Dil

Dillerin Tarihsel Gelişimi ve “Karşılıklı Etki ve Evrensel Zincirleme Yasası (Prof. Dr. Süer EKER)

Malum, doğada ve toplumda her şey durum değiştirir. Doğada ve toplumda hiçbir “şey”, 1 saniye önceki “şey” değildir. Meşhur örnek “Masanın üstündeki elma ve masa”, bir saniye sonra artık farklı bir elma ve masadır. Değişim ya da gelişim bazen gözle görülebilir, fark edilebilir süreç izlerken bazen de küçük nicelik değişiklikleriyle ama büyük bir nitelik değişikliğine doğru evrilir. Doğadaki ve toplumdaki bu sürekli ve sistematik değişim ve dönüşümler “her şey durum değiştirir” yasası ile tanımlanır. Diller de bu yasanın bir sonucu olarak az ya da çok, yavaş ya da hızlı, ama mutlaka değişir ve dönüşür.

Yine malum, doğada ve toplumda her şey karşılık etki ve evrensel zincirlenme yasası gereği birbirine bağlıdır. Doğanın veya toplumun en küçük “birim”indeki bir değişme ve gelişme, yalnızca ilgili “birim”le değil, doğanın ya da toplumların varoluşuyla doğrudan ilgilidir.

Doğanın ve toplumların “ekosistemleri” farklı farklı değil, çok daha büyük bir ekosistemin altsistemleridir. Ekosistemin en alt birimindeki en küçük bir değişiklik dahi sistemin bütününü etkiler.

Doğanın ve toplumun, somut olmayan kültürünün bir altbirimi olan insan dilleri de her her an değişir ve gelişir. Bu tarihsel değişim ve gelişim ile ilgili tarihsel olgular da birbirinden kopuk, birbiriyle ilintisiz değildir.

Şimdilik fantastik de olsa Ana Dünya Dilinin tüm bileşenleri de “KARŞILIKLI ETKİ VE EVRENSEL ZİNCİRLENME YASASI”nın kapsamındadır. Bunu İslam dünyasında Sa’dinin “İnsanlık biri vücudun farklı organları gibidir; birindeki rahatsızlık, diğer organları da etkiler.” mealindeki tespiti de bu yasanın bir ifadesidir. Genetik dil akrabalıkları, farklı dillerin oluşturdukları ‘dilbilimsel bölgeler, temas bölgeleri vb. diller arasında sürekli ilişkilerin farklı görünümleridir.

Bu tespitten hareketle toplumlar ve toplumların değerleri, dinleri, kültürleri ve dilleri aynı çağlarda benzer veya paralel değeryargılarına (paradigma) sahip olmuştur.

Bilindiği gibi,yönetenlerin, giderek genişleyen ve karmaşıklaşan toplumsal yapıları sözlü dille takip ve kontrol etme, yönetme, yani egemenliklerini icra aracı olarak doğduğu kabul edilen yazının icadı yani yazı dili, diller ve kültürler arası etkileşimi, çok daha kolay ve sürekli hale getirdi.

Yazının mucidi Sümerlerden bu yana, farklı toplumların değerleri, dilleri ve kültürleri başka, toplumlara rol-model olmuş, hatta benimsendi. Örneğin, bir Sami dili olan Aramice, bir Hint-Avrupa dili olan Eski Persçe konuşanların egemen olduğu Eski Pers İmparatorluğu’nun resmi dillerinden biri ve “lingua francası”ydı.

Hiçbir toplum ve onun dili başka toplum ve dillerin etkisinden uzak kalamadı. Her dil bir başka dili şu ya da bu ölçüde ve mutlaka etkiledi, her dil yine başka bir dilden şu ya da bu ölçüde ama, mutlaka etkilendi.

Diller arası etkileşim bir normdur.

Fenike dili ve yazısı Grekçeyi, Grekçe Latinceyi Latince de diğer dilleri doğrusal biçimde bir ölçüde değiştirdi, dönüştürdü. Bu arada parantez içi bilgi olarak Grekçenin Romalılarca “Barbar dili” sayılmayan tek dil olan Klasik Grekçenin derin etkisi altında olduğunu da kaydedelim.

Feodal dönemlerde egemenler, yerel dil ve kültürleri, tanrısallaştırdıkları, kutsadıkları iktidarlarına yönelik bir tehlike ve risk olarak algılamadıkları için kültürel ve dilsel farklılıkları pek de fazla önemsemediler, kendilerine itaat etmek, vergisini vermek kaydıyla onlara görece bir özgürlük ortamı sağladılar.

Bunun tek istisnası din oldu, meşruiyetlerini ve kutsiyetlerini Tanrı’dan aldıklarını ifade eden egemenler, kendilerine meşruiyet “sağlayan” inandıklarıyla ilgili her olguyu dogma haline getirirken inanmadıklarıyla ilgili her olguyu da ötekileştirdiler, düşmanlaştırdılar, bu da onların iktidarlarının temel dayanağı oldu.

Egemenler/yönetenler “tengri yarlıladukin üçün”, “kuutum bar üçün” (KT G-9), “Zıllullah fi’l-‘arz” , “Ke çehr ez Yezdan”, “Tanrı-kral”, “Güneşin oğlu, “The Crown of God” vb. oldukları, “royal glory”ye sahip bulundukları için kendilerini kutsadığını, meşrulaştırdığını değerlendirdikleri dinlerin ve dillerin hamisi ve savunucusu oldular.

Müminlerin gözünde, kutsallaşan, Tanrı kelamı haline gelen dilleri karşısında diğer dillerin statüsü, yerel diller olmakla sınırlandı. En seçkin, en mükemmel, en doğru ve kutsal hale gelen bu dillerin “alt “varyantlarının durumu da diğer diller gibi, yerele ve “prestijsizlik”e mahkum edilmek oldu.

Egemenlerin/yönetenlerin dayandığı bürokrasi ve “burjuva” yönetim, din, sanat, edebiyat her alanda kendi üst dilini de yaratmış oldu. Bu üst diller kutsal diller en azından leksikal, kısmen de farklı gramatikal düzeylerde kutsal dillere yakınlaştırıldı. Doğal olarak bu üst diller ile halk yığınlarının dili arasında derin uçurumlar oluştu. Kimi durumlarda da yabancı ama kutsal dil, egemenlerin icra aracı haline geldi, yani her durumda sınıflar arası dilbilimsel boşluk sıfıra yaklaştı veya sıfır oldu. Bilgiyi üretmenin sağladığı güç egemen sınıfları güçlendirirken yığınların dili, kültürlü sözlü olarak aktarmak ve günlük iletişimi sağlamakla sınırlandı.

Kimi örneklerde de da fatihler/işgalciler/sömürgeciler kendi ana yurtları dışında ele geçirdikleri coğrafyalarda kendi dillerini egemenliklerini sürdürmenin bir aracı olarak kullandılar.

“Osmanlılar dilimizi mahvetti” vb. söylemlerinin temelinde evrensel zincirlenme yasasıyla ifade edilen diliüstü normların etkisi uygarlık tarihindeki güçlü yeri olan bütün haklar için benzer şekillerde gerçekleşti.

Bu noktada, dinlere göre kümeleşen birbirinden dil ve kültürce çok farklı toplumlar dahi bir dinin bayrağı altında ve o dinin doğal olarak kutsal dili altında toplandılar. Batıda Latince, Ortodoks -Balkan dünyasında Grekçe, İslam dünyasında Arapça ve daha sonra Farsça olmak üzere Orta Çağ toplumları HOLLY WAR ile İLA-YI KELİMETULLAH, yani LATİNCEnin veya ARAPÇAnın sancağı altında toplandılar.

Ama bu ayrımlar dahi, Hristiyan-Endülüs Emevi (Christian vs. Moor/Saracen) ve daha sonra Hristiyan-Türk (Christian vs. Turk) dilleri ve kültürleri bir bütünün parçası, benzer gelişmelerin nesnesi olmaktan çıkaramadı.

721’de İberya’yı İslamlaştırmaya başlayan Endülüs, yedi yüzyıllık bir serüvenin ardından 1492’de “reqonquesta” ile yok olurken kendisini yok eden düşmanını da kendine benzer şekilde evirdi değiştirdi. Endülüs’ün bilimi düşmanına yeni dünyaların kapılarını açtı.

Avrupa’nın yoksul yığınlarının büyük bir bölümü, Papaların ilan ettikleri Haçlı Seferleri ile Kudus’ü Müslümanlardan daha doğrusu Türklerden kurtarmak bu yolla cennetin anahtarlarına sahip olmak üzere çıktıkları uzun yürüyüşte yok olup giderken kalanlar sadece sözüm ona, Kudüs’ü “kurtarmadı”, İslam dünyasını kazanımlarının büyük bir bölümünü Avrupa’ya taşıdı, tıpkı Endülüs’te olduğu gibi.

İslam dünyası da Antik Greklerin kazanımlarını da Arapçaya aktarmak suretiyle, deyim yerinde mi bilmiyorum ama, bir İslami Rönesans yarattı. Coğrafya, cins, mıknatıs vb. yüzlerce Grekçe söz muarrepleşti (meraklıları N. Serikoff’un “Arapçadaki Grekçe Ödünç Sözcükler” adlı çalışmasına bakabilirler.) İslam dünyasının prestijli dili Arapçanın sözvarlığı içinde genetik akrabası olan ve olmayan dillerin sözvarlığından önemli ölçüde etkilendiği de böylece ortaya çıkmış oluyordu.

Tüm bu süreçlerde tarihin en eski zamanlarından gelen kelimeler/kavramlar bir ağ (network) halinde Avrasya’yı kuşattı.

JSTOR’da rastgelmiş ve okumuştum, Arapça sandığımız “tandır” kelimesinin, kökeniyle ilgili İngilizce bir makalede en eski dönemlerden beri diller ve kültürler arasındaki bu ağın ne denli derinlikli ve kapsayıcı ve bu itibarla inanılmaz olduğunu tek bir kelimenin tarih içindeki serüveninde ortaya koyuyor, Orta Doğu’nun en kadim dillerinden Arapçaya, oradan de diğer dillere nasıl süzüldüğünü gösteriyordu.

İpek Yolu’nun kervanları, sömürgecilerin gemileri, ordular ve tüccarlar dinleri, dilleri, kültürleri en uzak coğrafyalara dahi taşıdı, dilleri ve kültürleri harmanladı. Kelimeler ve kavramlar Çin’den başladıkları yolculuklarını Avrupa’nın en batısına kadar sürdürdüler. Avrupa’dan hareketler edenler de deniz ya da kara yoluyla en ücra coğrafyalara değin nüfuz ettiler. Soğdca bir bengü taştaki metin, Türklerin bilinen bir tür ilk resmi dili ve yazısı olmuştu.

Aynı “titüler” grubun ve dilin çatısı altındaki farklı sınıflar, farklı katmanlar, statü grupları da kendi konumlarına uygun değişkeler geliştirdiler. Baskın sınıfların, grupların ya bölgelerin değişkeleri prestijli ve “doğru” olurken diğerlerine “gerilik” ve “yanlışlık” “tahmil” edildi. Anlaşılmamanın gizemi ve çekiciliği, üst katmanları kendi saklı dillerini yaratmaya sevk etti. Hemen hemen her toplumda aydın-cahil ikilemini simgeleyen farklı değişkeler ortaya çıktı, makas açıldı. Hindistan’da avam halkın bilmediği, anlamadığı seçkinlerin dili bu iki katmanı birbirinden ayıran önemli bir araç oldu.

Durum Avrupa’da da aynıydı, Luther’in Papalığa tepkisinde Latincenin yığınlar arasındaki işlevsizliğine karşı Almancanın öne sürülmesinin önemli payı vardı.

Divan şiirini anlamak için İslam, tarih, mitoloji vb. pek çok şeyin yanı sıra en az üç dil bilmek gerekirken bu “teknoloji”ye ulaşamayanlar geyik hikayeleri ve cönklerle yetinmek durumunda kaldılar.

Matbaanın icadı vb. gelişmelerle bilginin sınırlı ellerden geniş yığınlara ulaşmasıyla seçkinler otoritelerini ve dillerini yitirmeye, geniş kitleler ise kendi dillerini egemen kılmaya başladılar.

Anadolu Selçuklularının Moğol istilası ile zayıflaması ve çökmesiyle başlayan kaotik özgürlük ortamında Beyliklerin Farsçaya karşı kazan kaldırmaları, ana dillerini ön plana çıkartmalarında ulusal refleksin payı ne kadardır bilemiyorum ama bir tür sınıfsal ve kültürel tepkinin rolü oldukça açık.

Tarihin OLMAZSA OLMAZ dillerinin, diğer dilleri tahakküm altına almasına ve bu tahakkümün kimi karma dilleri ortaya çıkarmasına karşın, “mağdur” dillerdeki etkilenme büyük ölçüde dış yapıyla sınırlı kaldı. “Mağdur” diller her dilbilimsel düzeyde genetik miraslarını korudular. Örneğin, uzunluklar vb. kimi münferit üst dildeki etkilenmelere karşın Arapça ve Farsça Türkçenin; Fransızca, İngilizcenin ses sistemini bozamadı, yabancı diller, Karay ve Gagauz dilleri, kısmen Azeri, Özbek vd. dışında Türk dillerinin söz dizimini değiştiremediler. Kuşkusuz bu ifade ettiklerim hiç etkilenmeme değil, yalnızca sistematik büyük değişikliklerin olmadığı anlamındadır, İngilizce “sıfat + isim” yerine zaman zaman görülen Fransızca tipindeki “isim + sıfat” dizilişinde görüldüğü gibi “münferit” etkileri gibi.

Bu mirasın varlığı dine dayalı egemenliklerin sekülerleştiği, yani “tek ulus-tek dil-tek vatan-tek bayrak” söylemlerinin değeryargılarının (paradigma) temelini oluşturduğu modern zamanlarda olmazsa olmaz dillerin tahakkümü sorgulanmaya, bu diller statülerini yitirmeye başladılar. Artık 19. yüzyıldan itibaren egemen güç TEK DEVLET-TEK ULUS-TEK BAYRAK-TEK DİL, TEK VATAN-TEK TARİH-TEK KÜLTÜR söylemleriyle simgelenen ulusalcılık ideolojileri ve bunun uygulama alanı olan DİLBİLİMSEL MİLLİYETÇİLİKLER ÇAĞI başladı Bu yeni dilbilimsel değeryargısı karşıkonulamaz biçimde 19. yüzyılın ve belki 20. yüzyılın ilk yarısının yeni “İDOL”ü haline geldi.

Burada şunun altını çizmek isterim ki tarihin her devrinde ve her toplumunda ana diline ve kültürüne sahip çıkan, onları başka dillerin tahakkümüne karşı muhafaza ve müdafaa eden çok ilgi çekici olgular ve kişilikler de vardı. Örneğin Orhon Yazıtları’nın, özellikle Tunyukuk’un Türkçülüğü, Kaşgarlı’nın Türkçülüğü, Kırşehirli Aşık Paşa’nın yakınmaları, Ali Şir Neva’ini tespitleri bugünün ulusalcı reflekslerinden pek de farklı değildi. Arap şuubiyesine karşı duruşun simgesi olan Şehname’de Firdevsi’nin “Otuz yıl zahmet çektim, ama söz tohumlarını saçtım, Pars dilini dirilttim, artık ölümsüzüm” içerikli sözleri ve Arapça neredeyse hiçbir kelimeye yer vermediği eseri de bunun ifadesi oldu.

Karşılaştırmalı Dilbilim Çağı, bir yandan diller arasındaki ortaklıkları ve akrabalıkları kanıtlarken diğer yandan da ÜMMET DİLLERİnden MİLLET DİLLERİne geçiş gündeme geldi, ama bu, ne iyi ne de kötü yalnızca bir dönüşüm, bir durumdan başka bir duruma geçişti.

Fransızca İngilizceyi söz varlığı düzeyinde öylesine etkilemişti ki Orta İngilizcenin adeta Eski İngilizce bir bağlantısı kalmamıştı, tıpkı Arapça ve Farsçanın Türkçeyi etkilediği gibi.

MS 450’lerde de Britanya’ya göç eden Germen kabilelerinin yerli halkla (Angle, Jute ve Sakson) karışmasıyla ortaya çıkan Anglo-Sakson dili Eski İngilizceye gelişirken Kelt, Latin ve Eski Norse dillerinden de belirli ölçülerde etkilendi. Ancak İngilizceyi derinden etkileyen dil, 1066 yılında Fatih (Conquerer) William komutasında Britanya’yı fetheden Normanların ana dili, yani Fransızcaydı. Fransızca, işgalin sürdüğü üç yüz yıl boyunca devlet ve edebiyat dili oldu, Eski İngilizce ise eğitimsiz halk yığınlarının ve köylülerin dili olarak kaldı. Bugünkü modern İngilizceye gelişen sürecin başlangıcı Anglo-Sakson dönemini izleyen yıllarda İngiliz dilinin egemenliğini kazanmasının önünü açan G. Chauser’ın (1340-1400) manzum öyküleri ile 16. yüzyıl, Erken Modern İngilizcenin ilk örneklerini veren Shakespeare’in dramaları oldu.

Tarihin cilvesi, bir Germen dilinin sözvarlığını neredeyse Latinceleştiren Fransızca, bugün Franglaism’e karşı karşı başarısı meçhul bir savunma yapıyor.

Baskın etnik grupların dilinin diğer çekinik dillere etkisinin tarihi, insanlığın tarihidir. Diller arası etkileşimlerde bir dil, bazı dil veya dillere genellikle verici durumdayken, aynı dil, aynız dil başka bir dil karşısında alıcı dil olabilir. Tarihsel süreçte İngilizce ve Türkçenin bu bu rolleri benzerdir.

Modern dönemlerde Romence, Rusçanın “tahakküm”ünden ve Kiril alfabesinden ancak 1860 yılında kurtulmaya karar verebildi.

Almanya’nın, daha doğrusu Prusya’nın, 1871’de Fransızları savaş alanında mağlup etmesi, ulusalcı duyguları harekete geçirdi ve Almancayı “istila eden” Fransızca kelimeleri dilden atmak üzere kampanyalar düzenlendi.

Bugün Ukrayna’nın titüler halkı, belki Rusya ile yaşanan sorunların tetiklediği gecikmiş bir ulusçuluğun yeşermesinin ardından Ukrain dilini Rusçanın gölgesinden kurtarmaya çalışıyor.

Bir toplumdaki veya dönemdeki toplumsal, kültürel değişimler diğer toplumlara nüfuz etti, her gelişme bir başka yeni gelişmeyi tetikledi.

Bütün bu gelişmelere karşılık, hayret edici biçimde egemen dilleri ve kültürleri reddetmeyenler de oldu. Örneğin, Fars dili ve kültürü kimi girişimlere karşın, Arap-İslam mirasını Fars kültürüyle sentezledi. Çalışmalarını bugün de aralıksız sürdüren Rıza Şah’ın Ferhengistan’ı pür-Farsça yaratamadı.

Osmanlı ve Türklük değerlerini kendi varoluşunun anti tezi sayan Sırp aydınları dahi, dillerinde sekiz binden fazla “Turcizm’ı (bk. A. Škaljić,Turcizmi u Srpskohrvatskom-Hrvatskosrpskom Jeziku, Sarajevo, Svetlost, 1966 ), Sırp dili ve kültürünün bir bileşeni sayıp özleştirme yoluna gitmediler.

Bugün Sırp, Hırvat ve Boşnak dillerindeki (at, taban, bütün vb.yüzlerce) en temel kelimelerin bile Türkçe kökenli olduğunu bilenimiz sanırım pek fazla değildir. Bırakın kelimeleri, Türkçe cümleler bu dillere kopyalandı. Boşnaklar, Boşnakça “Neka je plemeniti Bajram” yerine Türkçe kökenli ”Bajram šerif mubarek olsun” deyişleriini benimsediler. Örneklerin sayısı sınırsız.

Türkçenin Arapça ve Farsça ile yaşadığını, Arnavutçadan, Bulgarcaya, Makedoncadan Romenceye kadar bütün Balkan dilleri de yaşadı, ama bu kez rol-model egemen halkın dili, yani Türkçe idi.

Türk dilinin tarihi de, kuşkusuz çok özel ve kendine özgü koşulları olmakla birlikte, başka dillerin tarihinden bütünüyle ayrı ve kopuk değildir. Türk dillerinin tarihi ve modern kolları ” baskın dil” ya da “çekinik” dil olarak benzer süreçleri yaşamışlardır. Türk dilleri diğer dillerle temas ve etkileşimlerinde bazen veren ve etkileyen niteliği, bazen de alan ve etkilenen niteliği ağırlıkta olmak üzere, değişim ya da gelişimi sürdürmüştür. Kuşkusuz, bunlar, bilim insanları için iyi veya kötü değil, tarihsel-dilbilimsel olgulardır.

Bugünün değer yargıları ve kabulleri ile geçmişi değerlendirmek, analiz etmek değil, yargılamak doğru olmasa gerek, çünkü “ironik” biçimde ifade edildiği gibi, ‘BİR ŞEY’, BAŞKA BİR ŞEY OLAMADIĞI İÇİN ‘O ŞEY’ OLMUŞTUR.”

Orta çağların Olmazsa Olmazları: Latince, Arapça, Çince ve diğerleri

Hristiyan dünyası, yüzyıllar boyunca din dili haline gelen Latince’nin, İslam dünyası benzer şekilde Arapca’nın, Uzak Doğu Çinçe’nin derin baskısı altında kaldı. Bu “din dilleri”, bu dinlerin inananlarının “olmazsa olmazı” haline geldi, yabancı dil ve kültürlere karşı bireysel yakınmalara karşılık orta çağların değer yargıları genellikle DİN odaklı oldu. Ama biz bilim insanları olarak bu dönüşümleri, kendi varoluşumuzun zihnimizde yarattıklarının duygusal yansımalarıyla ele alamayız. “Kahrolsun Romalılar, kahrolsun Çinliler Kahrolsun Osmanlılar” dilimizi mahvettiler kısır döngüsü içinde çözümleyemeyiz.

Görevimiz geçmişi yargılamak, mahkum etmek değil, ne olup bittiğini anlamaya çalışmak.

Bu paradigmaların dışında dil ya da kültür kaldı mı bilemiyorum; ancak dinlerin kamu alanındaki egemenliğinin zayıflamaya başlamasıyla tarihin doğal akışı içinde ulusallık bilinci gelişmeye, buna paralel olarak da “yerli” diller Latince vd. din dillerinin egemenliğinden kurtulmaya başladı. Bu kez, özellikle 19. yüzyıl, ulusçuluk paradigmalarının egemen güç haline geldiği ve ulusal dillerin bağımsızlıklarını kazandıkları bir sürece evrildi. Alman, Macar vb. dil reformları sürecin en belirgin örnekleri oldu.

İmparatorluk mirasçısı Osmanlı da ulusalcılık talepleri karşısında duramadı, fiziki varlığı sona ererken evrensel zincirlenme ilkesi gereği kendisini yıkan ulusalcı temalar, bir süre sonra ironik biçimde karşıtı ve aynı zamanda mirasçısı olan Kuva-yı Milliye’nin de teması haline geldi. Yeni siyasal-ideolojik sistemde dini değer yargılarının yerini ulusal değer yargılarına bırakması, siyasal-ideolojik sistemle eski dil ve kültürün arasındaki makasın açılmasına, siyasal-ideolojik ülkülerle fiili durumun uyuşmazlığına, çatışmasına yol açtı. Bu nedenle, yönetenler; siyasal-ideolojik sistemle eski dil ve kültürün arasında açılan makası kapatmaya, mevcut yeni siyasal-ideolojik sisteme uygun biçimde, değer yargılarını dilde ve kültürde de, deyim yerindeyse, yeniden formatlamaya, “güncelleme”ye başladı.

Bizde, dinin dayattığı varsayılan yazı dilinin sekülerleştirilmesi ve ulusallaştırılmasıyla (1928, 1932 gibi) formatlama ve güncelleştirme başlamış oldu. Yani Batı’da 19. yüzyılda biçimlenen “Prusya idealleri”nin iz düşümü, bizde imparatorluğun dağılmasını, cumhuriyetin kurulmasını bekledi.

Kimi zamanlar ise, toplumların ana dilleriyle inançları arasında doğan karşıtlıkta galip gelen, dinin simgeledikleri oldu. Örneğin Cumhuriyet’in ilk iki on yılında Türk ulusunun çoğunluğu için ezanın Türkçeleştirilmesi veya Türkçe ibadet bir baskı, ezanın yeniden Arapça okunmaya başlanması bir kurtuluş simgesiydi.

Batı dillerinin Latince gibi ortak genetik kaynaklara dayalı olması, modern Batı dilleri için Yunanca-Latince etkisini en azından kısmen kabul edilebilir kılarken Arapça ve Farsça ile genetik bağı bulunmayan Türkçe için değer yargılarının sekülerleştiği, ulusallaştığı süreçte bu dillerden alınmış olan sözcüklere dil planlamalarıyla hazırlanan arka planda kamuoyunun tepkisi yoğun oldu. Ancak gelinen aşamada zamanın egemen ruhu, ekonomik-siyasal-ideolojik, silah vb. üstünlüğüne dayalı başatlığından aldığı güçle kendi dilini ve terminolojisini kendiliğinden dayatmaya başladı.

Özellikle İkinci Dünya Savaşının ardından ABD’nin bir askeri ve ekonomik süper güç olarak ortaya çıkması, Sovyet tehdidine karşı NATO şemsiyesi altında Avrupa’nın “koruyucusu ve kollayıcısı” olması buna bağlı olarak Amerikan yaşam tarzının görsel ve işitsel basın, sinema vb. yollarla empoze edilmesi, sosyalist coğrafya vb. dışında İngilizcenin bir dünya lingua francası haline gelmesinin önünü açtı. Anglicanism/Anglicization bütün dilleri etkilemeye başladı, farklı ülkelerde aydınların bu sürece karşı tutumları İngilizce etkisini bir tehdit olarak algılama seçeneğinde yoğunlaştı, ama bunu, iletişim için kolaylık ve bir bakıma zorunluluk olarak değerlendirenler de oldu.

DRONE sözcüğünün öyküsü de bence, tıpkı Latince gibi, tıpkı Çince gibi, tıpkı Arapça gibi, gücünü ABD’nin gücünden alan, yeryüzünde Kuzey Kore dahil olmak üzere, bu çağın OLMAZSA OLMAZI haline gelmeye başlayan “Amerikanca”nın egemenliğine yönelik küçük çaplı da olsa bir başkaldırının da öyküsü, tıpkı Tunyukuk, tıpkı Kaşgarlı vd.nin öyküleri gibi.

POPÜLİZMİN MİTLERİ: “EN ZENGİN DİL”, “EN ESKİ DİL”, “EN GÜZEL DİL”
En az bir asırdır, daha somut bir nirengi noktası ile Saussure’den bu yana dilbilim derslerinin en konularından biri insan dillerinin söz (parole) ve dil (langue), Chomski terminolojisiyle dil yetisi (competence) ve kullanımın (performance) farklı kavramlar olduğu geleneksel dilciler ve dil meraklıları tarafından hala anlaşılamadı.

Bir dilin ne kadar zengin olduğu savının bendeki izlenimi, sav sahibinin derin bir cehaletin sarmalında olduğudur. Çünkü birinin, sistemin kendisi; diğerinin sistemin kullanımı olduğundan haberi bulunmayan sav sahibinin bundan sonraki sözlerinin temelsizliğidir.

Bir dilin en eski dil olduğunun iddiasını kim nerede çıkarıyor bilemiyorum. Geleneksel Türkoloji’nin “temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış” ifadesi her dilin başlangıcının bilinmeyen zamanlara uzandığını ifade ediyor. Bilinen ya da bilinmeyen zamanlardan bu yana diller “dilbilimsel genlerini kendinden doğan dillere aktararak “ölür”.

PEKİ NE YAPMALI?
Futbol dünyanın en kitlesel ve sevilen sporu. Futbolun kaynağı ve doğduğu yer Britanya. Doğal olarak adından terminolojisine kadar her şey İngilizce: “half-time, offside, back, forward, penalty, corner, out, goal” vb.

Türklerin ana yurdunda sanırım “ıspanak, lahana, marul,enginar, Brüksel lahanası, pazı, kereviz, pırasa, pancar, brokoli; muz, nar, greyfurt, kestane; mandalina, portakal vb.” yoktu veya olabileceklerin büyük bir kısmı Anadolu’ya doğru uzun yürüyüşte unutuldu gitti.

Ne yapacağız, Türkçe kökenli olmayan bütün bu kelimeleri özTürkçeleştirecek miyiz, yoksa futbol terimleri ve sebze meyve adları hariç mi diyeceğiz?

Bunun ölçüsünü ve ölçütünü kim belirleyecek?

Bildiğim kadarıyla etimoloji heveslilerinin altından kalkabileceği bir konu değil bu. Bütün bu Türkçeleştirme süreçleri için kaç yüzyıl uğraşacağız? Sonuçta ne elimize geçecek? Bu söylediklerim kuşkusuz “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler ” liberalizminin ya da “hepsine atalım” “faşizm”inin değil, yalnızca konuyu akıl ve mantık süzgecinden geçirme arayışının ifadesidir.

Konuyla ilgili kişisel görüşüm, bilinemezci (agnostik). Nerede başlayıp nerede duracağımızı, hangisini atıp hangisini bırakacağımızı bilemiyorum.Ne yazsam ne yapsam Sezen Aksu’nun dediği gibi HEP YARIM KALAN BİR ŞEYLER olacak.

KISMİ ÇÖZÜM ÖNERİSİ: ÜRET VE ADLANDIR
Korkut, *Firtina, Tulpar, *Cirit, *Ural, Altay, Atilgan, Kirpi, *Zipkin, Umtas, Som, Göktürk, *Rasat, *Atak, *Bayraktar, *Hürkuş, *Anka, *Hisar vb. Türk savunma sanayiinin % 100 veya buna yakın yerli teknolojiyle ürettiği ve adlandırdığı ürünlerin bir kısmı.

Ama bu yol, yolların en zoru, asla yüzde yüz başarıya götüremeyecek bir yol.

Türk teknolojisinin ürettiklerine konulan bu adların bir kısmını bazen patolojik bir boyut kazanan yabancı kelime kelime fetişizmi açısından bakıldığında yeniden özTürkçeleştirmesi gerektiğini ileri süren de çıkabilir.

Hafız’ın “Hiç rahist k’anra payan nist” dizesine karşın bu, sonu olmayan bir yol.

Bilim insanları olarak kuşkusuz ana dilimize sevgi ve saygı esas. Bununla birlikte, bilim alanımıza iyiler-kötüler, hainler-gafiller ikili ayrımından (diktomi) ve duyuşsal pencereden değil, alabildiğince, gerçeğin nesnel bilgisinden, yani bilişsel alandan ve tarih yanılgısına (anakronizm) düşmeden bakmalıyız.

Hekimin görevi hastaya duymak istediklerini söylemek değil, dünyadaki gelişmeler neyse o paraleldeki tedaviyi uygulamaktır..

BİLİMDE İYİ VEYA KÖTÜ YOK, YALNIZCA NESNEL GERÇEKLİK VAR.

BU NESNEL GERÇEKLİĞİN BİR BOYUTU DA DİL İLE İLGİLİ OLGULARIN BİRİCİKLİĞİ (unique) DEĞİL, EVRENSELLİĞİ VE ETKİLEŞİMİDİR

 

bilimdili

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...