Kimya

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: Yale’dan ODTÜ’ye

Kaynak: http://misak.millidusunce.com

Oktay’dan önce 

Bilime merakım ne zaman başladı, kesin tarih veremem. Ortaokuldan itibaren popüler bilim kitapları okuyordum. Michaelson-Morley denemesini akarsudaki kayıklar benzetmesi ile okuduğumu hatırlıyorum. Biliyorsunuz akışa dik giden kayıkla paralel giden kayık aynı anda hedefe varıyordu… Çünkü aslında akan su (esîr-ether) yoktu! Rahmetli babamın gayretleriyle ortaokuldan itibaren İngilizce okur hale gelmiştim. Bu üniversite boyunca da bana çok yardımcı oldu. 1960’larda temel Türkçe bilim ders kitapları pek azdı, iyiler de antika niteliğindeydi. O eksiği İngilizce ile tamamlıyor, sevdiğim derslerin İngilizce ders kitaplarını da okuyordum.

O tarihlerde üniversiteler kendi giriş sınavlarını yaparlardı. Ege Üniversitesi giriş sınavı birinciliğime ve ana-babamın bütün muhalefetine rağmen mühendisliği değil, temel bilimi, Kimya-Fizik lisansını seçmiştim.

Fakat bilime asıl aşkım her halde üniversite hocalarım sayesinde aşılandı. Her biri alanından büyük zevk duyan ve bu keyfi bize de aksettiren insanlardı. Ege Üniversitesi Kimya Bölümü’nden Burhan Pekin, Emin Dikman, Gürel Nişli, Alaattin Bey, Fizik Bölümü’nden Dilşad Elburs ile adını hatırlayamadığım fakat çok sevdiğim Alman fizik hocamı ve Matematikten Masatoshi (kendi tabiriyle ‘Türk olunca’ Gündüz) İkeda’yı sayabilirim. Yaz stajımı yaptığım Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde karşılaştığım ilk teorik fizikçiler, Ercüment Özizmir ve Kaya İmre’yi de. Bir ay boyunca onların verdikleri bir matematik problem ile uğraşmış ve birinin termosta getirdiği sütsüz ve şekersiz süzme kahveyi içmiştim. Kahveyi hâlâ öyle içiyorum.

Oktay Sinanoğlu Ege Üniversitei'nde

Hocalarım ve arkadaşlarım. Soldan sağa (o tarihte olmasa da ilerki yıllarda hepsi Prof. Dr. ünvanına sahip olacakları için ünvansız sayıyorum): Burhan Pekin, Aysel Temizer, Yusuf Vardar, Özgül Utku (Koçak), Sinanoğlu’nun yanında nişanlım, sonra eşim rahmetli Güzin Kalaycıoğlu (Öksüz), İsmet Ertaş, Dilşad Elburs ve en sağda Alaattin Gülpınar.

O tarihteki dekanımız, Biyoloji Profesörü Yusuf Vardar, Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu ve özellikle de kurumun BAY Grubu (Bilim Adamı Yetiştirme) ile yakından ilgiliydi. Ege Fen’in en iyi öğrencilerini toplayıp TÜBİTAK Üniversite Bursu’na başvurmamızı sağladı. Yüksek bir burstu. Aylık 500 TL idi ve İzmir ESHOT Tahsilat Şefi ve 1. sınıf devlet memuru olan babam o tarihte ancak bunun iki katını alıyordu. TÜBİTAK o yıllarda TBMM’nin arkasında, Havuzlu Sokak’ta bahçe içinde bir villadaydı. İzmir’i hayatımda ilk defa buradaki burs jürisinin önüne çıkmak için terk etmiştim. Sanırım sınavdaki en öldürücü soru ve en belirleyici cevap jüri üyesi Feza Gürsey’den gelmişti. Bir sebeple Heisenberg’den bahsetmiştim ve Gürsey’le aramızda şu konuşma geçti:

– Heisenberg hayatta mı?

– Hayatta.

– Nereden biliyorsun?

– Geçen ayki Scientific American’da makalesi vardı.

Ege Üniversitesi’ni ziyaretinde simetri konulu konferansını da dinlediğimi ve anladığım – veya anlamadığım- kadarıyla konuyu da söyleyebildiğimi gördü. Eh bu çocuk ilgiliydi ve bilimde her şeyden önce bu gerekliydi. Bursu kazandım.

Biz TÜBİTAK’ın ilk bursiyerlerindendik. Benimle birlikte aynı bursu kazanan Biyoloji Bölümü’nden İmer ve Tosun’u hatırlıyorum.

TÜBİTAK üniversite bursları “başarının devamı” kaydı ile mezuniyetle birlikte yurt dışı bursuna dönüşüyordu. Öyle de oldu. Şimdi benim doktora için yurt dışında bir üniversite seçmem gerekiyordu. Bu seçimde iki unsur son derece etkili oldu.

Birincisi, ben de – haddim olmayarak benzeteyim –  Heisenberg gibi, ben de üniversite yıllarım ilerledikçe kimyanın sevdiğim tarafına fizik dendiğini öğrenmiştim. Fizikteki 1920’ler devriminin temelindeki Kuantum Teorisi’nin kurucusu Werner Heisenberg de aslında kimyacı idi!

İkincisi: Yıl 1966 idi ve bizim basınımızda da ABD basınında da en çok sözü edilen bilim adamı, 28 yaşında dünyanın seçkin üniversitelerinden Yale’da profesör olan Oktay Sinanoğlu idi.

Sinanoğlu da besbelli kimyanın sevdiği tarafına fizik dendiğini keşfetmiş olmalıydı ki ününün sebebi, atom ve moleküllerde “çok elektron teorisi” idi ve alanına “Teorik Kimya” deniyordu. Tam bana göre! Prof. Sinanoğlu, Yale, Kimya Bölümü adresine bir mektup yazıp yolladım. Teorik kimya için hangi üniversiteyi tavsiye ederdi? Cevap onun Türk öğrencilerinden Timur Halıcıoğlu’ndan geldi. Yale’den başka Sinanoğlu’nun öğrencilerinden birinin çalıştığı Johns Hopkins’i tavsiye ediyordu. Ben Yale’a, MIT’e (Massachusetts Institute of Technology), Cal-Tech’e (California Institute of Technology) ve daha birkaç üniversiteye müracaat ettim. Cal-Tech’in cevabını biraz kibirli bulduğum için ona tekrar yazmadım: “Sınıfınızın ilk yüzde beşinde değilseniz müracaat etmeyin.” Hâlbuki ben hâlâ okul birincisiydim.

Notlar iyi, burs cebimde ve hocalarımdan “en iyi” ifadeleriyle dolu tavsiye mektupları olunca kabul edilmek kolay oluyor. Hepsine kabul edildim. Sinanoğlu orada olduğu için Yale’dan başkasını da düşünmemiştim. Aylık 380 dolar burs ile yola koyuldum. Çok iyi bir burstu. Kahvenin 5 sent, dört dörtlük bir kahvaltının 45 sent olduğu yıllarda bu burs ile para biriktirip rahmetli babama kredi bile açmıştım. (Zaten 15 yaşımdan beri çalışıyor ve kendi paramı kazanıyordum.)

İlk intibalar

Sterling Kimya Laboratuarı denilen tarihî bir bina… Duvar kalınlığı her halde 1 metre civarında. ABD’nin IvyLeague (Sarmaşık Ligi) denilen en iyi özel okullarının tipik mimarisi… Aslında bu mimarî ABD’nin birçok şeyi gibi İngiltere’den, Oxford ve Cambridge’den kopyadır. Duvarlarını saran sarmaşıklar dâhil. Yedi okuldan en tanınmışı Harvard Üniversitesi’nin bulunduğu ilçenin adı da… Hiç şaşırtıcı değil… Cambridge!

Oktay’ın iki Türk öğrencisi daha vardı. Az önce bahsettiğim Timur Halıcıoğlu ile bir de Önder Pamuk. İkisi de bana son derece yardımcı oldular. Diğer doktora öğrencileri de. ABD doktora öğrencilerinin birbirine yardımları gelenekseldir zaten. İnternet’in ilk yıllarına da bu gelenek kuvvetle yansımıştı. Şimdi? Sakın ha!(İnternet için sakın ha. Yoksa öğrencilerin kardeşliği devam ediyor.)

Bir başka şaşırtıcı husus doktora öğrencilerinin Sinanoğlu’na, benim de az önce yaptığım gibi, “Oktay” diye hitap etmesiydi. Doktora öğrencileri hocalarından öğrenir ama galiba en çok da yeni öğrenciler eski öğrencilerden öğrenir.

Kimya’nın hoca kadrosu bir “ünlüler geçiyor” programı gibiydi. Bizim ders ve dil şartlarını sağladıktan sonra bu kadrodan birkaç kişiyle konuşup doktora danışmanımızı seçmemiz gerekiyordu. Gerçi benim kimi seçeceğim belliydi, seçilecek olan da kendisini seçeceğimi biliyordu ama bu mülakatlar mecburiydi. İyi ki mecburiydi. Bu sayede Amerikan bir arkadaşla birlikte, birkaç yıl sonra faz değişimlerindeki çalışmalarından ötürü Nobel alacak olan Lars Onsager’le konuşma şansını elde etmiştim. Koyu Norveç aksanından ve piposunu ağzından çıkarmadan konuşmasından söylediklerinin çoğunu anlamıyorduk. Fakat anlattıklarının en heyecanlı yerinde olmalı—heyecanı gözlerinden okuyabilirdiniz—pipoyu da çıkarıp tek bir kelime söylüyordu; meselâ, ‘deterjan!’ diyordu ve biz de heyecanla kafalarımızı sallıyorduk. Nasıl heyecanlanmazdık ki? Koca Onsager deterjan demişti ve biz bunun ne olduğunu biliyorduk!

Kuantum teorisi

Oktay Sinanoğlu Kuantum Kimyası, Marshall Fixman İstatistik Mekanik, KennethWeinberg Fiziko-Organik Kimya hocalarımızdı. Ve daha başkaları.

Sinanoğlu’dan Kuantum Teorisi’ni dinlerken doğru yerde olduğumu hissettim. O teoriyi Heisenberg ve Dirac’ın anlayışı ile anlatıyordu ki galiba en sağlam, fakat en çarpıcı yaklaşım da buydu. Merak edenler bu yaklaşımı Feynman’ın birinci sınıf fizik kitabının üçüncü, Kuantum Teorisi cildinde bulabilirler. Son derece eğlenceli ve açık bir anlatımdır. Soru şudur: İki delikli bir levhadan geçen elektronlar, tıpkı dalga gibi, ışık gibi, öbür tarafta girişim yapar. Bu deneyi çok yavaşlatıp meselâ dakikada sadece bir elektronla tekrarlasak da aynı girişimi elde ederiz. Peki, elektron kiminle girişim yapar. Tek cevabı vardır: Kendi kendiyle. Sonra öğrenirsiniz ki, dalga, tanecik, delik, geçmek… Bunları hepsi bizim kendi boyutumuzdan getirdiğimiz ve kuantum boyutunda geçersiz ve anlamsız olan kavramlardır. Hatta madde bile…

Neydi madde? “Uzayda yer kaplayan ve… “  Hâlbuki hiçbir temel parçacığın, elektron, proton, nötron vs, hacmı yoktur ki uzayda yer kaplasın. Spin, bunların kendi etrafında dönmesidir mi dediniz? Hangi etrafında? Hacmı olamayan şeyin kendi etrafında dönmesi mi varmış? Peki, gerçek ne? Gerçek lineer cebir, operatörler ve hal vektörleri, “ket”ler. Parantez kelimesinin İngilizcesi “bracket ~ bra-ket” ya; ikinci heceyi alıp sola açık parantez gibi kullanıp ona |> “ket” diyorduk ve bir sistemin halini bu ket vektörleri temsil ediyordu. Hermisyen uzaydaki eşleneği de “bra”<| oluyordu.

Asıl sonuç şuydu: Bilimin en büyük düşmanı galiba mantıktır, çünkü “mantık” dediğiniz şey sizin boyutunuzdan doğduğunuz günden beri edindiğiniz tecrübelerdir ve ne kuantumun çok küçüklerin kâinatı, ne de Einstein’in çok büyüklerin kâinatı bu “mantık”a uyar.

Yale’da Türklerin kredisi yüksekti. Sterling Kimya Laboratuarı’nda 28 yaşında profesör olmuş Oktay Sinanoğlu, o laboratuarın hemen karşısındaki Fizik binasında da SU6 simetrisi ile tanecik fiziğinin altını üstüne getiren Feza Gürsey vardı. Müzikte Bülent Arel ve mühendislikte bir başka Türk hoca… Yale’in ünlü bilim tarihçisi Derek Price, bilimin zengin ülkelerde yapıldığını, fakat Türkiye gibi çok zengin olmasa da bilimde istisnaî başarı gösteren ülkelerin bulunduğunu yazmıştı! Price’a göre ilk devlet destekli bilim de Uluğ Bey’in rasathanesiydi. Yaşasaydı bugün de o olumlu kanaatini korur muydu bilmiyorum.

İstatistik Mekanik ve Termodinamik derslerinde de en yüksek notu aldığımda “eh işte, bir Türk daha” diye karşılanmıştım. Aslında bu benim değil, Ege Üniversitesi’nin o yıllarının başarısıydı. Benim sınıfımdan kim olsa o sonucu alırdı. Zaten Ege Kimya’nın 1966 mezunları, hepi topu topu üç kişiydik.

Sinanoğlu’nun dersinin bir sınavı sınıfa zor gelmişti. Sınıf arkadaşlarımdan biri, Charlie, derste bu şikâyetini dillendirmiş ve heyecanla konuşurken, “İskender bile zor olduğunu söyledi…” diye bir ifade kullanmıştı. Sinanoğlu dersten sonra beni kenara çekti ve “Yahu çocukları isyana mı teşvik ediyorsun?” diye şakadan sordu. Aslında müthiş Türk algısının o da farkındaydı ve haklı olarak çok hoşlanıyordu.

Yalnız okul başarımızla değil, sosyal konumumuzla da bir başkaydık. Kimya, fizik doktora öğrencileri o güne kadar görülmemiş şeyler yapıyor, hep birlikte partiler düzenliyor ve kaynaşıyorlardı. Başı çekenler de bizim kimya ekibi, bir de Fizik’ten Alpar Sevgen’di.

Araştırma nasıl yapılır?

Doktora bir alanda çok şey öğretir ama hedef öğrenmek değil, yeni bir şey bulmak, bilime bir yenilik getirmektir. Doktora yönetmeliklerinde bu yazar yazmasına da özellikle son zamanlarda o yönetmeliklere ne kadar uyulduğu şüphelidir. Bunu başarmak gerçekten odaklanma ve bıkmadan yoğun çalışma gerektiriyor. Gece geç vakitlere kadar Sterling Laboratuarı’nda çalıştıktan sonra eve bazen yürüyerek, bazen bisikletle giderdim. Bir keresinde karla kaplı bahçede, benimle birlikte önümde bir kırmızı lekenin yürüdüğünü fark ettim. Ben yürüdükçe o da yürüyor, durunca o da duruyordu! Biraz korktum ama belli etmeden oradan uzaklaştım. Meğer fizik bölümü doktora öğrencileri inşa ettikleri ilk laserlerden birini diğer doktora öğrencilerini korkutmak için kullanırlarmış. O saatte doktora öğrencisinden başka kim olur ki sokaklarda?

Geç saatlere kadar çalışmanın uykusuzluğuna rağmen ertesi gün vaktinde kalkmak için saati kurardım. Fakat saat çaldığında uyku sersemi saati kapatıyordum. Bazen de kendimi aldatırdım: Şunu susturayım, az sonra kalkarım. Bir seferinde bu tuzağa düşmemek için saati yatağın altına koydum. Kendimi, saatin çaldığı vakitten saatler sonra susturulmuş çalar saatle birlike yatağın altında buldum. Gelirken battaniyeyi de beraberimde getirmişim.

Doktoradaki bu odaklanma ve yoğun çalışma o kadar belirgindir ki, bazı ABD şirketleri, konuya bakmaksızın doktora yapmış eleman alırlar. Konuya bakmaksızın, çünkü doktora demek, odaklanabilmek, yoğun çalışmak ve sabır demektir. İyi bir okuldan alınan derece bunların ispatıdır.

Doktora öğrencilerinde kütüphane ve fotokopi odasını da açan anahtarlar vardı. Sinanoğlu bana kendi odasının anahtarını da vermişti. Onun odasının katlanıp kaldırılan barına – onda hiç içki içmedik, vakit yoktu—bir de muhteşem deri La-ze Boy koltuğuna hayrandım. O seyahatteyken birkaç defa o koltukta uyuyup kalmıştım. Bu satırları da kendi La-ze Boy’umda yazıyorum! (Dikkat, ürün tanıtımı vardır!)

Araştırma nasıl yapılır? Soru buydu. Ve sorunun açılımı da şöyleydi: Bilimi kaç sahaya bölerseniz bölün, bütün kitap ve makaleleri okumanız mümkün değildir. O halde ne yapacaksınız? Adam gibi bir kütüphaneye girmenin verdiği dehşetle aynı soruyu Ege’deki matematik hocam Gündüz (Masatoshi) İkeda’ya sormuştum. O da eline bir dergi cildi alıp tiyatro gibi oynayarak cevap vermişti. Sayfaları ard arda çeviriyor ve “Hmmm… Hmmm” diyordu. Böyle okunur anlamında. Tabi bir dergiyi öyle okuyabilmek için de İkeda olmak gerekiyordu.

Aslında bazen birkaç sayfaya saatlerimizi veriyorduk ama doktora öğrencisi üç şeyi iyi öğreniyordu:

  1. Bilgi yığını arasından kendine lâzım olanı bulup çıkarmayı.
  2. Kimlerin makalelerinin okunmaya değmediğini.
  3. Kimlerin makalelerinin mutlaka okunması gerektiğini.

Bunları öğrenmek elzemdi. Yoksa hiçbir araştırma bitmezdi. Düşünün ki bilim adamları piyasadaki en akıcı ve kolay anlaşılır yazarlar da değildir. Zaten çoğu İngilizceyi de ve Türkçeyi de doğru dürüst bilmez, yazamaz. İlerde anlatacağım ODTÜ Teorik Kimya Bölümü’nün ilk öğrencileri arasında bir meslektaşım—yaşı benden büyüktü, bunu benden önce yaş haddinden emekli olunca tekrar hatırlamıştım—ders kitabı okumaya meraklıydı. Kendisi mühendis olduğu halde çok sevdiği Fizikokimya kitaplarını okurdu. Emekli olmadan birkaç yıl öce bana şöyle dedi: Fizikokimyayı bitiriyorum. Bir tek elektrokimya kaldı. Sonra emekli oldu, bitirebildi mi, bilmiyorum.

Sinanoğlu’nun sevdiği bir fıkra yaklaşık aynı konuyu anlatır. İki bilim adamı bir kongrenin kokteylinde karşılaşırlar. Biri diğerine heyecanla “Çok genç ve müthiş bir gelecek vadeden bir öğrencim var!”. Aradan on yıllar geçer. Bu ikisi tekrar bir kongre kokteylinde karşılaşır. Lâf lâfı açar ve ikincisi birden hatırlar, “Hani senin genç ve gelecek vadeden bir öğrencin vardı. Ne oldu ona?”. “Vallahi” der birinci bilim adamı, “hâlâ vadediyor ama ne yazık ki artık o kadar genç değil!”.

Tabi bu hal bütün bilim adamları ve bütün bilim dalları için geçerli değil. Verimin en genç yaşlarda alındığı saha şüphesiz matematik. Fizik, kimya, biyoloji, tıp, sosyal bilimler şeklindeki karmaşıklık ve zorluk sıralaması aynı zamanda en verimli olunan yaş sıralamasını da teşkil ediyor. Hiç yirmilerinde üne kavuşmuş tarihçi gördünüz mü? Ama meşhur matematikçi Galois 21 yaşında, fizikçi Moseley 28 yaşında (Çanakkale’de) ölmüştü.

Sinanoğlu’nun bize çizdiği bir artan zorluk grafiği vardı.

Düşey eksen zorluk miktarını gösterir. Eğride sağa gidildikçe zorluğun arttığı görülmektedir. Eğri üzerindeki lekeler bir araştırmacının çeşitli faaliyetlerine işaret eder. 1’den 5’e doğru gidildikçe zorluk artmaktadır. Zordan kolaya sıralayalım:

5. Makale yazmak.

4. Araştırma yapmak (ölçmek, hesaplamak, v. s.).

3. Makale okumak.

2. Bir derleme makalesi veya doktora seviyesinde ders kitabı okumak.

1. Ders kitabı okumak.

En zor aşamada, makale yazma aşamasındaysanız, kendi kendinizi ikna ederdiniz, “yahu şunu da deneyeyim, şu hesabı da yapayım, daha sağlam olur” ve 5 numaradan 4 numaraya kayardınız. Araştırmada daha önce gördüğünüz bir yayını bir daha kontrol etmek ihtiyacını duyar ve 3 numaraya kayardınız. Makaleyi okurken alana daha geniş bakan bir derlemeyi veya doktora seviyesinde kitaba göz atmak gereğini hissederdiniz. Şimdi 2 numaradasınız. Burada da tam açıklanmayan noktalar vardır. Eski ders kitabınız yardımcı olabilir… Aslında derdi Sinanoğlu, bu iniş, insanın zordan kolaya kaçışıdır.

Yazı yazarken anlaşılırlığı ölçen sis indeksine bakmamızı da o tavsiye etmişti. Sis indeksi gayet basit bir ölçüdür. Paragraftaki cümle sayısı, cümledeki kelime sayısı, kelimelerdeki harf sayısı gibi çoklukların bir karması. İndeksin kendisi, kaçıncı sınıfa kadar okumuş bir insanın yazınızı anlayacağının ölçüsüydü. Mesela 11 veya 12, sizi anlamak için lise mezunu olmak gerekiyor demekti. Açık bir yazının sis indeksi lise seviyelerinde, daha iyisi ortaokul sonda olmalıydı. Mesela Reader’s Digest, Life gibi o zamanın popüler dergileri o seviyede yayın yapıyordu. Microsoft Word bir aralık sis indeksini verirdi. Hâlâ veriyor mu bilmiyorum. Zaten her dilin sis indeksi farklıdır. Türkçe eklemli bir dil olduğu için bizim kelimelerimiz daha uzundur. Meselâ İngilizcede “kelimelerimiz” diyemezsiniz, “our words” demek zorundasınızdır ama kelime başına harf—veya hece—  sayısı azaldığı için sis indeksi düşmüş görünür.

Bugünkü sıkıntımız farklı tabi. Akademik unvan alıp da hiç mi hiç yazı yazamayanlar var!

Bilgisayar öğreniyoruz

1966-1967… Bilgisayar çok yeniydi. Fiyatları da o zamanın dolarıyla, kahvenin 5 çok lüks kahvenin 10 sent olduğu dolar zamanında,  milyonları buluyordu. Sinanoğlu’nun, alanın göğünde kuyruklu yıldız gibi parladığı dönemde, bu pahalı makinelerle hesap yapan bir grup teorik kimyacının karşısında o bir konuşma yapmaktadır. Uzun bilgisayar zamanları harcayarak saatler süren hesaplamalardan sonra bulunan bir seri açılımının katsayıları arasındaki basit ilişkiyi gösterir. Açılımda temel halde dört elektronun üst yörüngeye sıçradığı hali temsil eden terimin katsayısı, iki ikili sıçramanın katsayısının çarpımına çok yakındır. Değerler bir tabloda gösterilirken Sinanoğlu hesapların bir KR217 bilgisayarında yapıldığını söyler. Herkes bir birine bakar. Kimse böyle bir marka ve bilgisayar tanımamaktadır. Bir sonraki yansıda KR217’nin fotoğrafı görünür: Bu bir sürgülü cetveldir! Elektronik hesap makineleri yokken çarpmalar ve bölmeler logaritma tablolarıyla veya logaritma tablolarının fizikî hale getirilmişi sayılan sürgülü cetvellerle yapılırdı. Binaları kaplayan bilgisayarlardan farklı olarak bu cetveller gömlek veya ceket cebinde taşınabilirdi.

Zaten kişisel elektronik hesap makinelerine daha birkaç yıl vardı. Bunlardan ilkini hatırlıyorum: Bowmar diye bir markaydı, 1969 veya 70 Noel’inde, New York Beşinci Cadde’de, Saks mağazasında satılıyordu ve fiyatı—yine o zamanın dolarıyla 99 dolardı. Bugünün dolarıyla 1000’i rahatlıkla geçer! Dört işlem yapan cep makinelerinden bahsediyoruz!

Yale bu konularda başı çekmek zorundaydı. Bizde – yanlış hatırlamıyorsam—IBM 7040/ 7094 Direct Coupled System vardı. Hafızası 64 kilo kelime idi ve o günün bütün bilgisayarlar gibi delikli kartlarla çalışırdı.

Sinanoğlu’nun grubunun bir toplantısında Oktay bana, “Haydi programlama öğrenelim” dedi. O sırada iki dille program yazabilirdiniz. Biri aslında makine dilinin insanların biraz anlayacağı hale getirilmişi Macro Assambler idi ki buna kısaca Macro denirdi, diğeri de ilk üst düzey dillerden FORTRAN’dı. Sinanoğlu ile beraber FORTRAN öğrenmeğe başladık. McCracken adlı bir yazarın kitabından öğreniyor, egzersizleri o milyonluk makinede yapıyorduk. O sırada Sinanoğlu Avrupa’da bir davete gitti, ben McCracken’e devam ettim.

Timur ve DNA

Programlama demişken arkadaşım ve ilk Yale günlerinde mihmandarım Timur Halıcıoğlu, Sinanoğlu’nun DNA çalışması ve Onsager hakkındaki bir anekdota da temas edeyim.

Anladığım kadarıyla, araştırmanın hedefi, DNA kurdelesinin hücre çekirdeğindeki biyolojik dansının su miktarıyla ilişkili olduğunu göstermekti. Timur suyun bir moleküle etkisini hesaplamak için moleküller arası ampirik kuvvet formüllerini kullanıyordu. Molekül soğan tabakaları gibi iç içe su küreleriyle sarılıyordu ve toplam kuvveti bulmak için bu küreler üzerinden moleküle etki eden kuvvetleri hesaplayıp toplamak gerekiyordu. Formüller ters polinomlar (1/r6 – 1/r12 gibi) veya üstel fonksiyonlar içerdiğinden bilgisayar kullanmak gerekliydi. Timur bir denklemi günlerce hesapladı ve sıfır buldu. Acaip bir sonuçtu sıfır. Genellikle de programlamada bir hatanın göstergesiydi. Birlikte programı gözden geçirdik ve bir hata bulamadık. Hemen oracıkta, Sinanoğlu’nun ofisinin yanındaki ofiste matematik dehası sayılan Lars Onsager vardı. Timur bu bilmem kaç katlı entegrali ona götürmeye karar verdi. Onsager, entegrale baktı, piposunu bir nefes çektikten sonra ağzından çıkardı ve şu dört kelimeyi sarf etti: “But it is zero…” (Ama bu sıfır!)

Böylece Yale’ın milyon dolarlık makinesinin de Timur’un günler süren programlama emeğinin de boşa gitmediğini öğrenmiş olduk: Sonuç gerçekten sıfırdı!

Bundan aldığım dersle yıllar sonra ben de hesaplamağa çalıştığım  altı katlı bir entegrali ODTÜ’de Cahit Arf’a göstermiştim. Sonuç bu sefer Onsager’deki kadar aydınlatıcı değildi. Arf, bu entegral yoktur demişti. Hâlbuki Helyum hesaplamaları o entegralle yapılıyordu. Üstelemedim ve oturup o entegrali hesapladım. Kendiliğinden İyonlaşma teorimin yayınları o “olmayan” entegrale dayanır.

Matematikçilerin baş derdi bir şeylerin yakınsaması (convergence) ve mevcutiyetidir (existance). Onlar tamamen insan aklının mahsulleri ile uğraştıklarından uğraştıkları şeylerin ıraksadığı, veya aslında hiç mevcut olmaması mümkündür ve çok şaşırtıcı değildir. Halbuki Fizik, Kimya gibi daha süflî ve dünyevî, seküler şeylerle uğraşan biz kimyacı ve fizikçilerin entegralleri, serileri genellikle mevcuttur ve yakınsar.

Çok elektron teorisi

Sinanoğlu aynı anda birkaç alanda birden çalışırdı. Timur’a DNA ve moleküller arası kuvvetler, Önder Pamuk’a molekül hesaplamaları, bana da atomlarda çok elektron teorisi düştü. Benim doktora konum henüz tanımlanmamıştı ama bu olacağı kabaca belliydi. Tam ne yapılacak, hangi atomda yapılacak, bilmiyorduk. Sinanoğlu’nun başka doktora öğrencileri de vardı ve mesela biri o sıralar, güneş tayfında kuark arıyordu!

Sinanoğlu birinci sınıf dergilerde yılda bir düzine makale yayınlayan bir bilim adamıydı. Fakat onu Sinanoğlu yapan ve 28 yaşında Yale gibi bir okulda profesörlüğe getiren bu “çok elektron teorisi” idi. Nedir çok elektron teorisi?

Klasik mekanikte de kuantum mekaniğinde de “iki cisim” denkleminin matematik çözümü vardı. Meselâ bir çekirdekle bir elektrondan ibaret hidrojen atomu iki cisim sistemidir. Ona ait Şrödinger denklemi çözülebilir. Dünya ve güneşi veya dünya ve ayı, civarda başka bir cisim yokmuş gibi kabul ederseniz onlara ait Newton denklemini de çözebilirsiniz. Fakat her iki kâinatta da bundan sonrası, yani üç ve daha çok cisim problemleri analitik çözüm kabul etmez. Yani denklemler bellidir, fakat çözülemezler; ancak nümerik ~sayısal denilen yöntemlerle doğru çözüme yakın yaklaşık hesaplar yapabilirsiniz. İşte bilgisayarların hallaç pamuğu gibi attığı asıl noktalardan biri bu nümerik hesaplardı. İnsanların elle yıllar sürse yapamayacaklarını bilgisayarlar saatler içinde hallediyordu.

Fakat çok cisimdeki “çok” fazlacaysa işler zorlaşıyordu. Atom ve molekül hesaplamalarında imdada “değişme teoremi ~ variational theorem” adlı bir cankurtaran yetişiyordu. O da kısaca şuydu: Hangi yaklaşık çözümü kullanırsanız kullanın, hesaplayacağınız enerji, gerçek enerjiden büyüktür. Ee ne olmuş büyükse demeyin. Bu atom ve molekül hesaplamalarında hayat kurtaran bir tespittir. Diyelim ki yaklaşık diye bir fonksiyon kullandınız. Hadi bunun içine birkaç parametre koyun. Şimdi biliyorsunuz ki bu parametreleri enerjiyi azaltacak yönde değiştirdikçe, geçek çözüme yaklaşmaktasınız. Bitmedi… Daha hassas bir hesap mı yapacaksınız? Eski hesaplamaların bulduğu fonksiyonları alın ve onlara yeni fonksiyonlar, yeni parametreler ekleyin. Hep daha düşük enerjilere gitmeye çalışın. Hiçbir zaman gerçek enerjinin altına düşmezsiniz. Hep doğruya daha yakın, daha yakın sonuçlar bulursunuz.

Atom ve moleküllerde elektronların birbirine ortalama etkisini hesaba katan, fakat bu ortalamanın dışında elektronların birbirinden bağımsız hareket ettiğini varsayan bir yaklaştırma vardı. Hartree – Fock Orbital ( ~ yörünge) yaklaştırması. Kötü sonuç vermiyordu. Fakat geriye kalan bir enerji vardı ki o hesaplanmadan gerçek sonuçtan uzakta kalmaya mahkûmdunuz. İngilizcede “correlation energy”, yani ilgileşim enerjisi denilen bu etkene Türkçe’ye ısrarla bağlı Sinanoğlu, “kaçınım enerjisi” derdi. O da şuydu: Tamam, elektronların birbirine ortalama etkisini hesaba kattınız. Böyle bir ortalama, elektronların her birinin birer bulut gibi durup durduğunu ve birbirini iki elektrik yüklü bulutun etkilediği gibi etkilediği kabulü demektir. Fakat elektronlar bulut değildir; durdukları yerde de durmazlar. İki elektron bazen bir birinden ortalamaya göre çok uzak, fakat bazen de ortalamaya göre çok yakın noktalara gelebilir. Hele küçücük, fakat güçlü bir çekimi olan çekirdek civarında elektronlar neredeyse birbiriyle çarpışacak mesafelerde gezinirler. Çünkü çekirdek onları kuvvetle kendine çekmektedir. (Masum bir benzetmedir, aslında çarpışma diye bir şey söz konusu değildir.)

İmdada yine değişme teoremi yetişir. Temel hâli Hartree-Fock’a göre hesapladıktan sonra kaçınım enerjisi için uyarılmış hal fonksiyonlarını kullanalım ve temel hâle eklediğimiz bu yeni fonksiyonların katsayılarını değiştirerek enerjiyi mümkün mertebe düşürelim. Gerçek değerin altına düşmeme garantimiz var ya…

Kulağa kolay geliyor ama hiç de öyle değil. Yüzlerce elektronu olan atomlar var ama  biz basit bir atomu, mesela dört elektronlu Berilyum’u alalım. Temel hâlin üstüne dört elektronun birer birer uyarılmış olduğu 4 hal. Sonra ikişer ikişer elektronların uyarılmış olduğu 6 hal. Üçer üçer uyarıldıkları 4 hal daha ve nihayet dördünün birden uyarıldığı 1 hali eklemeniz lâzım. Bu “uyarılmış hal” fonksiyonları da belirli şeyler değil; dolayısıyla her bir uyarılmış hal için de yeniden onların da uyarılmış hallerini göz önüne almanız lazım. Artık sabrınız veya makineleriniz ne kadarına el verirse. Fakat bir türlü doğru dürüst sonuçlara ulaşılmıyordu. Mesela varlıklarını bildiğiniz, gözlediğimiz moleküllerde, bu kaçınım enerjisini doğru hesaplayamadığımızdan teori onların yaşayamayacaklarını, var olamayacaklarını söyleyen hesap sonuçları veriyordu. Gerçek teoriye üstündür elbet.

İşte Sinanoğlu’nun Çok Elektron Teorisi (Many Electron Theory) bu noktada devreye girdi ve bir devrim yarattı. Sinanoğlu şunu gösterdi: Hesap sırasında kullandığınız o onlarca, yüzlerce halden sadece elektronların ikili çarpışmalarına ait olanlar önemlidir. Bu mesela Berilyum için hesap edilecek uyarılmış hallerin 15’ten 6’ya düşmesi demektir. Elektron sayısı arttıkça bu sayı azalması daha da dramatik hâle gelir. (Aslında aynı spine sahip elektronlar da bir birine pek yaklaşmayacağından gerçek sayı 3 gibidir.)

Neden ikili çarpışmalar önemlidir? Basit bir ihtimal hesabı açıklaması vardır bunun. Gazların istatistik mekaniğinde moleküllerin ikili çarpışmaları önemlidir. Aynı anda üç molekülün çarpışması pek meydana gelmez. İki uçağın çarpıştığını zaman zaman duyarız ama üç uçağın birden havada çarpıştığını ben hiç duymadım.

Sinanoğlu bu gerçeği, yapılmış hesapların katsayılarını inceleyerek gösterdi. Mesela tek tek uyarılmaya karşılık gelen hallerin katsayıları küçüktü ve ihmal edilebilirdi. Fakat çift uyarılmalar büyüktü. Üçlüler küçüktü. Daha da heyecanlısı şu sonuçtu: Dörtlü uyarılma katsayıları üçlüden büyüktü. Sinanoğlu, dörtlü uyarılmanın aslında dörtlü çarpışmaya karşılık gelmediğini, atomun iki ayrı yerinde aynı anda vukua gelen iki ikili çarpışma sonucu olduğunu söyledi. Ve ispatladı. Nasıl? Dörtlü çarpışma halinin kat sayısı, ikili çarpışma katsayılarının çarpımından ibaretti. İşte K-bilmem ne makinesi ile daha doğrusu cebinde taşıdığı sürgülü cetvelle hesapladığı katsayı buydu!

Bolesh Skutnik’in doktorası

Sinanoğlu ile birlikte FORTRAN programlamayı McCracken’in kitabından öğrendiğimiz noktada kalmıştık. Benim henüz ikinci yarıyılım bitiyordu. Belki Sinanoğlu resmen tez danışmanım da değildi ama biz tam yol çalışıyorduk.

O günlerde Sinanoğlu yine Avrupa’dan, bu sefer Rusya’dan bir davet aldı. Yola çıkmadan önce New York’taki Sovyet Turizm bürosunu aramış ve o mevsimde Leningrad’daki hava sıcaklığını sormuştu. Bugünkü St. Petersburg. Konuşmanın eğlenceli olacağını tahmin ettiği için de paralel telefondan dinlememi işaret etmişti. Telefondaki erkek sesi ağır bir Rus şivesiyle, “Şubat ayında Leningrad’da resmî sıcaklık on beş derecedir, fakat soğuk olabilir, siz paltonuzla gelin” gibisinden bir şeyler söyledi. Telefonu kapadıktan sonra kahkahaları bastık.  “Resmî sıcaklık” çok hoşumuza gitmişti!

Sinanoğlu, giderken bana doktorasını almak üzere olan öğrencisi Bolesh Skutnik’in tezini verdi. Hesapları bir kontrol et dedi. Bu Bolesh’e güvensizlik gösteren bir hareket değildir. Bilimde kendi sonuçlarımızı defalarca kontrol ederiz. Bolesh benden kıdemliydi ama al şu hesaplarımı kontrol et diyebileceği samimiyette değildik. O görevi bana Sinanoğlu verdi.

Skutnik’in Be atomunun hesaplarını yapması yıllarını almış. Bizim doktora öğrencileri koridorunun sonunda, kiler gibi küçük bir oda ve o odada iki tane canavar hesap makinesi var. O tarihte yaygın hesap makineleri Facit dediğimiz aletlere benzeyen, hiç olmazsa o sistemle çalışan, mekanik makineler. Elle döndürülen kolları var. Kolu iki defa döndürürseniz ikiyle, üç defa döndürürseniz üçle çarpıyor. Bir cinsi de her hanenin değerini ayrı ayrı girebileceğiniz 0-9 arası rakamların mesela 12 düşey sıra halinde tuşlara yazıldığı bir makine. 2257 mi yazacaksınız, sağdan dördüncü sıranın 2, üçüncünün yine 2, ikincinin 5 ve birincinin 7 tuşuna basıyorsunuz falan… Ve iki makine de elektrikliydi. Ne demek elektrikli? Elle çevireceğiniz bir kol yok, onun yerine bir motor sizin için mekanizmayı çeviriyor. Dolayısıyla çarpacağınız rakamları yazıyorsunuz ve motor büyük bir gürültüyle dönüp saniyeler sonra sonucu üstteki pencereden size gösteriyor. Bir makine de yanlış hatırlamıyorsam neticeyi kâğıda basıp verirdi.

Şimdi önümdeki bir yol, o odaya kapanıp tıpkı Skutnik’in yaptığı gibi uzun uzun hesap yapmaktı. Bir yol da bir cesaret, yeni öğrenmekte olduğumuz programlama bilgisi ile o hesapları bilgisayara yaptırmaktı. Nasıl olacak, o hesaplar bilgisayara nasıl yaptırılacak… Bilmiyordum ama öğrenirdim evel Allah. Sinanoğlu Avrupa’dan döndüğümde Berilyum hesabı tamamlanmıştı. Bolesh’in sonuçları doğruydu. Ama – program dediğimiz nesnenin özelliği bu işte—aynı programda ben birkaç rakamı değiştirip Li,  C, N ve diğer bütün atomların enerji seviyelerini ve dalga fonksiyonlarını hesaplayabilirdim! Bu o güne kadar o alanda görülmemiş bir şeydi. Normali Be ile bir doktora, Li ile bir başka doktora, N+ iyonu ile bir başkası falan idi…

Sinanoğlu da ben de heyecanlanmıştık. Hesaplar bitti ve oturup makaleleri yazdık. İki makale oldu. Asıl makaleleri Physical Review dergisine gönderdik. Fakat durum olağanüstü idi. Olağanüstü bir şey bulunduğunda âdet, Physical Review Letters dergisine yazmaktı. Öyle de yaptık. Çünkü ana dergide yayın dokuz ay sürüyordu. Letters’de birkaç hafta içinde çıkıyordu. Hakikaten âcil ise… Letters’in red oranı %90’larda idi ve red gerekçesi genellikle, “bu makalenin acelesi yok, Physical Review’a gönderebilirsiniz”di. Üç makale de kabul edildi. En hoşumuza gideni Letters’in kabulüydü tabi. Üçünün de başlığı aynıydı: “Birinci ve ikinci periyod atomlarının ve iyonlarının enerji seviyeleri ve dalga fonksiyonları”. Hani “kategoriyi öldüren” cinsten bir yayın. Yedi yüz küsur atıf aldı yayınlar.

Güneş tayfında kuark aramak

Sinanoğlu’nun o yıl ikinci Letters yayınıydı. Birincisi güneş tayfında kuark arayan makalesiydi. Kuarklar o yıllarda tanecik fiziğinde varlıkları teorik olarak tahmin edilen tanecikledi. Proton, nötron gibi bilinen çekirdek içi taneciklerin yapı taşlarıydı ve yükleri de onların kesri gibiydi. Peki kuraklar nesıl gözlenecekti? Çekirdeğin parçalanması bombaları ve yıldızları doğuran bir özellikti ve büyük enerjilerin işiydi. Düşünün ki kuarkları gözlemek için çekirdeklerden de öte, çekirdek içindeki tanecikleri parçalamak gerekirdi. Kolay değil… Sinanoğlu şöyle düşündü: Proton ve nötronlar parçalansa parçalansa güneşte parçalanabilir. Ancak oradaki enerjiler bu işe yeter. O halde güneş tayfında sadece bildiğimiz atomların değil, kuarklı atomların, yani tam proton değil bir protonun kesirlerinin de bulunduğu atomların tayfını gözlememiz gerekir. Bu düşüncelerle oturup kuarklı atomların enerji seviyelerini ve oradan da tayflarını hesapladı. Atomların enerji seviyeleri bizden sorulurdu zaten. Sonra da ABD’nin güneş tayfı gözlem verilerini aldı. Tahmin edilen kuarklı atom tayf çizgilerinin orda bulunup bulunamadığını araştırdı. Kuark bulunamamıştı, çünkü bütün kuark tahmini yapılan çizgiler başka atom tayflarının çizgileriyle örtülüyordu. Fakat bu olumsuz sonucun bile bilim dünyasına hızla duyurulması gerekmişti.

Ve doktora

Genellikle doktora tezi alınır. Ne yapılacağına karar verilir. Yapılır. Tez savunulur. Sonra makale hâline getirilir. Bende tersi oldu. Tez alınmamıştı. Çalışma planı falan da yapılmamıştı. Bolesh Skutnik’in hesaplarını kontrol ediverme işinden o alanı büyük çapta bitiren bir çalışma çıkmıştı. Ve doktorada istenen her şey tamamlanmıştı. Yale’ın, doktora öğrencisinin en az üç yıl kampusta ikamet şartı vardı ama bu gelişmeyle o şart da gereksiz hâle gelmişti. Doktora ve master öğrenci dekanlığına başvurdum, yönetim kurulu üç yıl şartını benim için kaldırdı. Tez yerine yayınlanmış üç makaleyi verdim. Jüriye girdim ve geçtim. Tek eksik tezi yazmamdı. Bu yazma işi makalelerin tez formatında tekrar yazılmasından ibaretti. Onu da Türkiye’de yapıp yollayacaktım. Bütün macera tama tamına 1 yıl dokuz ay sürmüştü.

Bazen tezden makale yapılırken “bu makalede” denileceğine yanlışlıkla ilk ifade korunur ve “bu tezde” gibi ibareler yer alır. Benim tezde tersi olmuştu. Birkaç yerde “bu tezde” diyeceğime “bu makalede” ifadesini koruduğumu çok sonra fark ettim.

Aynı başarılı işi bugün yapsaydım… O iş bugün yapılamazdı, çünkü bugün herkes hesaplarını bilgisayarla yapıyor. Bizim o günkü milyon dolarlık makinemiz, üstünde bu yazıyı yazdığım diz üstünün binde biri kapasitesinde bile değildi. Belki çok elektron teorisi bile bugün o zaman gördüğü büyük ilgiyi görmezdi. Çünkü hesaplamaları on kat, yüz kat kolaylaştıran bir buluş, bugünkü bilgisayarların hızı ve kapasitesi karşısında artık o kadar önemli olmayabilir. Geriye ne kalmıştır? Atomların ve moleküllerin dünyasında elektronların davranışlarını biraz daha iyi anlamamız ve kimyanın bazı ampirik, yani gözlemle belirlenen kurallarının fizik tarafından da tasdiki. Fizikçiler Sinanoğlu’nu fizikte kimya yapmakla tenkit ederlerdi. İyi ki öyle yapmış.

Fizik, kimya, matematik ve ev

Sinanoğlu, Dirac’ın kuantum mekaniğine yaklaşımına hayrandı. Okuduğumuz temel kitaplardan biri de Dirac’ın yazdığı kuantum mekaniği kitabıydı zaten. Lineer cebir, bra-ket notasyonu, grup teorisi bizim alanlardı. Bunu oku diye verdiği bir kitap da “Applied Mathematics” idi ki bu aslında baştan sona abstre lineer cebir, lineer uzaylar, Green fonksiyonlarından ibaretti. Fizikte kimya yapıyor sözü vardı ama aynı zamanda matematik de yapıyordu. Dirac’ın teoriye yaklaşımından, grupları ve mesela Lie gruplarını bildiğini, fakat bunu yazmadığını çıkarırdı.

Çalışmalarımız havanın karardığı saatlere kadar sürdüğünde Oktay’ın evine giderdik. Eşi Paula Hanımefendi’yi orada tanıdım. Tam bir hanımefendi idi. Bir ara Sinanoğlu sekretersiz kaldığında ona yardıma gelmiş ve sekreterin masasına oturmuştu. Bu işi yaptığı birkaç günde evlenmeden önceki soyadı Armbruster’ı kullanmıştı. Levnî ve (galiba) Murat o tarihlerde çok küçüktü ve (yine galiba)Levnî’nin astımı onları epey telaşlandırıyordu. Son derece zeki ve yaramaz iki de Beagle köpekleri vardı. Beagle’lar çok enerjik olduğu için bir birleriyle oynasın diye çift alınırmış. İlk renkli televizyonu, ilk vericiye döndürülebilen motorlu anteni ve o tarihlerde çok yeni olan otomobilde sigara değil de püro yakma aletini Sinanoğlu’da gördüm. Yeni arabasının püro yakıcısını övünerek göstermişti.

Sinanoğlu’nun evindeki kitapları Sterling Laboratuarı’ndakinden farklıydı. Evde, o anda çalıştığı konuyu değil, ilerde, belki de çok ilerde çalışacağı konuları düşünmeyi tercih ediyordu. Belki buna “hayal kurmayı” diyebiliriz. Sinanoğlular’ın misafir yatak odasında yattığım geceler olmuştu. O gecelerde okumam için bana topoloji kitapları vermişti. Kimya ve fizikte yeniliğe giden yolun matematikten geçtiği inancı… Gerçekten on yıllar sonra kimyaya topoloji uyguladı. Düşüncesi, matematik kullanarak moleküllerin şekillerini tayin etmekti. “Düşünsene” derdi, “elinde bir sürü çekirdek ve elektron var. Bunları zar gibi çalkalayıp atıyorsun ve hop, belli bir şekil alıyorlar!” İşte istediği o şekli hesaplayabilmekti.

Görünmeyen kolejler

Çok elektron teorisinin o hızlı yılları, bilim çevrelerinde zaman zaman rastlanan kavgalara da sebep olmuştu. Bir başka teorik kimyacı,  o yıllarda IBM’de çalışıp en yeni makineleri bizlere pek nasip olmayan yoğunlukta kullanan Enrico Clementi, çok elektron teorisinin aslında falan ve filan tarafından ortaya atılıp sonra da Sinanoğlu’nca uygulandığını söyleyince kavga çıktı. Sinanoğlu çok kızdı ve makalenin yayınlandığı derginin editörüne işin doğrusunu anlatan bir mektup yazdı. Clementi’nin tepkisi de şöyleydi: “Ben Sinanoğlu’nun makalelerini düzenlemiyorum, o da benimkilere karışmasın.” Sinanoğlu durumu meşhur fizikçi Edward Condon’a bildirdi ve Condon Sinanoğlu’nun niçin haklı olduğunu anlatan bir mektubu alanın en iyi dergilerinden birinde neşretti.

Yale’ın ünlü bilim felsefecisi ve bilim tarihçisi, daha yukarıda bahsettiğim Derek de Solla Price da hemen bu olayın bilimini yapmaya karar verdi ve bir doktora öğrencisini kavgayı izlemeye memur etti. Heyecanlı günlerdi vesselam.

Yeshiva

Kavganın tam ortasında, şimdi adını hatırlayamadığım bir hoca bizi New York şehrinde Yeşiva Üniversitesi’ndeki bir toplantıya davet etmişti. Fakat aynı hoca bir şey daha yapmış, bizi toplantıdan önce bir İtalyan lokantasına götürmüş ve öğle yemeğinden çok saray ziyafetine benzeyen bir yemek ikram etmişti. Yemeğin yanında da ateşe tipi çantasından çıkardığı şarapları başgarsona vermiş ve servis yaptırmıştı. Toplantı başladığında bizim gruptan kimsenin ayağı yere tam basmıyordu. Ben bizim teoriyi anlattım, sonuçları gösterdim. Daha doktorasız bir öğrencinin sunumundan sonra toplantının ağır toplarından ve alanın ileri gelenlerinden biri Clementi’nin iddialarına benzer bir şeyler söyledi. Adamcağızı öyle bir cevap vermişim ki, Yale’a döndüğümüzde ekipteki diğer arkadaşlar gülmekten kırılarak anlattılar. Hani “canım bunları da ciddiye almamızı mı bekliyorsunuz yani” gibilerden bir şey söylemişim. Çok ayıp etmişim gerçekten ama her halde etkili de olmuş ki o da iddiasında direnmemişti.

Bu belki sivri bir örnek. Fakat şu bir gerçek ki, bilimin yoğun yapıldığı çevrelerde atmosfer bizim gibi uzaktan seyredilip yapıldığı ülkelerdekinden çok farklı. Fikir alışverişi, öncelikler, rekabet, heyecan.

Temel bilim niçin yapılır?

Sinanoğlu’ndan bilimin nasıl yapıldığı, nasıl yapılacağının dışında niçin yapıldığını da öğrendim. Mühendislik bilimlerinde neyin önemli olduğunu muhakkak ki o günün ekonomik ihtiyaçları ve endüstrisi belirler. Tıpta araştırma konularını ülkenin yaş dağılımına ve yaygınlığına göre hastalıklar belirleyecektir. Temel bilimler sanki bu taleplerden masunmuş, etkilenmezmiş, bilim adamları önceliklerini kendileri belirlermiş gibi düşünülebilir. Hâlbuki ABD bilim dünyasına adım attığınız andan itibaren herkesin harıl harıl projelerinin desteklenmesi peşinde koştuğunu görürsünüz. Hangi projelerin destekleneceğini de millî politikalar belirler. Meselâ az önce bahsettiğim Condon zamanında atom fiziği çok önemliydi. Niçin? Çünkü o günler atom bombasının ve hidrojen bombasının doğduğu günlerdir. Çekirdek fiziği kadar atom fiziği de önemlidir.

Sonra atom fiziğine verilen önem azalır. 1960’larda bu alan birden tekrar araştırmaların odağı hâline gelir. Bu trafiğin odağında olmayan bir ülkeden, mesela Türkiye’den bakıldığında, “Ha şimdi bilim bununla uğraşıyor. Şimdi de şununla.” gibi yorumlar yapabiliriz. Niçin diye sormadan. Yurt dışında okuyanlarımız da o konularda çalışacaklar, yurda döndüklerinde de o ihtisas üzerinde araştırma yapmaya ve kendi öğrencilerini de “bilimin ön cephesindeki” o alanlara yönlendirmeye devam edeceklerdir. Çünkü “bilim” böyle öngörmüştür. Bilimin ön cephelerinden başka çalışılacak yer yoktur tabi. Çünkü bilim yapmak, o sınırları genişletmek demektir. Fakat hangi cephenin seçileceğine, hangi cephenin ön cephe olduğuna kim karar verir?

Bu, atom fiziği niçin 1960’larda tekrar öne çıktı sorusunun cevabından anlaşılabilir. Sovyetler Birliği ABD’den sonra hidrojen bombasını da yapmıştı. Fakat bunu Amerika’ya taşıyıp atması zordu. Böyle bir saldırı uçak ve gemilerle yapılmak zorundaydı. Uçak ve gemiler, yine uçak ve gemilerle önlenebilirdi. Hal bu iken, 1957’de SSCB, Sputnik adını verdiği bir uyduyu dünya etrafında yörüngeye yerleştirdi. Sputnik her gün birkaç defa, radyoların aldığı bip-bip-bip sinyaliyle ABD’nin tepesinde dolaşıyor, bulutsuz gecelerde çıplak gözle de görülüyordu. O bip-bip sesi başka bir şey daha anlatmaktaydı: Yörüngeye uydu yerleştiren bir roket teknolojisi, hidrojen bombasını da böyle bir rokete yerleştirir, uzaya çıkarır ve sonra tekrar yeryüzüne, sizin şehirlerinizin tepesine indiriverir. ABD henüz uzun menzilli füze yapamıyordu, uzaya bir şey de atmamıştı.

ABD’nin cevabı büyük bir bilim ve teknik seferberliğiydi. Bu genel bir cevaptı. Fakat çok pratik bir problem daha vardı. Önce füze atmayı başardılar. Sputnik’ten az sonra ABD de kendi uydusunu yörüngeye yerleştirdi. Fakat kıtalararası balistik füzeler atmosfere tekrar girerken ısınıp yanıyordu. Bu “re-entry  problem ~ tekrar giriş problemi”ni çözmek için hem malzeme bilgisine hem de atmosferdeki atomların enerji seviyelerinin bilinmesine ihtiyaç vardı. Yani ikinci periyod atomlarının, N ve O atomunun. İşte biz farkında olsak da olmasak da ABD’nin bu problemini çözüyorduk. Araştırmaların bu konuda yapılmasını da NSF (Millî Bilim Vakfı ~ National Science Foundation), AAAS (Amerikan Bilimin Gelişmesi Derneği ~ American Association for the Advancement of Science) ve daha bir çok farklı ABD kurumunun araştırma destekleri sağlıyordu. İşin tepesinde bir millî bilim stratejisi vardı.

Sinanoğlu, o günlerde ABD’nin sosyal bilimlere verilen desteklerinde “Güneydoğu Asya araştırmaları”nın ne kadar önemli yer tuttuğuna dikkat çekerdi. Niçin? Çünkü ABD o sırada Vietnam’da harb ediyordu. Benzer şekilde Türkoloji, 20. asrın başında moda olmuştu. Çünkü Türkiye çöküyordu ve Batılı devletlerin millî menfaatleri Türkleri ve Türkiye’yi öğrenmeyi gerektirmekteydi. Biz de o 1960’lı yıllarda ABD’de artık Türkoloji’nin eskisi kadar moda olmamasına sevinmeye, bir daha moda olmaması için dua etmeye başlamıştık.

Sinanoğlu ve Türk milliyetçiliği

Benim fikir dünyam Türk milliyetçiliği yani, onun özel ismiyle, Türkçülük üzerine kurulmuştur. Lise çağlarımdan beri… Türkçülük, 20. asırda, Osmanlıcılık ve İslamcılık’a alternatif olarak Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Atatürk, Atsız gibi isimlerle gelişmiş, fakat daha eskilere dayanan bir fikir birikimidir. Cumhuriyetle birlikte diğer ikisinin çalışmayacağı görülmüştü ve Türkiye Cumhuriyeti Türkçülük temeli üstüne kurulmuştu. Fakat birçok değerimiz gibi bu temel değer de bugünlere layıkıyla taşınmamıştır.

Daha önce sözünü ettiğim Sterling Kimya Laboratuarı ile Fizik binasının biraz ötesinde Klein Biyoloji Kulesi yükseliyordu. Klein, diğer iki binanın klasikliğine inat modern bir yapıydı. Fen Tepesi (Science Hill) denilen alanın en önce göze çarpanıydı. Klein’ın bodrumunda bilim ağırlıklı büyük bir kütüphane, çatı katında da şık bir lokanta vardı. Klein lokantasında yemek yediğimiz bir gün konu oraya nereden geldiyse Oktay, “Alp Er Tunga öldü mü?” dedi. Ben de sagunun ikinci mısraını tamamlayıverdim: “Isız acun kaldı mı?” Reaksiyonu, “Sen de bizdenmişsin yahu!” oldu. Aslında onunki babadan geliyordu. Sinanoğlu’nun babası, Nüzhet Hâşim Sinanoğlu, Atatürk döneminde Bulgaristan’ın başşehri Sofya sefaretimizdedir. Atatürk’ün talimatıyla oradaki Türklerin ezilmemesi için elinden geleni yapmakta, sürekli Türk köylerine gitmekte, onları teşkilâtlandırmaktadır. Deliorman adlı bir yer altı gazetesi çıkarmak da faaliyetleri arasındadır. Bulgarlar onu “istenmeyen adam ~ personanon-grata” ilân ederler ve Türkiye elçiyi geri çeker. Ancak Atatürk onu hem bir mükâfat olarak ve hem de o yıllarda Türkiye’yi de “Bizim Akdeniz” sloganıyla tehdit eden Mussolini’nin ülkesinde tecrübeli bir gözlemcinin ve diplomatının bulunmasını temin için Bari Konsolosluğunda memur olarak görevlendirir. Nüzhet Haşim Bey, Mussolini İtalyası’nı, “Faşizm ve Onun Devlet Sistemi” kitabında anlatır. Sinanoğlu’nun doğumu 1935, doğduğu yer de Bari’dir. Oktay babasının özellikle Bulgaristan’da Türkleri teşkilatlandırmasından ötürü istenmeyen adam ilan edilmesiyle, gerekse annesinin kökünün Selçuklu döneminden Karacabey’e dayanmasıyla iftihar ederdi. Beni Ankara’da Selçuklu mimarisinin temsilcisi kurt dedesi Karacabey’in camiine götürmüştü.

On yıllar sonra kendisini birçok yönden destekleyen arkadaşı Turgay Tüfekçioğlu’na, babasının ölümünden sonra Ankara Cebeci’deki evlerinde, Birinci Dünya Harbi’nde Ruslara esir düşüp Türkistan’da tutulan anne dedesinin anlattıklarının da Türkçülüğünün şekillenmesinde rolü olduğunu anlatmış.

ODTÜ macerası

Sinanoğlu ve üç Türk öğrencisi, Timur Halıcıoğlu, Önder Pamuk ve ben, Haziran 1968’de ODTÜ’ye geldik ve Oktay’ın Bölüm Başkanlığı’nda yeni kurulan Teorik Kimya Bölümü’nün ilk kadrosu olduk.

1968 Haziran ayı bütün dünyada öğrenci hareketlerinin başladığı tarihtir. Gösteriler, Fransa’dan ABD’ye, Almanya’da Hür Üniversite’den ABD’de Berkeley’e kadar yayıldı. Türkiye’de ABD’yle, Avrupa’yla içli dışlı entelektüeller ve akademisyenler bizim üniversitelerimizde aynı tarihlerde başlayan olayları da dışarıdakiler gibi zannetti. Fakat bizimkiler farklıydı. Türkiye’de üniversiteler o tarihlerde, polisin giremediği kalelerdi ve üniversiteyi kuvvet kullanarak ele geçiren bir militan grup, kendi fikrinden başka fikrin yaşamasını engelleyebiliyordu. Öyle de oldu. Marksist teoride işçi ve köylünün gerçekleştireceği devrim = ihtilal, Leninizm’den sonra ve bizde de “Millî Demokratik Devrim”e dönüştü. İhtilali işçi ve köylünün yapması beklenmeyecek, asker ve sivil bürokratlar önce bu ilk ihtilali yapacak, işçi ve köylü ihtilali ondan sonra gelecekti. Hem SSCB hem de Çin’in desteğini alan bu yeni devrimin karargâhları üniversitelerdi.

Tabi ODTÜ Teorik Kimya Bölümü kurulurken bizim bunlardan pek haberimiz yoktu. Hâlbuki ilerleyen günlerde ihtilalin Türkiye’de iki büyük karargâhı ODTÜ ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi olacak, yapılacak darbe ile başa, SSCB’nin ifadesiyle, “Sovyetler’e dost bir hükümet” geçirilecekti. Haziran 1968’de başlayan ve 9 Mart 1971’de fiilî ayaklanmaya dönüşen ve üç gün içinde, 12 Mart 1971’de önlenen hareket budur.

Teori açıktı. Pratik de açıktı. Yalnız “ihtilal” yerine “devrim” deniyordu ve bizim yürekler acısı entelektüelimiz de “gençler”in harf, şapka, kıyafet devrimini kast ettiğini sansın!

Tam da Haziran 1968’de ODTÜ’ye gelen bizleri bir bakıma ikinci dünya harbini tahmin edip ondan uzak kalmaya çalışan adama benzetirim. Bir farkla ki, bizim herhangi bir şeyi tahmin ettiğimiz yoktu. Avrupa’da yaşayan o adamcağız, 1930’ların sonunda bir harbin patlayacağını hisseder, önüne bir dünya atlası açar ve “harp nereye gelmez?” sorusunun cevabını arar. Nihayet bulur! Harp Pasifik Okyanusu’nda Guadalkanal adasına her halde gelmeyecektir. Ve pılıyı pırtıyı toplayıp oraya göçer! Malum Guadalkanal, II Dünya Harbi’nin en kanlı muharebelerinin merkezlerinden biridir.

Bizim geldiğimiz günlerde, boykotlar, işgaller başladı ve uzun zaman devam etti. Biz yirmili, otuzlu yaşlarımızda gençlerdik ve duvarlarda Lenin’i, orak çekiçli bayrakları görmeğe pek alışık değildik. Olan bitene dostça yaklaşmadık, ihtilalciler de bizlere pek sempati ile bakmadılar. Sinanoğlu bizim bölümün master ve doktora dereceleri veren (“graduate”) bir bölüm olması üzerinde üniversiteyle anlaşmıştı. Bizim öğrencilerimiz bu derecelerin öğrencileriydi, fakat diğer bölüm öğrencilerine de kuantum kimyası, teorik kimya, bilgisayar programcılığı gibi dersler sunuyorduk. İhtilalciler, ilerleyen yıllarda bizim bölümden ders alacak öğrencileri tehdit ederek, birkaçını da diğerlerine ibret olsun diye döverek ders vermemizi engellediler. ODTÜ akademik kadrosunun çoğu olan biteni korku içinde izliyor, “faşist olmamaya” çalışıyordu. O sırada meselâ CHP’ye ve Sosyal Demokrasi’ye sempati duyanlar da “faşist”ti. Materyalist Felsefe Sözlüğü’ne göre faşist, “komünist olmayan” demekti. Bir kısım akademisyenler de ihtilalcilerin kadrosunda yer alıyordu. İhtilalden sonra bakan olacaklardı.

İhtilal yapacakların baskılarına bir de yeni bir bölümü idarî siyasî gücüne tehdit olarak değerlendiren, meselâ Kimya Bölümü Başkanı vardı. Teorik Kimya Bölümü macerası bu yüzden çok sürmedi. Önce Sinanoğlu, sonra bizler ayrıldık. Ben doçentken ayrılıp o zamanki Ankara Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi’ne  (bugünkü Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi), oradan da yurt dışına gittim. Timur Halıcıoğlu ABD’ye gitti ve NASA’ya katıldı. Onlar için moleküller arası kuvvet hesaplamaları yaptı. Öğrencilerimizden bir kısmı yurt dışına gidip bizde başladıkları çalışmaları orada tamamladılar. Kalan birkaç kişi de Kimya ile Fizik bölümleri arasında paylaşıldı. Önder Pamuk Kimya Bölümü’nde profesör, sonra Diyarbakır’da rektör oldu. Benim doktora öğrencim Şakir Erkoç, Fizik Bölümünde profesör oldu, profesör olan bir öğrencisini de “dedenin elini öp” esprisiyle getirip bana tanıttı. Bir öğrencimiz, Turgay Uzer ABD’ye gitti ve Georgia Teknoloji Enstitüsü’nde profesör oldu. Öğrencilerimizden Ersin Yurtsever, önce ODTÜ, sonra Koç Üniversitesi eğitim fakültelerine dekan oldu. Bir öğrencimiz, Prof. Dr. Şefik Süzer, uzun yıllar Bilkent Kimya Bölümü’nde nanoteknoloji konusunda Türkiye çapında liderlik yaptı. Benim asistanım Rıdvan Tokay Akdeniz Üniversitesi rektör yardımcısıyken bir trafik kazasında vefat etti.

Yıllar sonra geriye kalan ekip birimizin evinde toplandık. Çay, kahve derken ben melankolik bir soru sordum: “O kadar uğraşıp didindik. Ne oldu? Elimize ne geçti?” Şefik Süzer hiç tereddüt etmeden kısa bir cevap verdi: “Bizleri yetiştirdiniz ya hocam!” Bu cevabın ne kadarı doğru, ne kadarı abartıdır bilemeyeceğim. Ama çok küçük bir parçası bile doğru ise değmişti doğrusu.

ODTÜ Teorik Kimya Bölümü devam etseydi ne olurdu? Cevaplandırılabilecek bir soru değil. Çekmece stajım sırasında tanıştığım Teorik Fizikçilerin yaptığı benzetme belki de haklıydı. Bir ülkenin belli bir seviyesi varsa ve siz onu yükseltmeye çalışırsanız, yerel başarılar elde edebilirsiniz. Bu ülkeyi örten bir branda bezini bir noktadan yukarı doğru ittirmeye benzer. (Anlatan, bir bez alıp ortasında parmakla ittirip göstermişti.) Önce küçük bir alanın direnci vardır ve kolayca yol alırsınız. Fakat belli bir yükseklikten sonra, brandanın gittikçe daha geniş bir parçası sizi aşağı çekmeğe başlar. Nihayet bütün ülkeyi örten ağırlığı kaldırmanız gerekir ki buna gücünüz yetmez.

NATO Yaz Okulu: Atom Fiziği’nde Yeni Yönler ve Isador Isaac Rabi

1969’da İzmir’in Urla ilçesinde, mevkii kadar mimarisi de güzel Nebioğlu tatil köyünde ODTÜ, TÜBİTAK ve NATO’nun katkılarıyla bir yaz okulu düzenledik: Atom fiziğinde yeni yönler. Proje Sinanoğlu’nundu tabi. Ben de okulun “bilim sekreteri” idim.

Tatil köyünün bembeyaz evleri yarım küre şeklindeydi. Bu şekli denizkestanelerinden aldıkları ilhamla tasarlamışlar. Kürenin tepesindeki yuvarlak delik, evin penceresiydi. Toplantı salonu da aynı geometrideydi, ancak evlerden çok daha büyüktü. Tek tehlike, geometrinin yol açtığı bazı özellikleri bilmeden pot kırmaktı. Şöyle ki, salonun bir ucunda yanınızdakine fısıltıyla söylediğiniz şeyi, denizkestanesinin eksenine göre sizin simetriğinizdeki bir kulak sanki ona fısıldamışsınız gibi gayet net duyabiliyordu!

Nobelli fizikçi Rabi’nin konuşması çok güzeldi. Onu hiç unutmadım. Türkiye’de bilimin gelişmesinin o günkü tempoda yürümesi hâlinde olacakları anlatıyor ve gidişimizi ABD’nin İkinci Dünya Harbi öncesi ve sonrası hâline benzetiyordu.

“İkinci Dünya Harbi’nden önce Avrupa’ya ellerimiz ve dizlerimiz üstünde gittik. İngiliz ve Alman üniversiteleri Amerikan fizik dergisi ‘Physical Review’a aboneydiler ama posta masrafı olmasın diye yılda bir kere paket hâlinde getiriyorlardı.”

Bu, Avrupalıların Physical Review’da öyle öldürücü buluşlar yayınlanacağını beklemediklerini gösteren bir davranıştır. 1969’da da şimdi de Physical Review dünyanın bir numaralı fizik dergisidir. Bizim çok elektron hesaplamalarımızın yayınlandığı dergi de buydu.

Rabi konuşmasını şöyle bağlamıştı: “Evet, harpten önce elllerimiz ve dizlerimiz üzerinde gittiğimiz Avrupa, harpten sonra bizim açımızdan artık taşraydı.”Konuşmasında, siz de kısa zamanda başa güreşebilirsiniz mesajı vardı.

Polonya

1970’lerin ilk yıllarında olmalı, Polonya Bilimler Akademisi’nin tertiplediği bir Teorik Kimya toplantısında davetli konuşmacıydım. Davetli konuşmacılar arasında alanın devleri, mesela Per-Olov Lowdin vardı. Onlarla birlikte çağrılmak benim için büyük şerefti. Bu seyahatın tamamı, uzun uzun anlatılacak enteresan hatıralarla doludur. Fakat ben gitmeden önce başıma gelenleri, o günlerde Türkiye’nin ve özellikle ODTÜ’nün hâlini göstermek için anlatacağım.

ODTÜ’nün “devrimin merkezi” olduğu kamuoyunca artık malumdu. Devrimden şapka veya harf devriminin değil ihtilalin kastediliği de yavaş da olsa anlaşılmaya başlamıştı. Orak çekiçli bayraklar, boykotlar, işgaller gırla gidiyordu. Polonya’nın Krakov şehrine gitmek için izin ve ihtiyacım olan gri hizmet pasaportunu almak için yetkili daireye başvurdum. Makamında, “küçük dağları ve bazı ortancaları da ben yarattım” tavrıyla oturan memur, kırk yıllık tanıdığıymışım gibi sordu, “Hangi okuldansın?” Orta Doğu Teknik Üniversitesi deyince, şöyle bir geri kaykıldı ve “düştün şimdi ocağıma” düşüncesini açığa vuran uzunca bir “Yaaaaa!” çekti.

– Nereye gideceksin?

Küçük bir sesle cevap verdim,

– Polonya’ya.

– Yaaaaaaaaa!

Bu seferki “ya” çok daha uzun, kararlı ve yüksek sesle söylenmişti. Kesinlikle, kibar ifadeyle, “zor gidersin”, ilk defa gördüğü bir hocaya “sen” diyen kişiye yakışan ifadeyle, “nah gidersin” anlamlarına geliyordu. Evrakımı bıraktım, doğru okula, personel müdürümüz, rahmetli, Hikmet Büyüklimanlı’ya gidip durumu anlattım. “Merak etme, hallederiz” dedi; iznim ve pasaport birkaç günde çıkıverdi.

Sinanoğlu ve Türkeş

Sinanoğlu, ülkede olup biteni gözledikçe sıkılıyordu. Ortamın liyakat, başarı ve bilimden uzak kriterlerle işlediği gün geçtikçe belli olmaktaydı. 1969’da bir gün, ABD’ye dönerken uçakta yanına ABD Dış İşleri’nden (State Department) birinin oturduğunu ve ona da “Ne olacak bu Türkiye’nin hali? Komünist ihtilalciler okullarda… “ dediğini anlattı. ABD Dış İşleri memuru şöyle cevap vermiş, “Onlar bir şey değil, asıl şu bozkurtlar tehlikeli.” ABD’nin 1980 darbesine kadar ve ondan sonra da tutumu buydu.

O günlerde Sinanoğlu, Alparslan Türkeş’le görüşmek istediğini, bunu temin edip edemeyeceğimi sordu. Ederim dedim. Bir evde buluştular.

Kısa bir süre sonra, Türkeş, ODTÜ’ye konferans vermeğe geldi. 1968 ve 1969’da bu hâlâ mümkündü. Birkaç yıl sonra değil Türkeş’in, Bülent Ecevit’in bile ODTÜ’de konuşması imkânsız hâle gelmiş, “devrimci” olmayan öğrenciler başka okullara kaçmak zorunda kalmışlardı. Türkeş Üçlü Anfi’de konuşurken elektrikler kesildi. Neyse bir şey olmadı ve konuşmasını bitirdi. Sonra teşekkür etmek üzere rektörlük binasına, Rektör Kemal Kurdaş’ın makamına gitti. Ortalık kararmıştı. Sinanoğlu ve ben kalabalığı uzaktan seyrediyorduk. Gençler sloganlar atıyordu. Oktay’ın birden aklına geldi, “Yahu, git söyle de ‘Biz Türk’üz, dilimiz Türkçe’ diye bağırsınlar!” Direndim. Böyle bir çıkış, misafir gelinen yerde, ev sahibinin mekânında yakışmazdı. Diplomat Türkeş de böyle bir hareketi tasvib etmezdi. Sinanoğlu çok ısrar etti. Ben de gecenin karanlığında gençlere yaklaştım ve sloganı aktardım. Birkaç kere “Biz Türk’üz, dilimiz Türkçe!” rektörlük binasının camlarına aksetti.

Sinanoğlu o yıllardan sonra bu konulara, bilhassa Türkçeye ve Türkçe eğitime gittikçe daha çok ağırlık verdi. Bunların üzerine birçok kitap yazdı. Bulgaristan’ın persona-non-gratası Nüzhet Haşim’in ve Karacabey’in oğlu babasına ve kurt-dedesine layık bir evlat olarak yaşadı ve öldü.

Bilime merakım ne zaman başladı, kesin tarih veremem. Ortaokuldan itibaren popüler bilim kitapları okuyordum. Michaelson-Morley denemesini akarsudaki kayıklar benzetmesi ile okuduğumu hatırlıyorum. Biliyorsunuz akışa dik giden kayıkla paralel giden kayık aynı anda hedefe varıyordu… Çünkü aslında akan su (esîr-ether) yoktu! Rahmetli babamın gayretleriyle ortaokuldan itibaren İngilizce okur hale gelmiştim. Bu üniversite boyunca da bana çok yardımcı oldu. 1960’larda temel Türkçe bilim ders kitapları pek azdı, iyiler de antika niteliğindeydi. O eksiği İngilizce ile tamamlıyor, sevdiğim derslerin İngilizce ders kitaplarını da okuyordum.

O tarihlerde üniversiteler kendi giriş sınavlarını yaparlardı. Ege Üniversitesi giriş sınavı birinciliğime ve ana-babamın bütün muhalefetine rağmen mühendisliği değil, temel bilimi, Kimya-Fizik lisansını seçmiştim.

Fakat bilime asıl aşkım her halde üniversite hocalarım sayesinde aşılandı. Her biri alanından büyük zevk duyan ve bu keyfi bize de aksettiren insanlardı. Ege Üniversitesi Kimya Bölümü’nden Burhan Pekin, Emin Dikman, Gürel Nişli, Alaattin Bey, Fizik Bölümü’nden Dilşad Elburs ile adını hatırlayamadığım fakat çok sevdiğim Alman fizik hocamı ve Matematikten Masatoshi (kendi tabiriyle ‘Türk olunca’ Gündüz) İkeda’yı sayabilirim. Yaz stajımı yaptığım Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde karşılaştığım ilk teorik fizikçiler, Ercüment Özizmir ve Kaya İmre’yi de. Bir ay boyunca onların verdikleri bir matematik problem ile uğraşmış ve birinin termosta getirdiği sütsüz ve şekersiz süzme kahveyi içmiştim. Kahveyi hâlâ öyle içiyorum.

Oktay Sinanoğlu Ege Üniversitei'ndeHocalarım ve arkadaşlarım. Soldan sağa (o tarihte olmasa da ilerki yıllarda hepsi Prof. Dr. ünvanına sahip olacakları için ünvansız sayıyorum): Burhan Pekin, Aysel Temizer, Yusuf Vardar, Özgül Utku (Koçak), Sinanoğlu’nun yanında nişanlım, sonra eşim rahmetli Güzin Kalaycıoğlu (Öksüz), İsmet Ertaş, Dilşad Elburs ve en sağda Alaattin Gülpınar.

O tarihteki dekanımız, Biyoloji Profesörü Yusuf Vardar, Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu ve özellikle de kurumun BAY Grubu (Bilim Adamı Yetiştirme) ile yakından ilgiliydi. Ege Fen’in en iyi öğrencilerini toplayıp TÜBİTAK Üniversite Bursu’na başvurmamızı sağladı. Yüksek bir burstu. Aylık 500 TL idi ve İzmir ESHOT Tahsilat Şefi ve 1. sınıf devlet memuru olan babam o tarihte ancak bunun iki katını alıyordu. TÜBİTAK o yıllarda TBMM’nin arkasında, Havuzlu Sokak’ta bahçe içinde bir villadaydı. İzmir’i hayatımda ilk defa buradaki burs jürisinin önüne çıkmak için terk etmiştim. Sanırım sınavdaki en öldürücü soru ve en belirleyici cevap jüri üyesi Feza Gürsey’den gelmişti. Bir sebeple Heisenberg’den bahsetmiştim ve Gürsey’le aramızda şu konuşma geçti:

– Heisenberg hayatta mı?

– Hayatta.

– Nereden biliyorsun?

– Geçen ayki Scientific American’da makalesi vardı.

Ege Üniversitesi’ni ziyaretinde simetri konulu konferansını da dinlediğimi ve anladığım – veya anlamadığım- kadarıyla konuyu da söyleyebildiğimi gördü. Eh bu çocuk ilgiliydi ve bilimde her şeyden önce bu gerekliydi. Bursu kazandım.

Biz TÜBİTAK’ın ilk bursiyerlerindendik. Benimle birlikte aynı bursu kazanan Biyoloji Bölümü’nden İmer ve Tosun’u hatırlıyorum.

TÜBİTAK üniversite bursları “başarının devamı” kaydı ile mezuniyetle birlikte yurt dışı bursuna dönüşüyordu. Öyle de oldu. Şimdi benim doktora için yurt dışında bir üniversite seçmem gerekiyordu. Bu seçimde iki unsur son derece etkili oldu.

Birincisi, ben de – haddim olmayarak benzeteyim –  Heisenberg gibi, ben de üniversite yıllarım ilerledikçe kimyanın sevdiğim tarafına fizik dendiğini öğrenmiştim. Fizikteki 1920’ler devriminin temelindeki Kuantum Teorisi’nin kurucusu Werner Heisenberg de aslında kimyacı idi!

İkincisi: Yıl 1966 idi ve bizim basınımızda da ABD basınında da en çok sözü edilen bilim adamı, 28 yaşında dünyanın seçkin üniversitelerinden Yale’da profesör olan Oktay Sinanoğlu idi.

Sinanoğlu da besbelli kimyanın sevdiği tarafına fizik dendiğini keşfetmiş olmalıydı ki ününün sebebi, atom ve moleküllerde “çok elektron teorisi” idi ve alanına “Teorik Kimya” deniyordu. Tam bana göre! Prof. Sinanoğlu, Yale, Kimya Bölümü adresine bir mektup yazıp yolladım. Teorik kimya için hangi üniversiteyi tavsiye ederdi? Cevap onun Türk öğrencilerinden Timur Halıcıoğlu’ndan geldi. Yale’den başka Sinanoğlu’nun öğrencilerinden birinin çalıştığı Johns Hopkins’i tavsiye ediyordu. Ben Yale’a, MIT’e (Massachusetts Institute of Technology), Cal-Tech’e (California Institute of Technology) ve daha birkaç üniversiteye müracaat ettim. Cal-Tech’in cevabını biraz kibirli bulduğum için ona tekrar yazmadım: “Sınıfınızın ilk yüzde beşinde değilseniz müracaat etmeyin.” Hâlbuki ben hâlâ okul birincisiydim.

Notlar iyi, burs cebimde ve hocalarımdan “en iyi” ifadeleriyle dolu tavsiye mektupları olunca kabul edilmek kolay oluyor. Hepsine kabul edildim. Sinanoğlu orada olduğu için Yale’dan başkasını da düşünmemiştim. Aylık 380 dolar burs ile yola koyuldum. Çok iyi bir burstu. Kahvenin 5 sent, dört dörtlük bir kahvaltının 45 sent olduğu yıllarda bu burs ile para biriktirip rahmetli babama kredi bile açmıştım. (Zaten 15 yaşımdan beri çalışıyor ve kendi paramı kazanıyordum.)

İlk intibalar

Sterling Kimya Laboratuarı denilen tarihî bir bina… Duvar kalınlığı her halde 1 metre civarında. ABD’nin IvyLeague (Sarmaşık Ligi) denilen en iyi özel okullarının tipik mimarisi… Aslında bu mimarî ABD’nin birçok şeyi gibi İngiltere’den, Oxford ve Cambridge’den kopyadır. Duvarlarını saran sarmaşıklar dâhil. Yedi okuldan en tanınmışı Harvard Üniversitesi’nin bulunduğu ilçenin adı da… Hiç şaşırtıcı değil… Cambridge!

Oktay’ın iki Türk öğrencisi daha vardı. Az önce bahsettiğim Timur Halıcıoğlu ile bir de Önder Pamuk. İkisi de bana son derece yardımcı oldular. Diğer doktora öğrencileri de. ABD doktora öğrencilerinin birbirine yardımları gelenekseldir zaten. İnternet’in ilk yıllarına da bu gelenek kuvvetle yansımıştı. Şimdi? Sakın ha!(İnternet için sakın ha. Yoksa öğrencilerin kardeşliği devam ediyor.)

Bir başka şaşırtıcı husus doktora öğrencilerinin Sinanoğlu’na, benim de az önce yaptığım gibi, “Oktay” diye hitap etmesiydi. Doktora öğrencileri hocalarından öğrenir ama galiba en çok da yeni öğrenciler eski öğrencilerden öğrenir.

Kimya’nın hoca kadrosu bir “ünlüler geçiyor” programı gibiydi. Bizim ders ve dil şartlarını sağladıktan sonra bu kadrodan birkaç kişiyle konuşup doktora danışmanımızı seçmemiz gerekiyordu. Gerçi benim kimi seçeceğim belliydi, seçilecek olan da kendisini seçeceğimi biliyordu ama bu mülakatlar mecburiydi. İyi ki mecburiydi. Bu sayede Amerikan bir arkadaşla birlikte, birkaç yıl sonra faz değişimlerindeki çalışmalarından ötürü Nobel alacak olan Lars Onsager’le konuşma şansını elde etmiştim. Koyu Norveç aksanından ve piposunu ağzından çıkarmadan konuşmasından söylediklerinin çoğunu anlamıyorduk. Fakat anlattıklarının en heyecanlı yerinde olmalı—heyecanı gözlerinden okuyabilirdiniz—pipoyu da çıkarıp tek bir kelime söylüyordu; meselâ, ‘deterjan!’ diyordu ve biz de heyecanla kafalarımızı sallıyorduk. Nasıl heyecanlanmazdık ki? Koca Onsager deterjan demişti ve biz bunun ne olduğunu biliyorduk!

Kuantum teorisi

Oktay Sinanoğlu Kuantum Kimyası, Marshall Fixman İstatistik Mekanik, KennethWeinberg Fiziko-Organik Kimya hocalarımızdı. Ve daha başkaları.

Sinanoğlu’dan Kuantum Teorisi’ni dinlerken doğru yerde olduğumu hissettim. O teoriyi Heisenberg ve Dirac’ın anlayışı ile anlatıyordu ki galiba en sağlam, fakat en çarpıcı yaklaşım da buydu. Merak edenler bu yaklaşımı Feynman’ın birinci sınıf fizik kitabının üçüncü, Kuantum Teorisi cildinde bulabilirler. Son derece eğlenceli ve açık bir anlatımdır. Soru şudur: İki delikli bir levhadan geçen elektronlar, tıpkı dalga gibi, ışık gibi, öbür tarafta girişim yapar. Bu deneyi çok yavaşlatıp meselâ dakikada sadece bir elektronla tekrarlasak da aynı girişimi elde ederiz. Peki, elektron kiminle girişim yapar. Tek cevabı vardır: Kendi kendiyle. Sonra öğrenirsiniz ki, dalga, tanecik, delik, geçmek… Bunları hepsi bizim kendi boyutumuzdan getirdiğimiz ve kuantum boyutunda geçersiz ve anlamsız olan kavramlardır. Hatta madde bile…

Neydi madde? “Uzayda yer kaplayan ve… “  Hâlbuki hiçbir temel parçacığın, elektron, proton, nötron vs, hacmı yoktur ki uzayda yer kaplasın. Spin, bunların kendi etrafında dönmesidir mi dediniz? Hangi etrafında? Hacmı olamayan şeyin kendi etrafında dönmesi mi varmış? Peki, gerçek ne? Gerçek lineer cebir, operatörler ve hal vektörleri, “ket”ler. Parantez kelimesinin İngilizcesi “bracket ~ bra-ket” ya; ikinci heceyi alıp sola açık parantez gibi kullanıp ona |> “ket” diyorduk ve bir sistemin halini bu ket vektörleri temsil ediyordu. Hermisyen uzaydaki eşleneği de “bra”<| oluyordu.

Asıl sonuç şuydu: Bilimin en büyük düşmanı galiba mantıktır, çünkü “mantık” dediğiniz şey sizin boyutunuzdan doğduğunuz günden beri edindiğiniz tecrübelerdir ve ne kuantumun çok küçüklerin kâinatı, ne de Einstein’in çok büyüklerin kâinatı bu “mantık”a uyar.

Yale’da Türklerin kredisi yüksekti. Sterling Kimya Laboratuarı’nda 28 yaşında profesör olmuş Oktay Sinanoğlu, o laboratuarın hemen karşısındaki Fizik binasında da SU6 simetrisi ile tanecik fiziğinin altını üstüne getiren Feza Gürsey vardı. Müzikte Bülent Arel ve mühendislikte bir başka Türk hoca… Yale’in ünlü bilim tarihçisi Derek Price, bilimin zengin ülkelerde yapıldığını, fakat Türkiye gibi çok zengin olmasa da bilimde istisnaî başarı gösteren ülkelerin bulunduğunu yazmıştı! Price’a göre ilk devlet destekli bilim de Uluğ Bey’in rasathanesiydi. Yaşasaydı bugün de o olumlu kanaatini korur muydu bilmiyorum.

İstatistik Mekanik ve Termodinamik derslerinde de en yüksek notu aldığımda “eh işte, bir Türk daha” diye karşılanmıştım. Aslında bu benim değil, Ege Üniversitesi’nin o yıllarının başarısıydı. Benim sınıfımdan kim olsa o sonucu alırdı. Zaten Ege Kimya’nın 1966 mezunları, hepi topu topu üç kişiydik.

Sinanoğlu’nun dersinin bir sınavı sınıfa zor gelmişti. Sınıf arkadaşlarımdan biri, Charlie, derste bu şikâyetini dillendirmiş ve heyecanla konuşurken, “İskender bile zor olduğunu söyledi…” diye bir ifade kullanmıştı. Sinanoğlu dersten sonra beni kenara çekti ve “Yahu çocukları isyana mı teşvik ediyorsun?” diye şakadan sordu. Aslında müthiş Türk algısının o da farkındaydı ve haklı olarak çok hoşlanıyordu.

Yalnız okul başarımızla değil, sosyal konumumuzla da bir başkaydık. Kimya, fizik doktora öğrencileri o güne kadar görülmemiş şeyler yapıyor, hep birlikte partiler düzenliyor ve kaynaşıyorlardı. Başı çekenler de bizim kimya ekibi, bir de Fizik’ten Alpar Sevgen’di.

Araştırma nasıl yapılır?

Doktora bir alanda çok şey öğretir ama hedef öğrenmek değil, yeni bir şey bulmak, bilime bir yenilik getirmektir. Doktora yönetmeliklerinde bu yazar yazmasına da özellikle son zamanlarda o yönetmeliklere ne kadar uyulduğu şüphelidir. Bunu başarmak gerçekten odaklanma ve bıkmadan yoğun çalışma gerektiriyor. Gece geç vakitlere kadar Sterling Laboratuarı’nda çalıştıktan sonra eve bazen yürüyerek, bazen bisikletle giderdim. Bir keresinde karla kaplı bahçede, benimle birlikte önümde bir kırmızı lekenin yürüdüğünü fark ettim. Ben yürüdükçe o da yürüyor, durunca o da duruyordu! Biraz korktum ama belli etmeden oradan uzaklaştım. Meğer fizik bölümü doktora öğrencileri inşa ettikleri ilk laserlerden birini diğer doktora öğrencilerini korkutmak için kullanırlarmış. O saatte doktora öğrencisinden başka kim olur ki sokaklarda?

Geç saatlere kadar çalışmanın uykusuzluğuna rağmen ertesi gün vaktinde kalkmak için saati kurardım. Fakat saat çaldığında uyku sersemi saati kapatıyordum. Bazen de kendimi aldatırdım: Şunu susturayım, az sonra kalkarım. Bir seferinde bu tuzağa düşmemek için saati yatağın altına koydum. Kendimi, saatin çaldığı vakitten saatler sonra susturulmuş çalar saatle birlike yatağın altında buldum. Gelirken battaniyeyi de beraberimde getirmişim.

Doktoradaki bu odaklanma ve yoğun çalışma o kadar belirgindir ki, bazı ABD şirketleri, konuya bakmaksızın doktora yapmış eleman alırlar. Konuya bakmaksızın, çünkü doktora demek, odaklanabilmek, yoğun çalışmak ve sabır demektir. İyi bir okuldan alınan derece bunların ispatıdır.

Doktora öğrencilerinde kütüphane ve fotokopi odasını da açan anahtarlar vardı. Sinanoğlu bana kendi odasının anahtarını da vermişti. Onun odasının katlanıp kaldırılan barına – onda hiç içki içmedik, vakit yoktu—bir de muhteşem deri La-ze Boy koltuğuna hayrandım. O seyahatteyken birkaç defa o koltukta uyuyup kalmıştım. Bu satırları da kendi La-ze Boy’umda yazıyorum! (Dikkat, ürün tanıtımı vardır!)

Araştırma nasıl yapılır? Soru buydu. Ve sorunun açılımı da şöyleydi: Bilimi kaç sahaya bölerseniz bölün, bütün kitap ve makaleleri okumanız mümkün değildir. O halde ne yapacaksınız? Adam gibi bir kütüphaneye girmenin verdiği dehşetle aynı soruyu Ege’deki matematik hocam Gündüz (Masatoshi) İkeda’ya sormuştum. O da eline bir dergi cildi alıp tiyatro gibi oynayarak cevap vermişti. Sayfaları ard arda çeviriyor ve “Hmmm… Hmmm” diyordu. Böyle okunur anlamında. Tabi bir dergiyi öyle okuyabilmek için de İkeda olmak gerekiyordu.

Aslında bazen birkaç sayfaya saatlerimizi veriyorduk ama doktora öğrencisi üç şeyi iyi öğreniyordu:

  1. Bilgi yığını arasından kendine lâzım olanı bulup çıkarmayı.
  2. Kimlerin makalelerinin okunmaya değmediğini.
  3. Kimlerin makalelerinin mutlaka okunması gerektiğini.

Bunları öğrenmek elzemdi. Yoksa hiçbir araştırma bitmezdi. Düşünün ki bilim adamları piyasadaki en akıcı ve kolay anlaşılır yazarlar da değildir. Zaten çoğu İngilizceyi de ve Türkçeyi de doğru dürüst bilmez, yazamaz. İlerde anlatacağım ODTÜ Teorik Kimya Bölümü’nün ilk öğrencileri arasında bir meslektaşım—yaşı benden büyüktü, bunu benden önce yaş haddinden emekli olunca tekrar hatırlamıştım—ders kitabı okumaya meraklıydı. Kendisi mühendis olduğu halde çok sevdiği Fizikokimya kitaplarını okurdu. Emekli olmadan birkaç yıl öce bana şöyle dedi: Fizikokimyayı bitiriyorum. Bir tek elektrokimya kaldı. Sonra emekli oldu, bitirebildi mi, bilmiyorum.

Sinanoğlu’nun sevdiği bir fıkra yaklaşık aynı konuyu anlatır. İki bilim adamı bir kongrenin kokteylinde karşılaşırlar. Biri diğerine heyecanla “Çok genç ve müthiş bir gelecek vadeden bir öğrencim var!”. Aradan on yıllar geçer. Bu ikisi tekrar bir kongre kokteylinde karşılaşır. Lâf lâfı açar ve ikincisi birden hatırlar, “Hani senin genç ve gelecek vadeden bir öğrencin vardı. Ne oldu ona?”. “Vallahi” der birinci bilim adamı, “hâlâ vadediyor ama ne yazık ki artık o kadar genç değil!”.

Tabi bu hal bütün bilim adamları ve bütün bilim dalları için geçerli değil. Verimin en genç yaşlarda alındığı saha şüphesiz matematik. Fizik, kimya, biyoloji, tıp, sosyal bilimler şeklindeki karmaşıklık ve zorluk sıralaması aynı zamanda en verimli olunan yaş sıralamasını da teşkil ediyor. Hiç yirmilerinde üne kavuşmuş tarihçi gördünüz mü? Ama meşhur matematikçi Galois 21 yaşında, fizikçi Moseley 28 yaşında (Çanakkale’de) ölmüştü.

Sinanoğlu’nun bize çizdiği bir artan zorluk grafiği vardı.

Düşey eksen zorluk miktarını gösterir. Eğride sağa gidildikçe zorluğun arttığı görülmektedir. Eğri üzerindeki lekeler bir araştırmacının çeşitli faaliyetlerine işaret eder. 1’den 5’e doğru gidildikçe zorluk artmaktadır. Zordan kolaya sıralayalım:

5. Makale yazmak.

4. Araştırma yapmak (ölçmek, hesaplamak, v. s.).

3. Makale okumak.

2. Bir derleme makalesi veya doktora seviyesinde ders kitabı okumak.

1. Ders kitabı okumak.

En zor aşamada, makale yazma aşamasındaysanız, kendi kendinizi ikna ederdiniz, “yahu şunu da deneyeyim, şu hesabı da yapayım, daha sağlam olur” ve 5 numaradan 4 numaraya kayardınız. Araştırmada daha önce gördüğünüz bir yayını bir daha kontrol etmek ihtiyacını duyar ve 3 numaraya kayardınız. Makaleyi okurken alana daha geniş bakan bir derlemeyi veya doktora seviyesinde kitaba göz atmak gereğini hissederdiniz. Şimdi 2 numaradasınız. Burada da tam açıklanmayan noktalar vardır. Eski ders kitabınız yardımcı olabilir… Aslında derdi Sinanoğlu, bu iniş, insanın zordan kolaya kaçışıdır.

Yazı yazarken anlaşılırlığı ölçen sis indeksine bakmamızı da o tavsiye etmişti. Sis indeksi gayet basit bir ölçüdür. Paragraftaki cümle sayısı, cümledeki kelime sayısı, kelimelerdeki harf sayısı gibi çoklukların bir karması. İndeksin kendisi, kaçıncı sınıfa kadar okumuş bir insanın yazınızı anlayacağının ölçüsüydü. Mesela 11 veya 12, sizi anlamak için lise mezunu olmak gerekiyor demekti. Açık bir yazının sis indeksi lise seviyelerinde, daha iyisi ortaokul sonda olmalıydı. Mesela Reader’s Digest, Life gibi o zamanın popüler dergileri o seviyede yayın yapıyordu. Microsoft Word bir aralık sis indeksini verirdi. Hâlâ veriyor mu bilmiyorum. Zaten her dilin sis indeksi farklıdır. Türkçe eklemli bir dil olduğu için bizim kelimelerimiz daha uzundur. Meselâ İngilizcede “kelimelerimiz” diyemezsiniz, “our words” demek zorundasınızdır ama kelime başına harf—veya hece—  sayısı azaldığı için sis indeksi düşmüş görünür.

Bugünkü sıkıntımız farklı tabi. Akademik unvan alıp da hiç mi hiç yazı yazamayanlar var!

Bilgisayar öğreniyoruz

1966-1967… Bilgisayar çok yeniydi. Fiyatları da o zamanın dolarıyla, kahvenin 5 çok lüks kahvenin 10 sent olduğu dolar zamanında,  milyonları buluyordu. Sinanoğlu’nun, alanın göğünde kuyruklu yıldız gibi parladığı dönemde, bu pahalı makinelerle hesap yapan bir grup teorik kimyacının karşısında o bir konuşma yapmaktadır. Uzun bilgisayar zamanları harcayarak saatler süren hesaplamalardan sonra bulunan bir seri açılımının katsayıları arasındaki basit ilişkiyi gösterir. Açılımda temel halde dört elektronun üst yörüngeye sıçradığı hali temsil eden terimin katsayısı, iki ikili sıçramanın katsayısının çarpımına çok yakındır. Değerler bir tabloda gösterilirken Sinanoğlu hesapların bir KR217 bilgisayarında yapıldığını söyler. Herkes bir birine bakar. Kimse böyle bir marka ve bilgisayar tanımamaktadır. Bir sonraki yansıda KR217’nin fotoğrafı görünür: Bu bir sürgülü cetveldir! Elektronik hesap makineleri yokken çarpmalar ve bölmeler logaritma tablolarıyla veya logaritma tablolarının fizikî hale getirilmişi sayılan sürgülü cetvellerle yapılırdı. Binaları kaplayan bilgisayarlardan farklı olarak bu cetveller gömlek veya ceket cebinde taşınabilirdi.

Zaten kişisel elektronik hesap makinelerine daha birkaç yıl vardı. Bunlardan ilkini hatırlıyorum: Bowmar diye bir markaydı, 1969 veya 70 Noel’inde, New York Beşinci Cadde’de, Saks mağazasında satılıyordu ve fiyatı—yine o zamanın dolarıyla 99 dolardı. Bugünün dolarıyla 1000’i rahatlıkla geçer! Dört işlem yapan cep makinelerinden bahsediyoruz!

Yale bu konularda başı çekmek zorundaydı. Bizde – yanlış hatırlamıyorsam—IBM 7040/ 7094 Direct Coupled System vardı. Hafızası 64 kilo kelime idi ve o günün bütün bilgisayarlar gibi delikli kartlarla çalışırdı.

Sinanoğlu’nun grubunun bir toplantısında Oktay bana, “Haydi programlama öğrenelim” dedi. O sırada iki dille program yazabilirdiniz. Biri aslında makine dilinin insanların biraz anlayacağı hale getirilmişi Macro Assambler idi ki buna kısaca Macro denirdi, diğeri de ilk üst düzey dillerden FORTRAN’dı. Sinanoğlu ile beraber FORTRAN öğrenmeğe başladık. McCracken adlı bir yazarın kitabından öğreniyor, egzersizleri o milyonluk makinede yapıyorduk. O sırada Sinanoğlu Avrupa’da bir davete gitti, ben McCracken’e devam ettim.

Timur ve DNA

Programlama demişken arkadaşım ve ilk Yale günlerinde mihmandarım Timur Halıcıoğlu, Sinanoğlu’nun DNA çalışması ve Onsager hakkındaki bir anekdota da temas edeyim.

Anladığım kadarıyla, araştırmanın hedefi, DNA kurdelesinin hücre çekirdeğindeki biyolojik dansının su miktarıyla ilişkili olduğunu göstermekti. Timur suyun bir moleküle etkisini hesaplamak için moleküller arası ampirik kuvvet formüllerini kullanıyordu. Molekül soğan tabakaları gibi iç içe su küreleriyle sarılıyordu ve toplam kuvveti bulmak için bu küreler üzerinden moleküle etki eden kuvvetleri hesaplayıp toplamak gerekiyordu. Formüller ters polinomlar (1/r6 – 1/r12 gibi) veya üstel fonksiyonlar içerdiğinden bilgisayar kullanmak gerekliydi. Timur bir denklemi günlerce hesapladı ve sıfır buldu. Acaip bir sonuçtu sıfır. Genellikle de programlamada bir hatanın göstergesiydi. Birlikte programı gözden geçirdik ve bir hata bulamadık. Hemen oracıkta, Sinanoğlu’nun ofisinin yanındaki ofiste matematik dehası sayılan Lars Onsager vardı. Timur bu bilmem kaç katlı entegrali ona götürmeye karar verdi. Onsager, entegrale baktı, piposunu bir nefes çektikten sonra ağzından çıkardı ve şu dört kelimeyi sarf etti: “But it is zero…” (Ama bu sıfır!)

Böylece Yale’ın milyon dolarlık makinesinin de Timur’un günler süren programlama emeğinin de boşa gitmediğini öğrenmiş olduk: Sonuç gerçekten sıfırdı!

Bundan aldığım dersle yıllar sonra ben de hesaplamağa çalıştığım  altı katlı bir entegrali ODTÜ’de Cahit Arf’a göstermiştim. Sonuç bu sefer Onsager’deki kadar aydınlatıcı değildi. Arf, bu entegral yoktur demişti. Hâlbuki Helyum hesaplamaları o entegralle yapılıyordu. Üstelemedim ve oturup o entegrali hesapladım. Kendiliğinden İyonlaşma teorimin yayınları o “olmayan” entegrale dayanır.

Matematikçilerin baş derdi bir şeylerin yakınsaması (convergence) ve mevcutiyetidir (existance). Onlar tamamen insan aklının mahsulleri ile uğraştıklarından uğraştıkları şeylerin ıraksadığı, veya aslında hiç mevcut olmaması mümkündür ve çok şaşırtıcı değildir. Halbuki Fizik, Kimya gibi daha süflî ve dünyevî, seküler şeylerle uğraşan biz kimyacı ve fizikçilerin entegralleri, serileri genellikle mevcuttur ve yakınsar.

Çok elektron teorisi

Sinanoğlu aynı anda birkaç alanda birden çalışırdı. Timur’a DNA ve moleküller arası kuvvetler, Önder Pamuk’a molekül hesaplamaları, bana da atomlarda çok elektron teorisi düştü. Benim doktora konum henüz tanımlanmamıştı ama bu olacağı kabaca belliydi. Tam ne yapılacak, hangi atomda yapılacak, bilmiyorduk. Sinanoğlu’nun başka doktora öğrencileri de vardı ve mesela biri o sıralar, güneş tayfında kuark arıyordu!

Sinanoğlu birinci sınıf dergilerde yılda bir düzine makale yayınlayan bir bilim adamıydı. Fakat onu Sinanoğlu yapan ve 28 yaşında Yale gibi bir okulda profesörlüğe getiren bu “çok elektron teorisi” idi. Nedir çok elektron teorisi?

Klasik mekanikte de kuantum mekaniğinde de “iki cisim” denkleminin matematik çözümü vardı. Meselâ bir çekirdekle bir elektrondan ibaret hidrojen atomu iki cisim sistemidir. Ona ait Şrödinger denklemi çözülebilir. Dünya ve güneşi veya dünya ve ayı, civarda başka bir cisim yokmuş gibi kabul ederseniz onlara ait Newton denklemini de çözebilirsiniz. Fakat her iki kâinatta da bundan sonrası, yani üç ve daha çok cisim problemleri analitik çözüm kabul etmez. Yani denklemler bellidir, fakat çözülemezler; ancak nümerik ~sayısal denilen yöntemlerle doğru çözüme yakın yaklaşık hesaplar yapabilirsiniz. İşte bilgisayarların hallaç pamuğu gibi attığı asıl noktalardan biri bu nümerik hesaplardı. İnsanların elle yıllar sürse yapamayacaklarını bilgisayarlar saatler içinde hallediyordu.

Fakat çok cisimdeki “çok” fazlacaysa işler zorlaşıyordu. Atom ve molekül hesaplamalarında imdada “değişme teoremi ~ variational theorem” adlı bir cankurtaran yetişiyordu. O da kısaca şuydu: Hangi yaklaşık çözümü kullanırsanız kullanın, hesaplayacağınız enerji, gerçek enerjiden büyüktür. Ee ne olmuş büyükse demeyin. Bu atom ve molekül hesaplamalarında hayat kurtaran bir tespittir. Diyelim ki yaklaşık diye bir fonksiyon kullandınız. Hadi bunun içine birkaç parametre koyun. Şimdi biliyorsunuz ki bu parametreleri enerjiyi azaltacak yönde değiştirdikçe, geçek çözüme yaklaşmaktasınız. Bitmedi… Daha hassas bir hesap mı yapacaksınız? Eski hesaplamaların bulduğu fonksiyonları alın ve onlara yeni fonksiyonlar, yeni parametreler ekleyin. Hep daha düşük enerjilere gitmeye çalışın. Hiçbir zaman gerçek enerjinin altına düşmezsiniz. Hep doğruya daha yakın, daha yakın sonuçlar bulursunuz.

Atom ve moleküllerde elektronların birbirine ortalama etkisini hesaba katan, fakat bu ortalamanın dışında elektronların birbirinden bağımsız hareket ettiğini varsayan bir yaklaştırma vardı. Hartree – Fock Orbital ( ~ yörünge) yaklaştırması. Kötü sonuç vermiyordu. Fakat geriye kalan bir enerji vardı ki o hesaplanmadan gerçek sonuçtan uzakta kalmaya mahkûmdunuz. İngilizcede “correlation energy”, yani ilgileşim enerjisi denilen bu etkene Türkçe’ye ısrarla bağlı Sinanoğlu, “kaçınım enerjisi” derdi. O da şuydu: Tamam, elektronların birbirine ortalama etkisini hesaba kattınız. Böyle bir ortalama, elektronların her birinin birer bulut gibi durup durduğunu ve birbirini iki elektrik yüklü bulutun etkilediği gibi etkilediği kabulü demektir. Fakat elektronlar bulut değildir; durdukları yerde de durmazlar. İki elektron bazen bir birinden ortalamaya göre çok uzak, fakat bazen de ortalamaya göre çok yakın noktalara gelebilir. Hele küçücük, fakat güçlü bir çekimi olan çekirdek civarında elektronlar neredeyse birbiriyle çarpışacak mesafelerde gezinirler. Çünkü çekirdek onları kuvvetle kendine çekmektedir. (Masum bir benzetmedir, aslında çarpışma diye bir şey söz konusu değildir.)

İmdada yine değişme teoremi yetişir. Temel hâli Hartree-Fock’a göre hesapladıktan sonra kaçınım enerjisi için uyarılmış hal fonksiyonlarını kullanalım ve temel hâle eklediğimiz bu yeni fonksiyonların katsayılarını değiştirerek enerjiyi mümkün mertebe düşürelim. Gerçek değerin altına düşmeme garantimiz var ya…

Kulağa kolay geliyor ama hiç de öyle değil. Yüzlerce elektronu olan atomlar var ama  biz basit bir atomu, mesela dört elektronlu Berilyum’u alalım. Temel hâlin üstüne dört elektronun birer birer uyarılmış olduğu 4 hal. Sonra ikişer ikişer elektronların uyarılmış olduğu 6 hal. Üçer üçer uyarıldıkları 4 hal daha ve nihayet dördünün birden uyarıldığı 1 hali eklemeniz lâzım. Bu “uyarılmış hal” fonksiyonları da belirli şeyler değil; dolayısıyla her bir uyarılmış hal için de yeniden onların da uyarılmış hallerini göz önüne almanız lazım. Artık sabrınız veya makineleriniz ne kadarına el verirse. Fakat bir türlü doğru dürüst sonuçlara ulaşılmıyordu. Mesela varlıklarını bildiğiniz, gözlediğimiz moleküllerde, bu kaçınım enerjisini doğru hesaplayamadığımızdan teori onların yaşayamayacaklarını, var olamayacaklarını söyleyen hesap sonuçları veriyordu. Gerçek teoriye üstündür elbet.

İşte Sinanoğlu’nun Çok Elektron Teorisi (Many Electron Theory) bu noktada devreye girdi ve bir devrim yarattı. Sinanoğlu şunu gösterdi: Hesap sırasında kullandığınız o onlarca, yüzlerce halden sadece elektronların ikili çarpışmalarına ait olanlar önemlidir. Bu mesela Berilyum için hesap edilecek uyarılmış hallerin 15’ten 6’ya düşmesi demektir. Elektron sayısı arttıkça bu sayı azalması daha da dramatik hâle gelir. (Aslında aynı spine sahip elektronlar da bir birine pek yaklaşmayacağından gerçek sayı 3 gibidir.)

Neden ikili çarpışmalar önemlidir? Basit bir ihtimal hesabı açıklaması vardır bunun. Gazların istatistik mekaniğinde moleküllerin ikili çarpışmaları önemlidir. Aynı anda üç molekülün çarpışması pek meydana gelmez. İki uçağın çarpıştığını zaman zaman duyarız ama üç uçağın birden havada çarpıştığını ben hiç duymadım.

Sinanoğlu bu gerçeği, yapılmış hesapların katsayılarını inceleyerek gösterdi. Mesela tek tek uyarılmaya karşılık gelen hallerin katsayıları küçüktü ve ihmal edilebilirdi. Fakat çift uyarılmalar büyüktü. Üçlüler küçüktü. Daha da heyecanlısı şu sonuçtu: Dörtlü uyarılma katsayıları üçlüden büyüktü. Sinanoğlu, dörtlü uyarılmanın aslında dörtlü çarpışmaya karşılık gelmediğini, atomun iki ayrı yerinde aynı anda vukua gelen iki ikili çarpışma sonucu olduğunu söyledi. Ve ispatladı. Nasıl? Dörtlü çarpışma halinin kat sayısı, ikili çarpışma katsayılarının çarpımından ibaretti. İşte K-bilmem ne makinesi ile daha doğrusu cebinde taşıdığı sürgülü cetvelle hesapladığı katsayı buydu!

Bolesh Skutnik’in doktorası

Sinanoğlu ile birlikte FORTRAN programlamayı McCracken’in kitabından öğrendiğimiz noktada kalmıştık. Benim henüz ikinci yarıyılım bitiyordu. Belki Sinanoğlu resmen tez danışmanım da değildi ama biz tam yol çalışıyorduk.

O günlerde Sinanoğlu yine Avrupa’dan, bu sefer Rusya’dan bir davet aldı. Yola çıkmadan önce New York’taki Sovyet Turizm bürosunu aramış ve o mevsimde Leningrad’daki hava sıcaklığını sormuştu. Bugünkü St. Petersburg. Konuşmanın eğlenceli olacağını tahmin ettiği için de paralel telefondan dinlememi işaret etmişti. Telefondaki erkek sesi ağır bir Rus şivesiyle, “Şubat ayında Leningrad’da resmî sıcaklık on beş derecedir, fakat soğuk olabilir, siz paltonuzla gelin” gibisinden bir şeyler söyledi. Telefonu kapadıktan sonra kahkahaları bastık.  “Resmî sıcaklık” çok hoşumuza gitmişti!

Sinanoğlu, giderken bana doktorasını almak üzere olan öğrencisi Bolesh Skutnik’in tezini verdi. Hesapları bir kontrol et dedi. Bu Bolesh’e güvensizlik gösteren bir hareket değildir. Bilimde kendi sonuçlarımızı defalarca kontrol ederiz. Bolesh benden kıdemliydi ama al şu hesaplarımı kontrol et diyebileceği samimiyette değildik. O görevi bana Sinanoğlu verdi.

Skutnik’in Be atomunun hesaplarını yapması yıllarını almış. Bizim doktora öğrencileri koridorunun sonunda, kiler gibi küçük bir oda ve o odada iki tane canavar hesap makinesi var. O tarihte yaygın hesap makineleri Facit dediğimiz aletlere benzeyen, hiç olmazsa o sistemle çalışan, mekanik makineler. Elle döndürülen kolları var. Kolu iki defa döndürürseniz ikiyle, üç defa döndürürseniz üçle çarpıyor. Bir cinsi de her hanenin değerini ayrı ayrı girebileceğiniz 0-9 arası rakamların mesela 12 düşey sıra halinde tuşlara yazıldığı bir makine. 2257 mi yazacaksınız, sağdan dördüncü sıranın 2, üçüncünün yine 2, ikincinin 5 ve birincinin 7 tuşuna basıyorsunuz falan… Ve iki makine de elektrikliydi. Ne demek elektrikli? Elle çevireceğiniz bir kol yok, onun yerine bir motor sizin için mekanizmayı çeviriyor. Dolayısıyla çarpacağınız rakamları yazıyorsunuz ve motor büyük bir gürültüyle dönüp saniyeler sonra sonucu üstteki pencereden size gösteriyor. Bir makine de yanlış hatırlamıyorsam neticeyi kâğıda basıp verirdi.

Şimdi önümdeki bir yol, o odaya kapanıp tıpkı Skutnik’in yaptığı gibi uzun uzun hesap yapmaktı. Bir yol da bir cesaret, yeni öğrenmekte olduğumuz programlama bilgisi ile o hesapları bilgisayara yaptırmaktı. Nasıl olacak, o hesaplar bilgisayara nasıl yaptırılacak… Bilmiyordum ama öğrenirdim evel Allah. Sinanoğlu Avrupa’dan döndüğümde Berilyum hesabı tamamlanmıştı. Bolesh’in sonuçları doğruydu. Ama – program dediğimiz nesnenin özelliği bu işte—aynı programda ben birkaç rakamı değiştirip Li,  C, N ve diğer bütün atomların enerji seviyelerini ve dalga fonksiyonlarını hesaplayabilirdim! Bu o güne kadar o alanda görülmemiş bir şeydi. Normali Be ile bir doktora, Li ile bir başka doktora, N+ iyonu ile bir başkası falan idi…

Sinanoğlu da ben de heyecanlanmıştık. Hesaplar bitti ve oturup makaleleri yazdık. İki makale oldu. Asıl makaleleri Physical Review dergisine gönderdik. Fakat durum olağanüstü idi. Olağanüstü bir şey bulunduğunda âdet, Physical Review Letters dergisine yazmaktı. Öyle de yaptık. Çünkü ana dergide yayın dokuz ay sürüyordu. Letters’de birkaç hafta içinde çıkıyordu. Hakikaten âcil ise… Letters’in red oranı %90’larda idi ve red gerekçesi genellikle, “bu makalenin acelesi yok, Physical Review’a gönderebilirsiniz”di. Üç makale de kabul edildi. En hoşumuza gideni Letters’in kabulüydü tabi. Üçünün de başlığı aynıydı: “Birinci ve ikinci periyod atomlarının ve iyonlarının enerji seviyeleri ve dalga fonksiyonları”. Hani “kategoriyi öldüren” cinsten bir yayın. Yedi yüz küsur atıf aldı yayınlar.

Güneş tayfında kuark aramak

Sinanoğlu’nun o yıl ikinci Letters yayınıydı. Birincisi güneş tayfında kuark arayan makalesiydi. Kuarklar o yıllarda tanecik fiziğinde varlıkları teorik olarak tahmin edilen tanecikledi. Proton, nötron gibi bilinen çekirdek içi taneciklerin yapı taşlarıydı ve yükleri de onların kesri gibiydi. Peki kuraklar nesıl gözlenecekti? Çekirdeğin parçalanması bombaları ve yıldızları doğuran bir özellikti ve büyük enerjilerin işiydi. Düşünün ki kuarkları gözlemek için çekirdeklerden de öte, çekirdek içindeki tanecikleri parçalamak gerekirdi. Kolay değil… Sinanoğlu şöyle düşündü: Proton ve nötronlar parçalansa parçalansa güneşte parçalanabilir. Ancak oradaki enerjiler bu işe yeter. O halde güneş tayfında sadece bildiğimiz atomların değil, kuarklı atomların, yani tam proton değil bir protonun kesirlerinin de bulunduğu atomların tayfını gözlememiz gerekir. Bu düşüncelerle oturup kuarklı atomların enerji seviyelerini ve oradan da tayflarını hesapladı. Atomların enerji seviyeleri bizden sorulurdu zaten. Sonra da ABD’nin güneş tayfı gözlem verilerini aldı. Tahmin edilen kuarklı atom tayf çizgilerinin orda bulunup bulunamadığını araştırdı. Kuark bulunamamıştı, çünkü bütün kuark tahmini yapılan çizgiler başka atom tayflarının çizgileriyle örtülüyordu. Fakat bu olumsuz sonucun bile bilim dünyasına hızla duyurulması gerekmişti.

Ve doktora

Genellikle doktora tezi alınır. Ne yapılacağına karar verilir. Yapılır. Tez savunulur. Sonra makale hâline getirilir. Bende tersi oldu. Tez alınmamıştı. Çalışma planı falan da yapılmamıştı. Bolesh Skutnik’in hesaplarını kontrol ediverme işinden o alanı büyük çapta bitiren bir çalışma çıkmıştı. Ve doktorada istenen her şey tamamlanmıştı. Yale’ın, doktora öğrencisinin en az üç yıl kampusta ikamet şartı vardı ama bu gelişmeyle o şart da gereksiz hâle gelmişti. Doktora ve master öğrenci dekanlığına başvurdum, yönetim kurulu üç yıl şartını benim için kaldırdı. Tez yerine yayınlanmış üç makaleyi verdim. Jüriye girdim ve geçtim. Tek eksik tezi yazmamdı. Bu yazma işi makalelerin tez formatında tekrar yazılmasından ibaretti. Onu da Türkiye’de yapıp yollayacaktım. Bütün macera tama tamına 1 yıl dokuz ay sürmüştü.

Bazen tezden makale yapılırken “bu makalede” denileceğine yanlışlıkla ilk ifade korunur ve “bu tezde” gibi ibareler yer alır. Benim tezde tersi olmuştu. Birkaç yerde “bu tezde” diyeceğime “bu makalede” ifadesini koruduğumu çok sonra fark ettim.

Aynı başarılı işi bugün yapsaydım… O iş bugün yapılamazdı, çünkü bugün herkes hesaplarını bilgisayarla yapıyor. Bizim o günkü milyon dolarlık makinemiz, üstünde bu yazıyı yazdığım diz üstünün binde biri kapasitesinde bile değildi. Belki çok elektron teorisi bile bugün o zaman gördüğü büyük ilgiyi görmezdi. Çünkü hesaplamaları on kat, yüz kat kolaylaştıran bir buluş, bugünkü bilgisayarların hızı ve kapasitesi karşısında artık o kadar önemli olmayabilir. Geriye ne kalmıştır? Atomların ve moleküllerin dünyasında elektronların davranışlarını biraz daha iyi anlamamız ve kimyanın bazı ampirik, yani gözlemle belirlenen kurallarının fizik tarafından da tasdiki. Fizikçiler Sinanoğlu’nu fizikte kimya yapmakla tenkit ederlerdi. İyi ki öyle yapmış.

Fizik, kimya, matematik ve ev

Sinanoğlu, Dirac’ın kuantum mekaniğine yaklaşımına hayrandı. Okuduğumuz temel kitaplardan biri de Dirac’ın yazdığı kuantum mekaniği kitabıydı zaten. Lineer cebir, bra-ket notasyonu, grup teorisi bizim alanlardı. Bunu oku diye verdiği bir kitap da “Applied Mathematics” idi ki bu aslında baştan sona abstre lineer cebir, lineer uzaylar, Green fonksiyonlarından ibaretti. Fizikte kimya yapıyor sözü vardı ama aynı zamanda matematik de yapıyordu. Dirac’ın teoriye yaklaşımından, grupları ve mesela Lie gruplarını bildiğini, fakat bunu yazmadığını çıkarırdı.

Çalışmalarımız havanın karardığı saatlere kadar sürdüğünde Oktay’ın evine giderdik. Eşi Paula Hanımefendi’yi orada tanıdım. Tam bir hanımefendi idi. Bir ara Sinanoğlu sekretersiz kaldığında ona yardıma gelmiş ve sekreterin masasına oturmuştu. Bu işi yaptığı birkaç günde evlenmeden önceki soyadı Armbruster’ı kullanmıştı. Levnî ve (galiba) Murat o tarihlerde çok küçüktü ve (yine galiba)Levnî’nin astımı onları epey telaşlandırıyordu. Son derece zeki ve yaramaz iki de Beagle köpekleri vardı. Beagle’lar çok enerjik olduğu için bir birleriyle oynasın diye çift alınırmış. İlk renkli televizyonu, ilk vericiye döndürülebilen motorlu anteni ve o tarihlerde çok yeni olan otomobilde sigara değil de püro yakma aletini Sinanoğlu’da gördüm. Yeni arabasının püro yakıcısını övünerek göstermişti.

Sinanoğlu’nun evindeki kitapları Sterling Laboratuarı’ndakinden farklıydı. Evde, o anda çalıştığı konuyu değil, ilerde, belki de çok ilerde çalışacağı konuları düşünmeyi tercih ediyordu. Belki buna “hayal kurmayı” diyebiliriz. Sinanoğlular’ın misafir yatak odasında yattığım geceler olmuştu. O gecelerde okumam için bana topoloji kitapları vermişti. Kimya ve fizikte yeniliğe giden yolun matematikten geçtiği inancı… Gerçekten on yıllar sonra kimyaya topoloji uyguladı. Düşüncesi, matematik kullanarak moleküllerin şekillerini tayin etmekti. “Düşünsene” derdi, “elinde bir sürü çekirdek ve elektron var. Bunları zar gibi çalkalayıp atıyorsun ve hop, belli bir şekil alıyorlar!” İşte istediği o şekli hesaplayabilmekti.

Görünmeyen kolejler

Çok elektron teorisinin o hızlı yılları, bilim çevrelerinde zaman zaman rastlanan kavgalara da sebep olmuştu. Bir başka teorik kimyacı,  o yıllarda IBM’de çalışıp en yeni makineleri bizlere pek nasip olmayan yoğunlukta kullanan Enrico Clementi, çok elektron teorisinin aslında falan ve filan tarafından ortaya atılıp sonra da Sinanoğlu’nca uygulandığını söyleyince kavga çıktı. Sinanoğlu çok kızdı ve makalenin yayınlandığı derginin editörüne işin doğrusunu anlatan bir mektup yazdı. Clementi’nin tepkisi de şöyleydi: “Ben Sinanoğlu’nun makalelerini düzenlemiyorum, o da benimkilere karışmasın.” Sinanoğlu durumu meşhur fizikçi Edward Condon’a bildirdi ve Condon Sinanoğlu’nun niçin haklı olduğunu anlatan bir mektubu alanın en iyi dergilerinden birinde neşretti.

Yale’ın ünlü bilim felsefecisi ve bilim tarihçisi, daha yukarıda bahsettiğim Derek de Solla Price da hemen bu olayın bilimini yapmaya karar verdi ve bir doktora öğrencisini kavgayı izlemeye memur etti. Heyecanlı günlerdi vesselam.

Yeshiva

Kavganın tam ortasında, şimdi adını hatırlayamadığım bir hoca bizi New York şehrinde Yeşiva Üniversitesi’ndeki bir toplantıya davet etmişti. Fakat aynı hoca bir şey daha yapmış, bizi toplantıdan önce bir İtalyan lokantasına götürmüş ve öğle yemeğinden çok saray ziyafetine benzeyen bir yemek ikram etmişti. Yemeğin yanında da ateşe tipi çantasından çıkardığı şarapları başgarsona vermiş ve servis yaptırmıştı. Toplantı başladığında bizim gruptan kimsenin ayağı yere tam basmıyordu. Ben bizim teoriyi anlattım, sonuçları gösterdim. Daha doktorasız bir öğrencinin sunumundan sonra toplantının ağır toplarından ve alanın ileri gelenlerinden biri Clementi’nin iddialarına benzer bir şeyler söyledi. Adamcağızı öyle bir cevap vermişim ki, Yale’a döndüğümüzde ekipteki diğer arkadaşlar gülmekten kırılarak anlattılar. Hani “canım bunları da ciddiye almamızı mı bekliyorsunuz yani” gibilerden bir şey söylemişim. Çok ayıp etmişim gerçekten ama her halde etkili de olmuş ki o da iddiasında direnmemişti.

Bu belki sivri bir örnek. Fakat şu bir gerçek ki, bilimin yoğun yapıldığı çevrelerde atmosfer bizim gibi uzaktan seyredilip yapıldığı ülkelerdekinden çok farklı. Fikir alışverişi, öncelikler, rekabet, heyecan.

Temel bilim niçin yapılır?

Sinanoğlu’ndan bilimin nasıl yapıldığı, nasıl yapılacağının dışında niçin yapıldığını da öğrendim. Mühendislik bilimlerinde neyin önemli olduğunu muhakkak ki o günün ekonomik ihtiyaçları ve endüstrisi belirler. Tıpta araştırma konularını ülkenin yaş dağılımına ve yaygınlığına göre hastalıklar belirleyecektir. Temel bilimler sanki bu taleplerden masunmuş, etkilenmezmiş, bilim adamları önceliklerini kendileri belirlermiş gibi düşünülebilir. Hâlbuki ABD bilim dünyasına adım attığınız andan itibaren herkesin harıl harıl projelerinin desteklenmesi peşinde koştuğunu görürsünüz. Hangi projelerin destekleneceğini de millî politikalar belirler. Meselâ az önce bahsettiğim Condon zamanında atom fiziği çok önemliydi. Niçin? Çünkü o günler atom bombasının ve hidrojen bombasının doğduğu günlerdir. Çekirdek fiziği kadar atom fiziği de önemlidir.

Sonra atom fiziğine verilen önem azalır. 1960’larda bu alan birden tekrar araştırmaların odağı hâline gelir. Bu trafiğin odağında olmayan bir ülkeden, mesela Türkiye’den bakıldığında, “Ha şimdi bilim bununla uğraşıyor. Şimdi de şununla.” gibi yorumlar yapabiliriz. Niçin diye sormadan. Yurt dışında okuyanlarımız da o konularda çalışacaklar, yurda döndüklerinde de o ihtisas üzerinde araştırma yapmaya ve kendi öğrencilerini de “bilimin ön cephesindeki” o alanlara yönlendirmeye devam edeceklerdir. Çünkü “bilim” böyle öngörmüştür. Bilimin ön cephelerinden başka çalışılacak yer yoktur tabi. Çünkü bilim yapmak, o sınırları genişletmek demektir. Fakat hangi cephenin seçileceğine, hangi cephenin ön cephe olduğuna kim karar verir?

Bu, atom fiziği niçin 1960’larda tekrar öne çıktı sorusunun cevabından anlaşılabilir. Sovyetler Birliği ABD’den sonra hidrojen bombasını da yapmıştı. Fakat bunu Amerika’ya taşıyıp atması zordu. Böyle bir saldırı uçak ve gemilerle yapılmak zorundaydı. Uçak ve gemiler, yine uçak ve gemilerle önlenebilirdi. Hal bu iken, 1957’de SSCB, Sputnik adını verdiği bir uyduyu dünya etrafında yörüngeye yerleştirdi. Sputnik her gün birkaç defa, radyoların aldığı bip-bip-bip sinyaliyle ABD’nin tepesinde dolaşıyor, bulutsuz gecelerde çıplak gözle de görülüyordu. O bip-bip sesi başka bir şey daha anlatmaktaydı: Yörüngeye uydu yerleştiren bir roket teknolojisi, hidrojen bombasını da böyle bir rokete yerleştirir, uzaya çıkarır ve sonra tekrar yeryüzüne, sizin şehirlerinizin tepesine indiriverir. ABD henüz uzun menzilli füze yapamıyordu, uzaya bir şey de atmamıştı.

ABD’nin cevabı büyük bir bilim ve teknik seferberliğiydi. Bu genel bir cevaptı. Fakat çok pratik bir problem daha vardı. Önce füze atmayı başardılar. Sputnik’ten az sonra ABD de kendi uydusunu yörüngeye yerleştirdi. Fakat kıtalararası balistik füzeler atmosfere tekrar girerken ısınıp yanıyordu. Bu “re-entry  problem ~ tekrar giriş problemi”ni çözmek için hem malzeme bilgisine hem de atmosferdeki atomların enerji seviyelerinin bilinmesine ihtiyaç vardı. Yani ikinci periyod atomlarının, N ve O atomunun. İşte biz farkında olsak da olmasak da ABD’nin bu problemini çözüyorduk. Araştırmaların bu konuda yapılmasını da NSF (Millî Bilim Vakfı ~ National Science Foundation), AAAS (Amerikan Bilimin Gelişmesi Derneği ~ American Association for the Advancement of Science) ve daha bir çok farklı ABD kurumunun araştırma destekleri sağlıyordu. İşin tepesinde bir millî bilim stratejisi vardı.

Sinanoğlu, o günlerde ABD’nin sosyal bilimlere verilen desteklerinde “Güneydoğu Asya araştırmaları”nın ne kadar önemli yer tuttuğuna dikkat çekerdi. Niçin? Çünkü ABD o sırada Vietnam’da harb ediyordu. Benzer şekilde Türkoloji, 20. asrın başında moda olmuştu. Çünkü Türkiye çöküyordu ve Batılı devletlerin millî menfaatleri Türkleri ve Türkiye’yi öğrenmeyi gerektirmekteydi. Biz de o 1960’lı yıllarda ABD’de artık Türkoloji’nin eskisi kadar moda olmamasına sevinmeye, bir daha moda olmaması için dua etmeye başlamıştık.

Sinanoğlu ve Türk milliyetçiliği

Benim fikir dünyam Türk milliyetçiliği yani, onun özel ismiyle, Türkçülük üzerine kurulmuştur. Lise çağlarımdan beri… Türkçülük, 20. asırda, Osmanlıcılık ve İslamcılık’a alternatif olarak Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Atatürk, Atsız gibi isimlerle gelişmiş, fakat daha eskilere dayanan bir fikir birikimidir. Cumhuriyetle birlikte diğer ikisinin çalışmayacağı görülmüştü ve Türkiye Cumhuriyeti Türkçülük temeli üstüne kurulmuştu. Fakat birçok değerimiz gibi bu temel değer de bugünlere layıkıyla taşınmamıştır.

Daha önce sözünü ettiğim Sterling Kimya Laboratuarı ile Fizik binasının biraz ötesinde Klein Biyoloji Kulesi yükseliyordu. Klein, diğer iki binanın klasikliğine inat modern bir yapıydı. Fen Tepesi (Science Hill) denilen alanın en önce göze çarpanıydı. Klein’ın bodrumunda bilim ağırlıklı büyük bir kütüphane, çatı katında da şık bir lokanta vardı. Klein lokantasında yemek yediğimiz bir gün konu oraya nereden geldiyse Oktay, “Alp Er Tunga öldü mü?” dedi. Ben de sagunun ikinci mısraını tamamlayıverdim: “Isız acun kaldı mı?” Reaksiyonu, “Sen de bizdenmişsin yahu!” oldu. Aslında onunki babadan geliyordu. Sinanoğlu’nun babası, Nüzhet Hâşim Sinanoğlu, Atatürk döneminde Bulgaristan’ın başşehri Sofya sefaretimizdedir. Atatürk’ün talimatıyla oradaki Türklerin ezilmemesi için elinden geleni yapmakta, sürekli Türk köylerine gitmekte, onları teşkilâtlandırmaktadır. Deliorman adlı bir yer altı gazetesi çıkarmak da faaliyetleri arasındadır. Bulgarlar onu “istenmeyen adam ~ personanon-grata” ilân ederler ve Türkiye elçiyi geri çeker. Ancak Atatürk onu hem bir mükâfat olarak ve hem de o yıllarda Türkiye’yi de “Bizim Akdeniz” sloganıyla tehdit eden Mussolini’nin ülkesinde tecrübeli bir gözlemcinin ve diplomatının bulunmasını temin için Bari Konsolosluğunda memur olarak görevlendirir. Nüzhet Haşim Bey, Mussolini İtalyası’nı, “Faşizm ve Onun Devlet Sistemi” kitabında anlatır. Sinanoğlu’nun doğumu 1935, doğduğu yer de Bari’dir. Oktay babasının özellikle Bulgaristan’da Türkleri teşkilatlandırmasından ötürü istenmeyen adam ilan edilmesiyle, gerekse annesinin kökünün Selçuklu döneminden Karacabey’e dayanmasıyla iftihar ederdi. Beni Ankara’da Selçuklu mimarisinin temsilcisi kurt dedesi Karacabey’in camiine götürmüştü.

On yıllar sonra kendisini birçok yönden destekleyen arkadaşı Turgay Tüfekçioğlu’na, babasının ölümünden sonra Ankara Cebeci’deki evlerinde, Birinci Dünya Harbi’nde Ruslara esir düşüp Türkistan’da tutulan anne dedesinin anlattıklarının da Türkçülüğünün şekillenmesinde rolü olduğunu anlatmış.

ODTÜ macerası

Sinanoğlu ve üç Türk öğrencisi, Timur Halıcıoğlu, Önder Pamuk ve ben, Haziran 1968’de ODTÜ’ye geldik ve Oktay’ın Bölüm Başkanlığı’nda yeni kurulan Teorik Kimya Bölümü’nün ilk kadrosu olduk.

1968 Haziran ayı bütün dünyada öğrenci hareketlerinin başladığı tarihtir. Gösteriler, Fransa’dan ABD’ye, Almanya’da Hür Üniversite’den ABD’de Berkeley’e kadar yayıldı. Türkiye’de ABD’yle, Avrupa’yla içli dışlı entelektüeller ve akademisyenler bizim üniversitelerimizde aynı tarihlerde başlayan olayları da dışarıdakiler gibi zannetti. Fakat bizimkiler farklıydı. Türkiye’de üniversiteler o tarihlerde, polisin giremediği kalelerdi ve üniversiteyi kuvvet kullanarak ele geçiren bir militan grup, kendi fikrinden başka fikrin yaşamasını engelleyebiliyordu. Öyle de oldu. Marksist teoride işçi ve köylünün gerçekleştireceği devrim = ihtilal, Leninizm’den sonra ve bizde de “Millî Demokratik Devrim”e dönüştü. İhtilali işçi ve köylünün yapması beklenmeyecek, asker ve sivil bürokratlar önce bu ilk ihtilali yapacak, işçi ve köylü ihtilali ondan sonra gelecekti. Hem SSCB hem de Çin’in desteğini alan bu yeni devrimin karargâhları üniversitelerdi.

Tabi ODTÜ Teorik Kimya Bölümü kurulurken bizim bunlardan pek haberimiz yoktu. Hâlbuki ilerleyen günlerde ihtilalin Türkiye’de iki büyük karargâhı ODTÜ ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi olacak, yapılacak darbe ile başa, SSCB’nin ifadesiyle, “Sovyetler’e dost bir hükümet” geçirilecekti. Haziran 1968’de başlayan ve 9 Mart 1971’de fiilî ayaklanmaya dönüşen ve üç gün içinde, 12 Mart 1971’de önlenen hareket budur.

Teori açıktı. Pratik de açıktı. Yalnız “ihtilal” yerine “devrim” deniyordu ve bizim yürekler acısı entelektüelimiz de “gençler”in harf, şapka, kıyafet devrimini kast ettiğini sansın!

Tam da Haziran 1968’de ODTÜ’ye gelen bizleri bir bakıma ikinci dünya harbini tahmin edip ondan uzak kalmaya çalışan adama benzetirim. Bir farkla ki, bizim herhangi bir şeyi tahmin ettiğimiz yoktu. Avrupa’da yaşayan o adamcağız, 1930’ların sonunda bir harbin patlayacağını hisseder, önüne bir dünya atlası açar ve “harp nereye gelmez?” sorusunun cevabını arar. Nihayet bulur! Harp Pasifik Okyanusu’nda Guadalkanal adasına her halde gelmeyecektir. Ve pılıyı pırtıyı toplayıp oraya göçer! Malum Guadalkanal, II Dünya Harbi’nin en kanlı muharebelerinin merkezlerinden biridir.

Bizim geldiğimiz günlerde, boykotlar, işgaller başladı ve uzun zaman devam etti. Biz yirmili, otuzlu yaşlarımızda gençlerdik ve duvarlarda Lenin’i, orak çekiçli bayrakları görmeğe pek alışık değildik. Olan bitene dostça yaklaşmadık, ihtilalciler de bizlere pek sempati ile bakmadılar. Sinanoğlu bizim bölümün master ve doktora dereceleri veren (“graduate”) bir bölüm olması üzerinde üniversiteyle anlaşmıştı. Bizim öğrencilerimiz bu derecelerin öğrencileriydi, fakat diğer bölüm öğrencilerine de kuantum kimyası, teorik kimya, bilgisayar programcılığı gibi dersler sunuyorduk. İhtilalciler, ilerleyen yıllarda bizim bölümden ders alacak öğrencileri tehdit ederek, birkaçını da diğerlerine ibret olsun diye döverek ders vermemizi engellediler. ODTÜ akademik kadrosunun çoğu olan biteni korku içinde izliyor, “faşist olmamaya” çalışıyordu. O sırada meselâ CHP’ye ve Sosyal Demokrasi’ye sempati duyanlar da “faşist”ti. Materyalist Felsefe Sözlüğü’ne göre faşist, “komünist olmayan” demekti. Bir kısım akademisyenler de ihtilalcilerin kadrosunda yer alıyordu. İhtilalden sonra bakan olacaklardı.

İhtilal yapacakların baskılarına bir de yeni bir bölümü idarî siyasî gücüne tehdit olarak değerlendiren, meselâ Kimya Bölümü Başkanı vardı. Teorik Kimya Bölümü macerası bu yüzden çok sürmedi. Önce Sinanoğlu, sonra bizler ayrıldık. Ben doçentken ayrılıp o zamanki Ankara Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi’ne  (bugünkü Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi), oradan da yurt dışına gittim. Timur Halıcıoğlu ABD’ye gitti ve NASA’ya katıldı. Onlar için moleküller arası kuvvet hesaplamaları yaptı. Öğrencilerimizden bir kısmı yurt dışına gidip bizde başladıkları çalışmaları orada tamamladılar. Kalan birkaç kişi de Kimya ile Fizik bölümleri arasında paylaşıldı. Önder Pamuk Kimya Bölümü’nde profesör, sonra Diyarbakır’da rektör oldu. Benim doktora öğrencim Şakir Erkoç, Fizik Bölümünde profesör oldu, profesör olan bir öğrencisini de “dedenin elini öp” esprisiyle getirip bana tanıttı. Bir öğrencimiz, Turgay Uzer ABD’ye gitti ve Georgia Teknoloji Enstitüsü’nde profesör oldu. Öğrencilerimizden Ersin Yurtsever, önce ODTÜ, sonra Koç Üniversitesi eğitim fakültelerine dekan oldu. Bir öğrencimiz, Prof. Dr. Şefik Süzer, uzun yıllar Bilkent Kimya Bölümü’nde nanoteknoloji konusunda Türkiye çapında liderlik yaptı. Benim asistanım Rıdvan Tokay Akdeniz Üniversitesi rektör yardımcısıyken bir trafik kazasında vefat etti.

Yıllar sonra geriye kalan ekip birimizin evinde toplandık. Çay, kahve derken ben melankolik bir soru sordum: “O kadar uğraşıp didindik. Ne oldu? Elimize ne geçti?” Şefik Süzer hiç tereddüt etmeden kısa bir cevap verdi: “Bizleri yetiştirdiniz ya hocam!” Bu cevabın ne kadarı doğru, ne kadarı abartıdır bilemeyeceğim. Ama çok küçük bir parçası bile doğru ise değmişti doğrusu.

ODTÜ Teorik Kimya Bölümü devam etseydi ne olurdu? Cevaplandırılabilecek bir soru değil. Çekmece stajım sırasında tanıştığım Teorik Fizikçilerin yaptığı benzetme belki de haklıydı. Bir ülkenin belli bir seviyesi varsa ve siz onu yükseltmeye çalışırsanız, yerel başarılar elde edebilirsiniz. Bu ülkeyi örten bir branda bezini bir noktadan yukarı doğru ittirmeye benzer. (Anlatan, bir bez alıp ortasında parmakla ittirip göstermişti.) Önce küçük bir alanın direnci vardır ve kolayca yol alırsınız. Fakat belli bir yükseklikten sonra, brandanın gittikçe daha geniş bir parçası sizi aşağı çekmeğe başlar. Nihayet bütün ülkeyi örten ağırlığı kaldırmanız gerekir ki buna gücünüz yetmez.

NATO Yaz Okulu: Atom Fiziği’nde Yeni Yönler ve Isador Isaac Rabi

1969’da İzmir’in Urla ilçesinde, mevkii kadar mimarisi de güzel Nebioğlu tatil köyünde ODTÜ, TÜBİTAK ve NATO’nun katkılarıyla bir yaz okulu düzenledik: Atom fiziğinde yeni yönler. Proje Sinanoğlu’nundu tabi. Ben de okulun “bilim sekreteri” idim.

Tatil köyünün bembeyaz evleri yarım küre şeklindeydi. Bu şekli denizkestanelerinden aldıkları ilhamla tasarlamışlar. Kürenin tepesindeki yuvarlak delik, evin penceresiydi. Toplantı salonu da aynı geometrideydi, ancak evlerden çok daha büyüktü. Tek tehlike, geometrinin yol açtığı bazı özellikleri bilmeden pot kırmaktı. Şöyle ki, salonun bir ucunda yanınızdakine fısıltıyla söylediğiniz şeyi, denizkestanesinin eksenine göre sizin simetriğinizdeki bir kulak sanki ona fısıldamışsınız gibi gayet net duyabiliyordu!

Nobelli fizikçi Rabi’nin konuşması çok güzeldi. Onu hiç unutmadım. Türkiye’de bilimin gelişmesinin o günkü tempoda yürümesi hâlinde olacakları anlatıyor ve gidişimizi ABD’nin İkinci Dünya Harbi öncesi ve sonrası hâline benzetiyordu.

“İkinci Dünya Harbi’nden önce Avrupa’ya ellerimiz ve dizlerimiz üstünde gittik. İngiliz ve Alman üniversiteleri Amerikan fizik dergisi ‘Physical Review’a aboneydiler ama posta masrafı olmasın diye yılda bir kere paket hâlinde getiriyorlardı.”

Bu, Avrupalıların Physical Review’da öyle öldürücü buluşlar yayınlanacağını beklemediklerini gösteren bir davranıştır. 1969’da da şimdi de Physical Review dünyanın bir numaralı fizik dergisidir. Bizim çok elektron hesaplamalarımızın yayınlandığı dergi de buydu.

Rabi konuşmasını şöyle bağlamıştı: “Evet, harpten önce elllerimiz ve dizlerimiz üzerinde gittiğimiz Avrupa, harpten sonra bizim açımızdan artık taşraydı.”Konuşmasında, siz de kısa zamanda başa güreşebilirsiniz mesajı vardı.

Polonya

1970’lerin ilk yıllarında olmalı, Polonya Bilimler Akademisi’nin tertiplediği bir Teorik Kimya toplantısında davetli konuşmacıydım. Davetli konuşmacılar arasında alanın devleri, mesela Per-Olov Lowdin vardı. Onlarla birlikte çağrılmak benim için büyük şerefti. Bu seyahatın tamamı, uzun uzun anlatılacak enteresan hatıralarla doludur. Fakat ben gitmeden önce başıma gelenleri, o günlerde Türkiye’nin ve özellikle ODTÜ’nün hâlini göstermek için anlatacağım.

ODTÜ’nün “devrimin merkezi” olduğu kamuoyunca artık malumdu. Devrimden şapka veya harf devriminin değil ihtilalin kastediliği de yavaş da olsa anlaşılmaya başlamıştı. Orak çekiçli bayraklar, boykotlar, işgaller gırla gidiyordu. Polonya’nın Krakov şehrine gitmek için izin ve ihtiyacım olan gri hizmet pasaportunu almak için yetkili daireye başvurdum. Makamında, “küçük dağları ve bazı ortancaları da ben yarattım” tavrıyla oturan memur, kırk yıllık tanıdığıymışım gibi sordu, “Hangi okuldansın?” Orta Doğu Teknik Üniversitesi deyince, şöyle bir geri kaykıldı ve “düştün şimdi ocağıma” düşüncesini açığa vuran uzunca bir “Yaaaaa!” çekti.

– Nereye gideceksin?

Küçük bir sesle cevap verdim,

– Polonya’ya.

– Yaaaaaaaaa!

Bu seferki “ya” çok daha uzun, kararlı ve yüksek sesle söylenmişti. Kesinlikle, kibar ifadeyle, “zor gidersin”, ilk defa gördüğü bir hocaya “sen” diyen kişiye yakışan ifadeyle, “nah gidersin” anlamlarına geliyordu. Evrakımı bıraktım, doğru okula, personel müdürümüz, rahmetli, Hikmet Büyüklimanlı’ya gidip durumu anlattım. “Merak etme, hallederiz” dedi; iznim ve pasaport birkaç günde çıkıverdi.

Sinanoğlu ve Türkeş

Sinanoğlu, ülkede olup biteni gözledikçe sıkılıyordu. Ortamın liyakat, başarı ve bilimden uzak kriterlerle işlediği gün geçtikçe belli olmaktaydı. 1969’da bir gün, ABD’ye dönerken uçakta yanına ABD Dış İşleri’nden (State Department) birinin oturduğunu ve ona da “Ne olacak bu Türkiye’nin hali? Komünist ihtilalciler okullarda… “ dediğini anlattı. ABD Dış İşleri memuru şöyle cevap vermiş, “Onlar bir şey değil, asıl şu bozkurtlar tehlikeli.” ABD’nin 1980 darbesine kadar ve ondan sonra da tutumu buydu.

O günlerde Sinanoğlu, Alparslan Türkeş’le görüşmek istediğini, bunu temin edip edemeyeceğimi sordu. Ederim dedim. Bir evde buluştular.

Kısa bir süre sonra, Türkeş, ODTÜ’ye konferans vermeğe geldi. 1968 ve 1969’da bu hâlâ mümkündü. Birkaç yıl sonra değil Türkeş’in, Bülent Ecevit’in bile ODTÜ’de konuşması imkânsız hâle gelmiş, “devrimci” olmayan öğrenciler başka okullara kaçmak zorunda kalmışlardı. Türkeş Üçlü Anfi’de konuşurken elektrikler kesildi. Neyse bir şey olmadı ve konuşmasını bitirdi. Sonra teşekkür etmek üzere rektörlük binasına, Rektör Kemal Kurdaş’ın makamına gitti. Ortalık kararmıştı. Sinanoğlu ve ben kalabalığı uzaktan seyrediyorduk. Gençler sloganlar atıyordu. Oktay’ın birden aklına geldi, “Yahu, git söyle de ‘Biz Türk’üz, dilimiz Türkçe’ diye bağırsınlar!” Direndim. Böyle bir çıkış, misafir gelinen yerde, ev sahibinin mekânında yakışmazdı. Diplomat Türkeş de böyle bir hareketi tasvib etmezdi. Sinanoğlu çok ısrar etti. Ben de gecenin karanlığında gençlere yaklaştım ve sloganı aktardım. Birkaç kere “Biz Türk’üz, dilimiz Türkçe!” rektörlük binasının camlarına aksetti.

Sinanoğlu o yıllardan sonra bu konulara, bilhassa Türkçeye ve Türkçe eğitime gittikçe daha çok ağırlık verdi. Bunların üzerine birçok kitap yazdı. Bulgaristan’ın persona-non-gratası Nüzhet Haşim’in ve Karacabey’in oğlu babasına ve kurt-dedesine layık bir evlat olarak yaşadı ve öldü.