın dilindeki Farsça etkisi gün geçtikçe artmaktadır. Bu durumun bilhassa şehirlerde orta vadede yoğun bir Farslaşmaya sebep olacağı aşikârdır. Zaten bazı Türk grupları üzerinde bu etki ileri seviyeye ulaşmıştır bile. Mesela Afşarlarda Farslaşmanın oldukça ileri bir seviyede olduğu bilinmektedir. Türklerin İran nüfusu içerisindeki oranı ve devlet yapısı içerisinde işgal ettikleri mevkiler dikkate alındığı zaman bu baskılar kesinlikle kabul edilemez bir durumdur. Ülkedeki mollaların başında bulunan kişi olan Ayetullah Ali Hamaney Türk’tür ve mollalar içerisinde yalnız olmadığı da bilinmektedir. Zira mollalara Türkçe hitap ederken birden fazla görüntüsü mevcuttur. Türkler ordu içerisinde, bilhassa hava kuvvetlerinde oldukça güçlü bir yere sahiptirler. Türk nüfusu ülkenin bazı yerlerinde o kadar etkindir ki son zamanlarda Fars milliyetçiliğinin sembol isimlerinden biri olan Ahmedinejad bile halka birçok kere Türkçe seslenmek durumunda olmuştur. Burada sorulması gereken bir soru var: İran’a ticari, askerî ve siyasi konularda her türlü baskıyı yapan “medeni” dünya, neden on milyonlarca Türk’ün hakları konusunda tek kelime etmemektedir? Bu sorunun cevabı İran’ın konumu ile ilgili olsa gerektir. Ermeni işgali sonrasında Türkiye’nin Türk dünyası ile kara bağlantısı kopmuş durumdadır.

Türkiye’nin Kafkasya ve Türkistan Türklüğüyle, Azerbaycan’ın ise Türkiye ve Türkistan Türklüğüyle kara bağlantısı ancak İran Türklüğü üzerinden olabilmektedir. Yani aslında İran Türklüğü, Batı Türklüğü ile Doğu Türklüğü arasındaki bağlantıyı oluşturmaktadır. Hâl böyle olunca burada yaşayan Türklerin siyasi bir varlık olarak ortaya çıkması dünya güçlerinin hiçbirinin arzu edebileceği bir durum değildir. Peki, Türk dünyası birilerinin işine gelmiyor diye bu durumu kabullenmek durumunda mıdır? Elbette değildir ve kabullenmemelidir. İran Türklüğü konusunda, başta Türkiye ve Azerbaycan olmak üzere, Türk dünyasının izleyebileceği iki yol mevcuttur. Birinci yol, çeşitli faaliyetlerle İran Türklüğünü bağımsızlık yolunda kışkırtmaktır ki eskiden beri İran Türklüğü içerisinde bu tür faaliyetlere meyilli bir kesim olmuştur. Ancak bunların İran Türkleri içerisinde çoğunluğu teşkil etmediklerini unutmamak gerekir. Yine de bu tür çalışmaların sonuç verme ihtimali vardır. Fakat burada gözden kaçırılmaması gereken bir gerçek, ülkede hâkimiyeti elinde tutan Farsların böyle bir durumu kolay kolay kabullenmeyecekleri ve şiddete başvurmaktan kaçınmayacaklarıdır. İran’da ortaya çıkacak bu tür bir etnik çatışma, Türkler başta olmak üzere ülkedeki bütün etnik gruplara çok büyük bir zarar verecektir. İlaveten böyle bir çatışmanın Azerbaycan başta olmak üzere İran’a komşu Türk bölgelerine sıçrama ihtimali oldukça yüksektir. Bu sebeplerden dolayı bu asla başvurulmaması gereken bir yoldur. İkinci ve hem bir bütün olarak İran için hem de Türk dünyası için daha faydalı olacak yol, akılcı politikalarla İran’ı Türk dünyası ile kaynaştırmaktır.

Meseleye aklıselim ile bakıldığı zaman, İran’daki Türk nüfusunun genel nüfusa oranının bağımsızlık sonrasında Kazakistan’daki Kazak nüfus oranından çok farklı olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla, Türk nüfusu ile barışmış bir İran devletini sekizinci bağımsız Türk devleti olarak görmekte hiçbir beis yoktur. Böyle bir hareket planı iki aşamalı olmalıdır. Evvela Türkiye, Azerbaycan ve Türkmenistan başta olmak üzere, bağımsız Türk devletleri İran ile iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel ilişkileri geliştirerek sıkı dostluklar kurmalıdırlar. Kurulacak bu sıcak ilişkiler, kaçınılmaz olarak ülkede var olan Türk nüfus üzerindeki kültürel baskıların yumuşamasını belki de tamamen ortadan kalkmasını sağlayacaktır. İran devleti ile kurulacak dostane ilişkileri, ülkedeki Türk nüfusun aydınlatılarak muasır medeniyet seviyesine çıkarılması takip etmelidir. Bu arada mezhepçi siyasetten ve rejim ihracı çabasından azami derecede kaçınmak gerekmektedir. Zira mezhepçi siyaset yalnızca İran devletini değil, çok büyük çoğunluğu Şii olan Türk halkını da ötekileştirecektir. İlaveten Türklerin büyük kısmı İran’daki rejime sıkı sıkıya bağıldır. İslam Devrimi esnasında, Şeriat Medari başta olmak üzere, Türklerin oynadığı rol dikkate alınırsa meselenin hassasiyeti daha iyi anlaşılacaktır. Kendi Türk nüfusu ve Türk dünyası ile barıştırılmış bir İran, Türk dünyası ve Avrasya coğrafyasında yepyeni bir sosyoekonomik yapılanmayı beraberinde getirecektir ki bunun cihanşümul etkileri de küçümsenemeyecek seviyede olacaktır. Aksi takdirde bir taraftan baskı altında tutulan İran Türklüğü Türk bütünleşmesi önünde büyük bir engel olarak dururken, diğer taraftan Türklüğü kendine bir tehdit olarak gören bir İran devleti Türk dünyası için büyük bir tehlike arz edecektir.

Türk dünyasının güney hattı üzerindeki son Türk kitlesi Afganistan Türklüğüdür. Türklerin Afganistan nüfusu içerisindeki oranlarının İran ile kıyaslandığı zaman oldukça düşük olduğu görülmektedir. Resmî rakamlara göre yaklaşık 30.000.000 milyonluk ülke nüfusunun %10’luk miktarını Türklerin teşkil ettikleri tahmin edilmektedir. Bazı değerlendirmelere göre bu nüfus çok daha yüksektir. Hatta Türk nüfusunu 10.000.000 milyonun üzerinde gösteren değerlendirmeler de mevcuttur. Bu %10’luk nüfusa Hazaralar dâhil değildir. Günümüzde Farsça konuştukları hâlde Türk olduklarının bilincinde olan Hazaralar da bu rakama eklendiği zaman oran %15-16’ya çıkmaktadır. Türk nüfus içerisinde en büyük çoğunluğu Özbekler ve ardından Türkmenler teşkil etmektedirler. Kırgızlar, Kazaklar, Aymaklar, Kızılbaşlar, Afşarlar vs. daha küçük Türk topluluklarıdırlar. Türkler ülkenin her yerinde yaşamakla birlikte daha çok kuzeyinde yoğunlaşmış durumundadırlar. Hatta ülkenin kuzeyi uluslararası literatürde “Güney Türkistan” veya “Afgan Türkistanı” olarak bilinmektedir, yani Uluğ Türkistan’ın bir parçasıdır aslında. İran ile kıyaslandığı zaman genel ülke nüfusu içerisinde daha düşük bir orana ve daha küçük bir nüfusa sahip olduğu görülen Afganistan Türklerinin ülke siyasetinde ve yönetiminde İran Türklerine göre çok daha etkin ve yetkin olduklarına şahit olunur. Şüphesiz bu durumlarını nüfuslarının yanında sahip oldukları silahlı güce borçludurlar.

Sovyet işgali döneminde General Raşid Dostum önderliğinde işgal güçlerine karşı verdikleri mücadele neticesinde ülke içerisinde saygın bir yer edinen Türkler, bu güçlerini işgal sonrası dönemde de muhafaza etmeyi bilmişlerdir. Şüphesiz işgal sonrası Afganistan’da Türklerin bu konumlarını korumaları için yoğun çaba gösteren Türkiye hükumetlerinin bu durumdaki etkileri yadsınamaz bir gerçektir. Türkiye’nin desteği neticesinde, 1990’lı yıllarda, Kuzey Afganistan Türklüğü, Türk dünyasında Türkiye’den sonra en büyük askerî güç olarak ortaya çıkmışlardır. Türkler Taliban karşıtı koalisyon içerisinde de faal olarak görev olarak Taliban sonrası Afganistan’da da etkili bir yere sahip olabilmişlerdir. Özbek General Raşid Dostum ülkenin Savunma Bakanlığı ve 1. Başkan Yardımcılığı dâhil yüksek görevlerde bulunmuştur. Ülkedeki Türk liderliğinin ülke yönetiminde etkili yüksek yerlerde görev almasının şüphesiz Türkler üzerinde çok olumlu, birleştirici ve geliştirici etkileri olmaktadır. Raşid Dostum başta olmak üzere, Türk liderlerinin bilinçli davranışları neticesinde, Hazaralar dâhil ülkedeki Türk nüfus kültürel olarak birleşerek belirli bir kimlik etrafında bütünleşmektedirler.

Ancak bu durumun birilerini rahatsız ettiğine şüphe yoktur. Nitekim Taliban’ın Nisan ayında ülkenin kuzeyinde, yani Türkistan bölgesinde bir saldırı başlattığı ve bu saldırı neticesinde Mayıs ayı içerisinde Kunduz eyaletinin stratejik öneme sahip yerlerini ele geçirdiği görülmektedir. Yerel kaynaklar, Afganistan içerisinde Türklerin bu kadar etkin olmasından rahatsız olan Afganistan yönetimi içerişindeki bazı unsurların bu Taliban ilerlemesine göz yumduğu görüşündedirler. Yani aslında bu ülkedeki Türk varlığına Taliban’ın ardındaki güçler tarafından yöneltilmiş bir saldırıdır. Yakın zamanda General Dostum’un Türkiye’ye getirtilmesi de durumun vahameti yönünde bir işaret teşkil etmektedir. Afganistan Türklüğünün güvenliği sadece Afganistan ile ilgili bir olgu değildir. Afganistan Türklerinin ülkenin kuzeyinde sahip oldukları konumlarını kaybetmeleri durumunda, Türkmenistan ve bilhassa Özbekistan’ın Afganistan’daki dinî temelli terörizmden ve etnik çatışmalardan etkilenmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu sebeple Türkiye, Afganistan’a komşu olan Türkmenistan ve Özbekistan ile işbirliği içerisinde, oradaki Türk varlığının zarar görmemesi için, askerî tedbirler de dâhil olmak üzere, her türlü çabayı göstermek zorundadır. Askerî – siyasi tedbirlerin yanında, Afganistan’da kültürel faaliyetlerin de yürütülmesi oldukça büyük önemi haizdir. Kültürel faaliyetler içerisinde en mühim noktayı, Farsça konuşan Şii Hazaraların geriye kalan Türk nüfus ile kültürel bütünleşmelerinin ikmal edilmesidir. Zira ülkenin orta kesimlerindeki “Hazarajat”  olarak bilinen bölgede yaşayan Hazaraların diğer Türklerle bütünleşmeleri neticesinde, ortaya hem nüfus bakımından hem de coğrafya olarak çok daha büyük ve sağlam bir yapı çıkacaktır.

Bu da Türklerin dış saldırılara karşı daha sağlam bir yapı olarak durabilmeleri manasına gelmektedir. Bu bağlamda yapılması gereken ikinci önemli iş, ülkedeki küçük Türk gruplarının sosyokültürel olarak desteklenmeleridir. Zira bilhassa Kuzey Afganistan dışındaki bölgelerde yaşayan küçük Türk grupları ciddi bir Farslaşma ve Peştunlaşma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Yakın geçmişe kadar Gazne’den Kandahar’a uzanan ülkenin orta-batı ve güneybatı bölgelerinde yaşayan ancak Peştunlaşarak Kılcailer adı altında Durranilerlerle birlikte Peştunların iki büyük boyundan birini teşkil eden Halaç Türklerinin durumu dikkatten kaçmamalıdır. Afganistan Türklüğünün siyasi erkinin korunmasının bir diğer boyutunu Doğu Türkistan meselesi oluşturmaktadır. Güney Türkistan’ın doğu kesiminde bulunan Vahan koridoru, Doğu Türkistan’ın dış dünyaya açılan bir kapısı niteliğindedir. Burasının bilhassa Taliban gibi radikal terörist grupların eline geçmesinin Doğu Türkistan Türklüğü üzerinde çok olumsuz etkileri olacaktır. Buradan Doğu Türkistan’a yöneltilecek olumsuz propaganda, Çin merkezî hükumetinin Doğu Türkistan Türklüğü üzerindeki baskılarını meşrulaştırmak için bahane teşkil edecek ve oradaki Türk nüfusunu büyük bir tehlike ile karşı karşıya bırakacaktır.

Sonuç olarak Kıbrıs’tan Afganistan’a kadar uzanan hat üzerindeki bütün Türk varlığı büyük bir taarruz altındadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Kuzey Afganistan örneklerinde, Türklerin elde ettikleri siyasi kazanımlar ortadan kaldırılmaya çalışılırken, Irak ve Suriye’de Türk varlığı bu iki ülkenin geleceğinde söz sahibi olamayacak hâle getirilip topyekûn yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Bu hat üzerindeki en büyük nüfusa sahip olan İran Türklüğü ise büyük bir kültürel baskı altında tutulup mümkünse ortadan kaldırılmak veya en azından Türk bütünleşmesine köprü teşkil etmesi engellenmek istenmektedir. Bu güney hattı üzerindeki Türk varlığının karşı karşıya olduğu bu tehditlerden sağ salim kurtulamaması durumunda, Anadolu’dan Türkistan’a uzanan esas büyük Türk kütlesi ve bağımsız Türk devletleri korkunç senaryolarla yüzleşmek zorunda kalacaktır…