DÜŞÜNCE

AVRUPA’DA BİREYLEŞMEYİ VE ULUSLAŞMAYI TETİKLEYEN TARIM DEVRİMİ

Bu yazımızda Batı Avrupa’yı uluslaşmaya ve bireyleşmeye götüren sebeplerden birini ele alacağız. Muhtelif sebepler arasında az bilinen, gözden kaçırılan bir sebepten söz edeceğiz. Uluslaşma ile bireyleşme beraber yol almıştır diyebiliriz. Tabii buradaki uluslaşmadan kasıt modern anlamdaki milliyet şuurudur. Yoksa pek çok aydının ısrarla vurguladığı üzere, millet şuuru tarihte birdenbire ortaya çıkmış yapay bir asabiyet değildir. Millet şuurunun kökleri eski zamanlara dayanıyor. Orhun yazıtlarındaki Türük Budun ifadesi buna iyi bir kanıttır. Türk kavimleri kendilerinin Türk olduklarını bildikleri gibi onların komşuları da onlara Türk diyorlardı. Hıristiyan Avrupa bireyleşmeyle uluslaşmayı birlikte yürüterek günümüzdeki manzarasına ulaşmıştır. Doğu Avrupa ve Asya modern anlamdaki milliyet bilincine daha geç erişmiştir. Fakat niçin önce Batı Avrupa’da başlamıştır? Bu konularda çok yazıldı, burada tekrara düşmek yerine milliyet şuurunu pekiştiren bir başka etkene değinmek istiyorum. Öncelikli olarak Halil İnalcık’tan bir alıntıyla başlayalım: “Ulusların kendi kimliklerini bulması, yani milli dilin, milli edebiyatın, ulusal çıkarların ön plana çıkması, yeniçağı doğuran bireysellik ilkesinin bir göstergesi sayılabilir.”
İktisadi gelişme burada önemli bir yer tutuyor. Çağımızda iş adamlığı saygın bir meslektir. Oysaki eski zamanların dünyasında tüccarlar pek de matah kişiler olarak görülmüyordu. Ticaret yoluyla para kazanmak bir nevi ayaktakımının meşgalesiydi. Avrupa soyluları çalışmaksızın, köylünün sırtından geçiniyordu. Rusya bu alışkanlığı daha geç terk edebilmiştir ki klasik Rus romanlarında bunu açıkça görebiliyoruz. Avrupa’daki işlenebilen topraklar büyük oranda kiliselerin malıydı. Hıristiyan din adamlarının tahakkümü (kendilerine atfedilmiş kutsallık nedeniyle) bertaraf edilemiyordu. Kiliseler ve soylular arasında sıkışıp kalmış olan köylüler daima açlık tehlikesi altındaydılar ve yaşamaya mahkûm edildikleri bu durumu Tanrı’nın bir takdiri olarak olağan karşılıyorlardı. Voltaire bir sohbetinde bir soylu kişiye aşağı yukarı şöyle demektedir: “Ahretin varlığına sizin gibi ben de pek inanmıyorum. Ne var ki hizmetkârlarınızın size itaat etmeleri için onlardaki ahret inancını canlı tutmak gerekiyor.” İşte bu apaçık bir şekilde inanç üzerinden sömürüyü sağlamaktır. Yoksullar ve köleler bu dünya hayatındaki durumlarını Tanrı’nın takdiri olarak görürlerse ve yarın öteki tarafta rahat edeceklerini düşünerek kendilerini avuturlarsa sömürü düzenini kırmak zorlaşır. Avrupa’da Ortaçağ boyunca soylularla ruhban sınıfı bu sayede konumlarını kolayca muhafaza edebilmişlerdir. Çaresizlik karşısında yoksulların ve kölelerin itaat etmekten başka çıkar yolu kalmıyor. Yine de ezilmişlik hissi her şart altında bir isyana gebedir. En azından başkaldırı ihtimali gizliden gizliye hep vardır.
Batı Avrupa’da ve bilhassa İngiltere ile Hollanda’da iktisadi şartların peyderpey değişmesiyle beraber yazgıya boyun eğme dürtüsü zedeleniyor. Göreceli refah, mülk edinme, Amerika’nın keşfinin yol açtığı ufuk değişikliği ve Calvin’den Luther’e din algısının farklılaşması yavaş yavaş bireyselleşmeyi ortaya çıkarıyor. Ticaret yoluyla para kazanmak hâlâ ayıp görülse bile servet edinmenin tadı alındıkça Avrupa’da geleneksel zihniyet kırılmaya başlıyor. Hollandalılar sıradan insanları betimleyen ressamlar yetiştirerek geleneksel (kutsal) sanata meydan okuyorlar. Servet edinen orta sınıf (burjuva) karşısında soylular gitgide güçten düşüyor. Soyluların güçsüzleşmesinin nedenlerinden biriyse çalışarak para kazanmaya hâlâ sıcak bakmamalarıdır. Yüzyıllardır başkalarının sırtından geçinen soylular sınıfı zaman geçtikçe ticaret zenginlerinin karşısında bocalayacaklardır. Bütün bu değişimlerle gelişmeler aslında kapitalizmin ayak sesleridir. Kapitalist sistem önceden öngörülmemiştir. Kendiliğinden oluşmuştur. Kapitalist teoriler kapitalizmin yerleşmesinden sonra ortaya atılmıştır. Ve böylelikle de kapitalizm sistematik hale sokulmuştur.
İngiltere’deki bir uygulama sert tartışmalara sebep olmuş, günah mı yoksa meşru mu olduğuna yönelik tartışmalara meydan vermiştir. Bu yeni uygulama tarlaların etrafının çitle çevrilmesidir. Çitle çevirmek sınır koymaktır. İşte bu sınır koyma işlemi toprakla birlikte aynı zamanda zihinlerde de yer ediniyor. Bireyselleşmeyi başlatan unsurlardan biri budur. Kapitalizmin tarihini yazan Joyce Appleby özetle şunları söylüyor: “(17. yüzyılda iyileştirilmiş tarımsal yöntemler ürün miktarını arttırınca) sürekli ve bol hasadın bir başka entelektüel etkisi oldu: İnsanlar değişimi eskisi gibi görmüyor, doğaya eskisi kadar bağımlı olmuyor, otoriteye eskisi kadar kolay boyun eğmiyordu.” İngiltere’de başlayan bu değişim sürecine Appleby tarım devrimi demektedir. Fakat daha öncesinde Hollanda’nın servet edinme tutkusu vardır. Biz bu yazımızda konuyu fazla dağıtmamak amacıyla Hollanda’daki değişim sürecini es geçeceğiz. Şu kadarını belirtelim ki Hollanda halkının servet edinerek refaha kavuşmadaki başarısı bütün Batı Avrupa’yı ve İngiltere’yi kıskandırmıştır. İngiltere’deki tarım devriminin sebeplerine de girmeyeceğiz. Aksi halde asıl konumuzu toparlayamayız. Başlangıçta değişim ürkütücüydü. Alışılagelmiş hayat tarzı Tanrı’nın takdiri olarak görüldüğü için değişimden kaçınılıyordu. Kilisenin yaman baskısı Avrupa insanını dizginlemekte yeterliydi. Kaldı ki soylular da koruyucu baba rolündeydi. Biteviye açlık tehlikesinin gölgesinde yaşayan sıradan insanlar (ağır vergilere rağmen) zor durumda kaldıklarında baba rolündeki soyluların kendilerini kurtaracaklarına inanıyorlardı. Mesih beklentisinin Hıristiyanlıkta bu denli güçlü olmasının sebeplerinden biri de herhalde budur.
Tarım devrimini takiben sürekli hasat imkânı açlık korkusunu hafifletince ilkin zihinlerde bir gevşemeye yol açıyor. Biat kültürünün açlık korkusuyla beslendiği herkesçe malumdur. Tarım devrimi o sert otoriteyi örseleyince her sınıftan kişilerin zihinlerinde birey olma hissinin tohumları atılıyor. Toprağa atılan tohumla zihinlere atılan tohum neredeyse atbaşı yeşeriyor. Avrupa insanının kilise baskısından kısmen kurtulması sayesinde milliyet bilinci de zuhur ediyor. Artık herkes kilisenin insanı değil, kendi toprağının insanıdır. Bu haliyle vatan duygusudur.
Appleby, İngiltere’de tarlaların çitle çevrilmesi yönteminin bir tür özelleştirme olduğunu söylüyor ki mülkiyet edinmedir bu. Soyluların değil halkın mülkiyet duygusuna kavuşmasıdır. Tarlaları çitle çevirmenin verimliliği artırdığını gören yetkili makamlar değişimden ürkmemeyi öğreniyor. Diyebiliriz ki, tarlalar çitle çevrildikçe zihinler de çitle çevriliyor, yani her kişi diğerinden farklı olduğunu ayrımsıyor ve bireyleşme baş gösteriyor. Appleby bunu şöyle özetliyor: “Ortak tarlaların eşgüdümlü sürülmesi, yabani otlardan temizlenip biçilmesi köyün ortak yaşamını pekiştiren çalışma, oyun ve tören biçimleri yaratmıştı. Toprakların etrafına çit çekilmesi, kişiyi bu toplumsal sorumluluk ve faaliyet ağından uzaklaştırdı. Bireylere kendi kaynaklarını düzenleme fırsatı verdi ve zengin ile yoksul arasındaki farkın daha da açılmasına neden oldu. Başlıca üreticiler, mevsimlik işleri eşgüdümlü yürüten bir köylü grubu olmaktan çıkıp tek tek ailelere dönüşünce, ortak kader bilinci giderek kayboldu.”
Tarım devrimi öncesindeki geleneksel zamanlarda kırsal yaşam ortaklığa yaslanıyordu. Soylular karşısında herkes aynı idi. İşte toprakların çitle kuşatılması bu ortak yaşamı parçalıyor. Büyük aileden küçük aileye geçiş başlıyor. Kadercilik yerine başkaları gibi olabilme arzusu yerleşiyor. Köylerden kentlere göçler de bunu tetikliyor. Büyük aileler dağılıyor. Avrupa içi hareketliliğin yanı sıra yeni dünya Amerika’ya göçler dağılmayı perçinliyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Calvin’in kadercilik inancına bağlı kalmasına rağmen insanları daha fazla özgürleşmeye yönelten birtakım dinsel akımlar kilise otoritesini zora sokuyor. Daha açıkça söylersek, köle muamelesi gören köylüler de kendilerine özgü tutkulara bağımlı kalma haklarının olduğunu anlamaya başlıyorlar. Ortak duygular kişilerin tutkularına yenik düşüyorlar. Ama aynı zamanda bir ulus olma bilinci bir başka ortak duygu şeklinde güçleniyor. Yerel soylulardan ziyade başkentteki krala bağımlılığın yükselmesi yoluyla merkeziyetçi devlet yapısı ağırlığını hissettiriyor. Ulus devlet kendini gösteriyor. Toprakların çitle çevrilmesi sayesinde, 1700 yılına gelindiğinde, İngiliz tarım üretimi iki katına çıkıyor. Sıradan insanların karnı doydukça kral da güçleniyor ve feodal yapı bozuluyor.
Rousseau şöyle der: “(İnsanın) hiçbir şeyin harekete geçiremediği ruhu, ne kadar yakın olursa olsun hiçbir gelecek fikri olmadan, sadece fiili, gündelik yaşama duygusuna teslim olur. Görüşleri gibi sınırlı olan tasarıları da ancak günün sonuna kadar uzanır.” Rousseau’nun bu insanlık genellemesi tarım devrimiyle kısmen de olsa geçersiz kalmaktadır. Fransa’nın tutuculuğu karşısında İngiltere halkındaki zihniyet değişimi bireyselleşmeye zemin hazırlamıştır. Fakat din algısındaki dönüşümlerin de katkısı büyük olmuştur. Ulrich Im Hof buna Akılcı Hıristiyanlık diyor: “17. yüzyıl, önceki zamanların hepsinden daha çok ilahiyattan etkilenmişti. İlahiyat Fakültesi 18. yüzyılda da başı çekiyordu ve ruhban sınıfı düşünsel yaşamın taşıyıcısı olarak kalmıştı… Protestan ilahiyatı Reform’un yorumlarına dayanıyordu. 17. yüzyılda bir İlahiyat Fakültesi genişletildiğinde tartışmalı ilahiyat profesörlüğü, bir başka deyişle dogmatik sınırlandırmalar için bir kürsü başkanlığı kuruluyordu.” Bu ne demektir? Sıradan Hıristiyanların Katolik Kilisesi baskısından kurtulmalarına yardımcı olmak demektir. Dinsel dogmaların tartışmaya açılması, topraklar çitlerle çevrilirken, zihinlerdeki barikatların kırılmaya yüz tutması demektir. Din reformu ve tarım devrimi bireyleşmeden uluslaşmaya uzanan köklü değişimlerin önünü açan etkenler arasındadır.

Metin Savaş