Sosyoloji

Sihirli Perde Sinema ve Amerikan Uygarlığı

Bu yazımızda, herhangi bir komplo teorisine bel bağlamaksızın, sihirli perde olarak sinema üzerinden Amerikan rüyasını sorgulamaya yelteneceğiz. Öncelikle şunu kendimize soralım: “Sihirli perde dediğimizde salt sinemayı mı anlamalıyız? Televizyon ekranından tutunuz da akıllı telefonlara ve sosyal medya ağlarına varıncaya dek görselliğin merkezde yer aldığı her türden olguyu sihirli perde olarak varsayabilir miyiz?”

Bu soruların yanıtını vermeksizin sinema sözcüğünün sözlük anlamına bir bakalım. TDK Türkçe Sözlük şöyle tanımlıyor: “Herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir ekran üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işi.” Görüldüğü üzere hareket parçalara bölünüyor ve ardından yansıtma yoluyla hareket yeniden oluşturuluyor. Burada yanılsama esastır. Hareketin kendisi değil yeniden inşası söz konusudur. İlk gözbağcılık buradan başlıyor. Karanlık bir yerden ekrana yansıtmak ne demektir diye sorguladığımızda ise gelişigüzel bir yaklaşımla olguyu pek çok yöne çekebiliriz, çarpıtabiliriz ve ciddi saptamalarda bulunabiliriz. İster sinema perdesi olsun, ister akıllı telefon ya da tablet ekranı olsun, ister televizyon ve bilgisayar ekranı olsun püf noktası daima görselliktir. Fakat körleşmeye neden olan bir görsellik. Karanlık bir yerden ekranlara yansıtmak! Sinema perdelerine yansıtılan ışığın veya bilgisayar ekranından gözlerimize fışkıran aydınlığın ardında ne vardır?

Fransız düşünür Jean Baudrillard, Amerika’da köken sorunu bulunmadığını, Amerikalıların zamanla ilgili ilk birikimlerinin olmadığını söyler ve şöyle der: “(Amerikalılar) göstergelerin sürekli güncelliği içinde yaşıyor. Atalardan kalma toprağı yok. Amerika’nın kimlik sorunu yok.”[i] Diyebiliriz ki Amerikan kültürünün mitolojisi yoktur. Oysaki mitoloji bir toplumun varoluşu gibidir. Bu nedenledir ki Holivut sineması sayısız denebilecek kadar muhayyel/fantastik kahramanla doludur. Parçalara bölündükten sonra yeniden inşa edilmiş hareketleri perdeye yansıtan şey göstericidir; küresel çaptaki gösterici ise Holivut endüstrisi, dolayısıyla da Amerika’dır. Amerikan kültürünün esası şov/gösteridir. Amerikalıların süreğen bir şekilde “göstergelerin güncelliği” içinde yaşaması onları adeta varoluşa kavuşturuyor. Amerikan göstergeler uygarlığı Körfez Savaşı’ndan İkiz Kuleler’in yıkılmasına dek her şeyi gösteriye dönüştürüyor. Ve üstelik bunu yaparken sinema perdesinin o büyülü imkânlarını “canlı yayın” dediğimiz küstahlığa dönüştürüyor. Nitekim Baudrillard, Amerikan tavrını özetle şöyle sabitliyor: “(Amerikalılar) gerçeği kavramlaştırmaz, kavramı gerçekleştirirler.”[ii]

Bu ne demektir? Amerikan varoluşunun bir simülasyon olduğu anlamına gelir mi? Baudrillard evet diyor. Zihninizde tasarladığınız kavramı gerçeklikmiş gibi dayatırsınız. Holivut sinemasındaki pek çok hayalî karakter hoyratçasına Amerikan halkının gündelik yaşamına sızmıştır. Sadece çocuklar ve gençler değil, yetişkinler bile Holivut gözbağcılığının müritleridir. Amerikan uygarlığının temelinde göstergeler ve gösteri/şov bulunduğu içindir ki Amerikan dolarında “göz” unsuru belirgin olarak yer almaktadır. Siz buna bir de birtakım gizli cemaatler ve masonik işaretler efsanesini giydirdiğinizde büyü alabildiğine tahakküm edecektir. Söz konusu tahakküm aynı zamanda Amerikan rüyasının tüm dünyaya tahakkümünü doğurmaktadır. İster simülasyon diyelim, isterseniz şov diyelim, Amerika uygarlığı bir rüyadır. Her haliyle yanılsamalar evrenidir. Baudrillard bu nedenle “ABD, ütopyanın gerçekleştiği yerdir”[iii] diyor. Bu nedenle Amerikan rüyası merkezdedir.

İşte buradan yola çıkarak “dünyanın jandarması Amerika” söylemine ulaşabilmekteyiz. Sigmund Freud, rüyalara “uykunun bekçisi” rolünü vermektedir. Yanılsamalar evreni olması hasebiyle Amerikan uygarlığı bir düş ise (ister istemez) uykunun bekçisi bağlamında, Amerika, dünyanın jandarmalığına soyunmaya yazgılıdır. Ne var ki söz konusu bekçilik Amerikalılar nezdinde tevehhüm değil de gerçekliktir. Zaten Freud “uykunun bekçiliği” ile “arzu etme”yi bir tutuyor. Amerikan rüyası ve Amerikan arzusu tabii ki özdeştir.

Birleşim yoluyla elde edilen şey sentetiktir. Baudrillard’a göre, Amerikan halkı da böyledir: “(Amerikalılar) tarihleri başlar başlamaz, bir karışık topluluk, birbirine karışma, bir ulus ve ırk karışımı, bir rekabet ve ayrışıklık kültürü oluşturur.”[iv] Bu durumda sentetik uygarlık dememiz gerekecek. Carl Gustav Jung inşacı (constructive) kavramını sentetik kavramıyla aynı anlamda kullanır ve inşa etmenin “oluşturmak” olduğunu belirtir. Nitekim bu yazımızın başında “hareketin kendisi değil yeniden inşası söz konusudur” demiştik. Jung ise “İnşacı yöntem ister istemez bireycidir, çünkü geleceğin kolektif tutumu ancak birey aracılığıyla gelişir,” demektedir.[v] Gözbağcılıktan düşler evrenine, simülasyondan göstergelere kadar Amerika daima oluşturur. Tarihsizliğinden ötürü her şeyi yeniden inşa eder. Amerikan bireyciliği “yanılsamalı kolektif tutuma” yani Amerikan halkına varoluş kazandırır.

Bütün teolojilerde “iblis” aldatıcıdır. “En büyük şeytan Amerika” söylemi buradan kaynaklanıyor dersek yanılmış olur muyuz? Çağdaş Alman edebiyatı profesörü Peter-André Alt “Şeytani anarşizmde hayatın gerçek coşkusu bulunur ve bu da şeytana vücut verir”[vi] demektedir. Buradan sonrası artık metafiziğe gireceği için “iblis” bahsini daha fazla kurcalamayacağım. Herhangi bir komplo teorisine bel bağlamak bu yazının sınırlarını çiğnemek olacaktır zaten.

Medya teorisyeni Dominic Pettman, sinemayı, estetik algılamanın ve tefekkürün bütün o eski biçimlerini paramparça eden mekanik bir sanat olarak betimliyor. Demokratiktir ama mekanikleştirilmiş bir sanattır diyor ve şöyle devam ediyor: “(Sinemada) algıların uyarımı birbirini o kadar hızlı izler ki, aralarında tefekküre izin verecek tek bir an kalmaz… Sinemadaki izleyicinin kendine ait bir görüş oluşturabilmesine fırsat verilmez. (Seyirci) resmen kapılır, yakalanır, büyülenir.”[vii] Şu halde Amerikan uygarlığı mekaniktir de.

Sinema sanatının demokratikliği başlı başına bir yanılsama içeriyor. Senaryo kapsamında her şeyi özgürce ve kıyasıya eleştirebilirsiniz. Bu eleştiri alkışlanır. Ama film bittiğinde (sihirli perde kapandığında) alkışlanan eleştirinin neredeyse hiçbir hükmü kalmaz. Yaptırım gücü sanaldır. Gösterişli salonlardaki Oscar türünden cafcaflı ödüller de göz boyamadan ibarettir. Dikkat edilirse hep “göz” üzerinden gidiyoruz ve görsellik gibi, gösterge gibi, gözbağcılık gibi türevlerin çevresinde dönüp dolaşıyoruz. Çünkü Amerikan uygarlığı bir düştür. Gerçek değildir. Sentetiktir, mekaniktir ve aldatıcıdır. Bununla birlikte küresel çapta komplo teorileri havada kalmaktadır. Niye mi? Yanıtımızı Dominic Pettman’dan alalım ve yazımıza son verelim: “Hepimiz sisteme katkıda bulunuyoruz… Sürecin önemli aktörlerini tespit edebilsek de bu komplo esasen başsızdır. Suçlanabilecek tek bir kişi ya da tek bir grup yoktur… Tek bir grubu manipülatör olarak yaftalamak nefesimizi boşuna tüketmek olur. Profesyonel tüketici çağındaki sorun, hepimizin bu suça iştirak etmiş olmasıdır.”[viii]

Dipçeler

[i] Jean Baudrillard, Amerika, sayfa 92, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2013

[ii] Amerika, sayfa 101

[iii] Amerika, sayfa 93

[iv] Amerika, sayfa 98

[v] Carl Gustav Jung, Analitik Psikoloji Sözlüğü, İnşacı (constructive) madde başlığı, sayfa 45, Pinhan Yayıncılık, İstanbul 2016

[vi] Peter-André Alt, Edebiyatta Kötünün Yeniden Doğuşu, sayfa 69, Sel Yayıncılık, İstanbul 2017

[vii] Dominic Pettman, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı, sayfa 27, Sel Yayıncılık, İstanbul 2017

[viii] Sonsuz Dikkat Dağınıklığı, sayfa 39