Tarih

Tasvir Yasağının Arkaik Kökenleri

Tasarlama, göz önünde canlandırma, betimleme gibi anlamlar da taşıyan ve dilimize Arapçadan ödünçleme girmiş olan tasvir sözcüğü resim (tasvir etmek=resmetmek) anlamına da gelmektedir. Yazılı ve sözlü edebiyat metinlerinde ise olayları, durumları, kişileri ve mekânları anlatım yoluyla okurun ya da dinleyicinin zihninde canlandırmasını sağlamaya tasvir (betimleme) diyoruz. Ortadoğu coğrafyasında ve İslam dini akidelerinde bilhassa çok güçlü bir yaptırım olan resim yasağı olgusunu biz bu yazımızda teoloji dışı boyutundan kavramaya çalışacağız. Bunu yaparken de yalnızca resim yasağını değil, heykel yasağını da kapsaması amacıyla, iki yasağı tek sözcükle ifade edebilmek bakımından resim yasağı ve heykel yasağı şeklinde ayrı ayrı belirtmek yerine tasvir yasağı olarak tekleştireceğiz. Tasvir yasağının teolojideki en belirgin ve haliyle en sert gerekçesi bir nesnenin, örneğin heykellerin putlaştırılması olasılığıdır. Yaratıcı Tek Tanrı’ya şirk (ortak) koşmak olarak nitelenen putlaştırma eğilimi göksel dinlerde en büyük günah olarak kabul edilir. Kişinin kibirlenmesi (büyüklenmesi) de aynı ölçüde en büyük günahtır. Şu halde diyebiliriz ki nesneyi gözümüzde ve zihnimizde büyütmek onu putlaştırmaktır. Kişinin de kendisini başkalarına karşı büyütmesi (kibir) o kişinin yine kendisini başkalarına karşı putlaştırma girişimidir. Bütün bu putlaştırma eğilimleri bir yana, tasvir yasağının teoloji dışı birtakım kökenleri de vardır ki dinsel kurumlaşma sonucunda insanlar tasvir yasağının derinlerdeki köklerini unuturlar ve hatta bu yasağın putlaştırma eğilimi dışında birtakım nedenlerinin bulunabileceğini neredeyse hiç akıl edemezler.

Minyatür ve hat sanatlarını dinsel yönden sakıncasız gören İslam coğrafyasındaki o sert tasvir yasağını Hıristiyan coğrafyası nasıl aşmıştır? Kilise teolojisine sıkı sıkıya bağlı olanlar ikon dâhil her türden tasvir sanatlarını müminlere Tanrı’yı daha fazla sevdirebilmek maksatlı değerlendirebileceklerini fark etmişlerdir. Çünkü sanatın büyüsü ortadadır. Hıristiyanlığın bu tutumu aslında propagandadan başka bir şey değildir. Sanatın büyüsü ve çekiciliği yoluyla kilise bağlılarını, duygulara ve duyulara seslenerek, daha fazla bağımlı kılmak hedeflenmiştir. Tanrı’yı müminlere daha çok sevdirmek amaçlı tasvir sanatı etkinliğinin günah değil de ibadet olduğu kanısı Hıristiyan dünyasında olabildiğince pekişmiştir. Böylelikle de kiliseye bağlı sanattan Rönesans sanatına, oradan da muhtelif sanat akımlarının ardından modern sanata ulaşılmıştır. Üç boyutlu tasvir bu nedenle Batı’da gelişebilmiştir. Doğu’daki minyatür sanatının tekdüzeliği ve derinliksizliği putlaştırma açısından bir tehlike olarak algılanmamıştır.

Şimdi gelelim tasvir yasağının arkaik köklerine… Mitoloji terminolojisinde dış ruh denilen bir kavram bulunmaktadır. Örneğin bir savaşçı evinden ve oymağından savaşmak için ayrılırken kendi ruhunu muayyen bir nesneye emanet bırakır. Bu emanetçi nesne bir ayna, ayna benzeri parlak bir obje, ya da savaşçı kişiyi temsil eden bir kukla olabilir. Kişinin herhangi bir nesneye emanet bıraktığı ruha mitolojide dış ruh deniyor. Ruh bir akarsuya da emanet bırakılabilir. Çünkü su yaşamın kaynağıdır. Su dirimdir. Savaşçı kişi yola çıkmadan önce kendi ruhunu emanet bırakarak savaşta ölmeyeceğini varsayar. En azından ölmeyeceği umudunu besler. Evine yurduna sağ salim geri döndüğünde ise emaneti bıraktığı yerden geri alır. Ne var ki dış ruh (emanet bırakma) uygulamasının tehlikeli yönleri de bulunmaktadır. Söz konusu savaşçıdan nefret eden kötü niyetli biri o savaşçının ruhunu emanet bıraktığı nesneyi ele geçirip kara büyücüye götürebilir. Kara büyücü de ele geçirilmiş nesneye büyü yaparak uzaklardaki savaşçının bedenine zarar verebilir. İşte bu zarar verme olasılığı tasvir yasağının arkaik kökenidir. Ortaçağ Avrupa’sında bir kişi aynaya bakarsa ve o ayna bir nedenle kırılırsa o kişi ölüm korkusuna kapılıyordu. Bu inanç günümüze dek taşınmıştır. Aynanın uğursuzluğu inancı hâlâ yaygındır. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalındaki kıskanç kraliçeyi anımsayalım. Kıskanç kraliçe sarayındaki sihirli aynaya bakarak “Ayna ayna, söyle bana, benden daha güzel kim var?” diye soruyor. Sihirli aynaysa kendi yüzeyine Pamuk Prenses’in güzelliğinin görüntüsünü yansıtıyor. Türk gezgin Evliya Çelebi o meşhur seyahatnamesinin birinci cildinde İstanbul semtlerinden birinde gördüğü bir kuyuyu anlatır. Evliya Çelebi’nin anlatımına göre, bekâr kızlar bu kuyuya eğilerek “Benim kısmetim kimdir?” diye soruyorlarmış. Sorunun sorulmasının ardından kuyunun suyu hafiften dalgalanıyormuş ve kuyu suyunun yüzeyine soruyu soran kızın evleneceği erkeğin çehresi yansıyormuş.

İşte tasvir yasağının gerisinde bu yansıma bulunmaktadır. Suya ya da aynaya yansıyan görüntü gerçekte kişinin eş benliğidir. Eş benliğim ölürse ben de ölürüm. Kara büyücünün zarar verdiği dış ruh benim ruhumun eşidir, yansımasıdır, özdeşidir. Kıskanç kraliçenin sihirli aynada gördüğü güzel prenses de aslında kraliçenin eş benliğidir. Niçin mi? Çünkü yakışıklı prens o prensesle evlenirse, o prenses kıskanç kraliçenin yerine geçecek, yani kraliçe olacaktır. Oysaki kraliçe tektir. Demek ki kıskanç kraliçe ile güzel prenses kraliçelik makamı uyarınca birbirlerinin özdeşidirler. Ayna ya da su yüzeyindeki yansımayı arkaik insanlar gölgeyle bir tutuyorlar. Gölge aynı zamanda hem vicdandır hem de tutkularımızın temsilcisidir. Paragöz biriysem benim gölgem paradır. Sevdalıysam benim gölgem sevdiğim kızdır. Evliya Çelebi’nin söz ettiği bekâr kızlar o kuyunun yüzeyinde (yansıma nedeniyle) kendi görüntülerini gördükleri halde su yüzeyindeki o görüntüyü ileride evlenecekleri erkeğin çehresi olarak algılıyorlar. Çünkü iki âşık birbirlerinin eş benlikleridir. Halk söylencelerindeki anlatımla iki âşık bir elmanın iki yarısıdır. İki parçaya ayrılmış elmanın bütünleşememesi parçalanmadır. Parçalanma ise ölüme, kavuşamamaya, mutsuzluğa yoruluyor. Bir yastığa baş koymak söylemi de yine ikinin tekleşmesinin ifadesidir. Sevgililerin birbirlerine “hayatım” demeleri boşuna değildir. İki hayat kavuştuğunda tek hayata dönüşüyor. Şu halde emanet bırakılan ruh zarar görürse uzaktaki beden de zarar görecektir. Kraliçenin yanlışı buradaydı. Kraliçe kendisinin eş beni olan prensesi ortadan kaldırmaya çalışırken aslında kendisine zarar verdiğini düşünemiyordu.

Frazer, Tasmanya yerlilerinde “gölge” sözcüğünün “ruh” anlamını da barındırdığını bildiriyor. Yine Frazer’in bildirdiğine göre, Yeni Gine yerlileri arasında gölge ile ruh kavramları aynı sözcükle belirtiliyormuş. Pek çok coğrafyada bu hep böyledir. Gölgenin ruh olarak algılanmasının, gölgeyle ruhun özdeş kılınmasının nasıl ortaya çıktığını Otto Rank’ın açıklamasından özetleyerek öğrenelim: “İlkel ruh kavramı, ruhun, bedenin biçimi için bir örnek işlev görmesidir. Dolayısıyla kişiden koparılamayan gölge, ilk insanın bir aynada yansımasını görmesinden çok önce, insan ruhunun ilk cisimleşmelerinden birine dönüşür.”[1] Bugün bile kimi küçük çocukların kendi gölgelerinden bile ürkmelerini, kimi küçük çocuklarınsa birbirlerinin gölgelerine ayaklarıyla basma oyunu oynamalarını ilk cisimleşmeye bağlayabiliriz. Ölmüş olan kişilerin ruhlarının gölgeler dünyasına uçtuğuna ilişkin inancı ölümsüzlük arzusuna bağlayan Otto Rank, ölmüş olanların ruhları zaten gölge olduğundan ötürü ölü bedenlerin gölge bırakmadığı gözlemini aktarıyor. Yeraltında gölge yoktur. Güneş görmediği için yoktur ama arkaik insanın düşüncesi daha farklıdır. Otto Rank’tan özetlemeyi sürdürelim: “Yalnızca ruhların değil, onlarla yakından ilişkili olan perilerin, hayaletlerin, kötü ruhların ve büyücülerin de gölgeleri yoktur. Çünkü bunlar da öz olarak ruhturlar. Rus inancına göre, şeytanın da gölgesi yoktur, çünkü o kötü ruhtur.”[2]

İşte gölgesiz şeytanlar ya da gölgesiz kötü ruhlar tasavvurundan yola çıktığımızda, gölgenin bir yansıma olduğu gerçeğini düşünürsek, tasvir yasağının bir diğer kökenine de ulaşmış oluyoruz. Gölgesizlik kötüdür, tehlikelidir. En azından tekinsizliktir. Tasvir etmek demek dünyadaki bir şeyi tuvale, mermere, kâğıda, duvara yansıtmak (onu kopyalamak) demektir. Böylelikle de o bir şeyi ikiye bölmüş oluyoruz. Kötü niyetli birisi o kopyaya zarar verirse o kopyanın aslı da zarar görebilir. Bu olumsuz durumu epeyce basite indirgeyerek bizim çağımızın koşullarında şöyle örnekleyebiliriz: Ben kötü niyetli isem sevmediğim birinin elindeki belgenin benzerini fotokopi makinesinde kopyalayıp o kopyalanmış belgeyi o sevmediğim kişinin bilgisi dışında kullanabilirim. Yansıtmanın olumsuzluğu işte kabaca bir benzetmeyle böyledir. Avrupa halkları folklorunda ölen kişinin ruhunun aynada barındığı inancından bahseden Otto Rank bir evden cenaze çıktıysa o evdeki aynanın bir süre ev halkınca gizlendiğini söylüyor. Ev halkından biri aynaya bakarsa başına bir iş gelebilecektir. Çünkü ölen kişi ev halkındandır ve yaşamı boyunca evdeki aynaya biteviye yansımasını düşürmüştür. Aynaya bakmanın uğursuzluğuna yönelik inanç konusunda bu yazının kaleme alıcısı olarak kendi anılarımdan bir örnek vererek olgunun realist yönüne açıklık getirmeye yelteneyim. Çocukluğumda, akrabalarım arasında son derece çirkin yüzlü bir kadın vardı. Bu kadıncağız kendi küçüklüğündeyken, köyünde yaşarken bir hastalık geçirmiş ve yüzü çiçekbozuğunu andırırcasına kalıcı biçimde çirkinleşmiş. Köyde yaşarken evlerinde ayna yokmuş. Bana anlatıldığına bakılırsa köydeki hiçbir evde ayna yokmuş. Hastalıklı kız daha sonra ailesiyle birlikte şehre yerleştiğinde kendi yüzünü ilk kez bir aynada görerek dehşete kapılmış ve şöyle haykırmış: “Anacığım yetiş, duvarda çirkin bir kız bana bakıyor, kimdir bu çirkin kız anacığım?” Aynadaki yansımasını başka bir kız sanan benim talihsiz akrabam şehre indiğinde bir bakımdan kendi eş benliğiyle yüzleşiyor. Ömrü boyunca köyde kalsa belki hiç ayna nedir bilmeyecekti. Fakat şehirlik yerdeki ayna objesiyle tanıştığında, annesine korkuyla seslenmesinin ardından, aynadaki görüntünün kendi görüntüsü olduğunu öğreniyor. Öğrenince de (köydeyken kendisini normal bir kız sandığı halde) acı gerçekle baş başa kalıyor ve çirkinliğinin bilincine vardığı için de psikolojisi altüst oluyor. Bizler bugünden bakıp da arkaik insanların gölgelerden, yansımalardan, kısacası tasvirden korkmalarına alaycılıkla gülümseyebiliriz. Ama işte kendi akrabamdan verdiğim örnek yansımaların olumsuzluğunun realist yönünü bizlere kanıtlıyor. Çirkin yüzlü kızcağız çirkinliğinin bilincine erdikten sonra hiçbir erkekle evlenemeyeceğini, hiçbir erkeğin kendisini beğenmeyeceğini düşünerek ölene dek mutsuzluğunu sırtında bir kambur gibi taşımıştır. Ben o kadına çocukluğumda hep üzülmüşümdür.

“Yabaniler ruhun cam, su, portre ya da gölgenin yeniden ürettiği imgede olduğuna inanır,” diyor Thomas Williams.[3] Frazer, kişinin kendi portresine ya da fotoğrafına korku duyması davranışının bütün dünyada görüldüğünü söylüyor. Gündelik hayatlarımızdan bizler de bunun böyle olduğunu biliyoruz zaten. Fotoğraf çektirmekten kaçınan çok kimseleri tanımışızdır. Narcissus’un kendi görüntüsüne abayı yakması öyküsü malumdur. Kendi yansımasına sevdalanan Narcissus bir anlatıya göre aşk acısıyla intihara sürükleniyor. Yansımalar ölümle sonuçlanabilecek kertede tehlikelidir inancının peşi sıra şimdi de mitolojiden teolojiye tekrar dönelim ve meselenin kozmik yaratılış boyutuna üstünkörü bakalım.

Platon’un Timaios’u: Tanrı, evreni zeki varlıkların en güzeline ve her açıdan en mükemmeline benzetmek istediğinden, doğaları gereği ona benzeyen (yani görülür olan) tüm varlıkları kendinde toplayan tek bir görülür varlık yarattı.”[4] Burada arketiplerden söz ediliyor. Evrenimizdeki her benzer varlığın kökeninde tek bir kusursuz kök-varlık bulunmaktadır; biz buna ana-varlık da diyebiliriz, ilk-örnek de diyebiliriz. Nesnelerin içine işlemiş gizemli bir güç vardır, bu gizemli güç benzer şeylerden benzer şeyler yaratıyor. Yeryüzündeki bütün kuşların kökü tek bir kuş imgesidir. İşte dünyamızın bu uyumlu doğasına insan becerileriyle (tasvir sanatıyla) müdahalede bulunursak, belki de o ilk-örnek imgelerine, herhalde yaratıcı Tanrı’nın sanatına kendi sanatımızı ortak (şirk) koşmuş olacağız. Teoloji meseleye böyle bakıyor ve tasvir sanatlarını günah kapsamına sokabiliyor.

Metin Savaş

[1] Otto Rank, Eş Benlik, sayfa 101, Pinhan Yayıncılık, İstanbul 2016

[2] Eş Benlik, sayfa 104-105

[3] Eş Benlik, sayfa 109

[4] Umberto Eco, Ortaçağ Estetiğinde Sanat Ve Güzellik, sayfa 68, Can Yayınları, İstanbul 2017