DÜŞÜNCE

Doğu Akdeniz’de Dengeler Savaşı (Doç. Dr. Gökçe Yükselen Peler)

Tarafımız Net Olmalı

Herkesin büyük bir merak ve endişe ile izlediği üzere Doğu Akdeniz’de sular her geçen gün daha fazla ısınmaktadır. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Doğu Akdeniz’de de, mesele fosil yakıtlar olarak da bilinen hidrokarbon, petrol ve doğal gaz gibi doğal enerji kaynakları söz konusu olunca dünyanın bütün emperyalist güçleri ve piyonları bu bölgeye üşüştüler. Kimler yok ki… Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya Federasyonu gibi emperyalist güçler; Mısır, Lübnan ve İsrail gibi bölge ülkeleri… Fransa ve Güney Kıbrıs işin içerisinde olunca ister istemez Avrupa Birliği de işin içine girmektedir. En son Malta’da gerçekleştirilen Akdeniz’e Kıyısı Olan Avrupa Birliği Ülkeleri Zirvesi’nde yapılan açıklamalar, Avrupa Birliği’nin bu meseledeki duruşunu bir kez daha çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Bütün ülkelerin kendi ajandaları olmakla birlikte, Rusya Federasyonu hariç, meseleye yakından uzaktan ilgi gösteren ülkelerin tamamının birleştiği bir konu var. O da Türkiye’yi bu işten uzak tutmak.

Mesele, şu anda sadece Kıbrıs etrafındaki kaynaklar meselesi şeklinde basında büyük bir yer bulsa da aslında Kıbrıs etrafındaki kaynaklar, büyük oyunun sadece bir parçasını teşkil etmektedir. Esas büyük plan Kerkük petrolünü oluşturulacak terör koridoru ile Suriye’nin kuzeyinden getirip Doğu Akdeniz gazı ile birleştirmek ve Kıbrıs üzerinden Yunanistan’a taşıyarak Avrupa’ya ulaştırmak, böylece de Türkiye’yi sistemin dışında bırakmaktı. ABD ve sahadaki maşası olan terör örgütünün Deyrezzor’da inatla savaşı sürdürmesi, bu bölgede bulunan petrol ve doğal gaz kaynaklarının da bu hatta eklenmesinin planlandığını düşündürmektedir. Yani oyun sadece Kıbrıs gazı üzerine kurulu değil, belki de bütün Orta ve Yakın Doğu kaynaklarını içeren bir planla karşı karşıyayız. Ancak Rusya’nın ve Suriye Rejim Güçleri’nin şimdilik Deyrezzor’daki oyunu bozduğu anlaşılıyor. Suriye’nin kuzeyindeki terör koridoru ise Türkiye’nin kararlılığı ile işlevliğini kaybetmiştir. Önce Fırat Kalkanı Harekâtı ile bu koridor engellenmeye çalışılmış, sonra terör örgütünün daha güneyden, Rakka üzerinden yeni bir koridor oluşturma girişimine karşılık da Zeytin Dalı Harekâtı yapılmıştır. Bu harekât neticesinde, bir taraftan on yıllarca terör örgütünün insan kaynağı olmuş olan Afrin örgütün elinden çekilip alınmış, diğer taraftan hem koridorun denize ulaştırılma olasılığı şimdilik ortadan kaldırılmış oldu hem de istikrarsızlaştırılıp plana dâhil edilmek istenen Hatay ili güvenlik altına alınmış oldu. Kıbrıs Türk toplumunun bazı sektörleri arasında büyük bir infiale sebep olan Afrika gazetesinin Zeytin Dalı Harekâtı kapsamında yaptığı yayınları da bu meyanda değerlendirmek gerekir. Türkiye oyunu bozarken malum mihraklar tarafından Kıbrıs’ta cezalandırılmak istenmiş ve Türkiye’nin aleyhinde ileriye yönelik menfi bir kamuoyu oluşturulamaya çalışılmıştır. Türkiye basınında ve bilhassa sosyal medyada sık sık Suriyeli göçmenlerle ilgili ortaya atılan olumsuz söylemler de bu konuya koşut olarak değerlendirilmelidir. Batılı odakların Astana Süreci’ne yaklaşımlarının hep soğuk olmasının sebebinin de bununla ilgili olduğu düşünülebilir. Bu süreç sonrasında İdlib’de ortaya çıkan durum, terör örgütünün Afrin’in güneyinden denize ulaşma ihtimalini de ortadan kaldırmıştır. Türkiye, Afrin ve İdlib ile hem terör koridorunun önünü kesmiş hem de Hatay ilini doğudan ve güneyden emniyet altına almıştır. Artık terör koridorunun denize ulaşma olasılığının olduğu tek bölge Lazkiye – Tartus hattıdır ki şu anda bu bölge Suriye Rejimi ve Rusya Federasyonu’nun kontrolü altındadır. Zaman zaman Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan rejim – terör örgütü işbirliğinden, bu konuda Esad rejimine güvenilemeyeceği anlaşılmaktadır. Ancak Rusya’nın şu anda Türkiye ile olan işbirliği ve Doğu Akdeniz’deki diğer çıkarları, bu durumda bir sigorta görevi görmektedir. Bu yüzden umumi olarak uluslararası platformlarda ve bilhassa Suriye’de Türkiye’nin Rusya ile olan işbirliğinin bozulmaması Türkiye için hayati öneme sahiptir. S-400 füzeleri etrafında cereyan eden tartışmalar da doğrudan bu mesele ile ilgilidir. Bu füzeler, Türkiye’nin askerî alanda Türkiye’nin Batı blokundan bağımsızlaşmasının bir timsalidir ve bu füzeler etrafında cereyan eden tartışmalar ve takip eden tehditler, Batı’nın asla Türkiye’yi eşit bir müttefik olarak görmek istemediğinin çok açık bir ifadesidir. ABD başta olmak üzere, bütün Batı, istedikleri zaman boynu çekilebilecek, her alanda Batı’ya muhtaç bir Türkiye görmek arzusundadır.

Tekrar Doğu Akdeniz ve Kıbrıs çevresine dönülecek olursa aslında meselenin sadece münhasır ekonomik alan ve bu alanda bulunan doğal kaynaklar olmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Güney Kıbrıs’ın çıkarları etrafında yapılan bütün açıklamalar, aslında sadece büyük oyunu kamufle etmek için koparılan bir yaygaradan ibarettir. Güney Kıbrıs’ı yönetenler ise bir taraftan ekonomik olarak zaten batmış olan ülkelerini kurtarmak, diğer taraftan da dünyanın sözde efendilerini Türkiye’ye karşı yanlarına almak için bu plana seve seve gönüllü bir şekilde alet olmaktadırlar. Güney Kıbrıs’ı yönetenler kendilerine verilen ödevleri çok iyi yapmaktadırlar. Bölgede Türkiye ile sorunlu olan herkesle işbirliği içerisindedirler. Görünüşte Müslüman Kardeşler örgütüne olan yakınlığı ve desteği sebebiyle, Türkiye’ye sadece mesafeli olmayıp düşmanca tavırlar içerisinde olan Sisi Mısır’ı, bu konu ile ilgili olarak şu anda Güney Kıbrıs’ın en büyük müttefiklerinden biri konumundadır. Bu arada, bütün dünyada demokrasi havariliği iddiasında olan ABD ve diğer Batılı güçlerin Mısır’ın seçilmiş hükümetini askerî darbe ile devirip başa geçen Sisi’yi Mısır’ın meşru lideri olarak tanımakta tereddüt etmediklerini akılda tutmakta fayda var. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bölgedeki bir diğer yakın işbirlikçisi, Mavi Marmara olayından beri Filistin meselesi sebebiyle Türkiye ile arasında soğuk rüzgârlar esen İsrail’dir. İsrail bir taraftan Suriye’deki iç savaştan faydalanıp topraklarını genişletmeye çalışırken bir taraftan Kudüs meselesinde cesur adımlar atmakta, diğer taraftan ise aradaki gerginlikten faydalanarak Akdeniz’de Türkiye aleyhindeki oluşumların içinde yer almaktadır. Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan terör koridoru örneğinde olduğu gibi, İsrail’in bu adımlarının ardında da ABD’nin olduğunu görmek için çok geniş bir bakış açısına sahip olmaya gerek yok. ABD artarda önce Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı, sonra da yıllardır İsrail işgali altında olan Suriye’nin Golan Tepeleri’ni İsrail toprağı olarak tanıdığını açıkladı. Bu durumda, Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi etrafında örülen ittifakların kimin tarafından organize edildiğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Başta bu organize işler içerisinde yer alan Lübnan’ın Türkiye’nin diplomatik girişimleri neticesinde geri adım attığını da unutmamak gerekir. Aslında Lübnan’ın durumu, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne bir ders olmalı. Zira müttefiklik ilişkisi içerisinde olduğu ülkelerin kendi iç dengelerinin değişmesi durumunda veya Türkiye’nin uluslararası platformlarda yapması muhtemel girişimler neticesinde, aynı 1974’te olduğu gibi, Türkiye ile baş başa kalma olasılığı her zaman mevcuttur. Bunun da Rumlar açısından nelere mal olabileceği sır değil.

Fransa’nın durumu üzerinde bilhassa durmakta fayda var. Ermeni meselesi ve PKK örneklerinde olduğu gibi, Fransa’nın Türkiye aleyhindeki oluşumları destekleme konusunda ananevi bir eğilime sahip olduğu aşikâr. Ancak geçmişte bu tavrını “diplomatik” sınırlar içerisinde ortaya koyan Fransa’nın son zamanlarda Türkiye aleyhtarlığını çok yüksek bir sesle yürüttüğü görülmektedir. Bu tavrı, Suriye’nin kuzeyinden Kıbrıs’a kadar uzanan sahada gözlemlemek mümkün. Türkiye’nin kararlı tavrı neticesinde, ABD başta olmak üzere Menbiç’ten çekilen Batılı güçlerin yerine Fransa’nın gelip yerleştiği görülmektedir. Kıbrıs etrafındaki doğal kaynaklar meselesinde de Fransa’nın ön saflarda yer alması rastlantı olamaz. Bir taraftan Fransız petrol şirketi Total çeşitli anlaşmalar imzalayarak bölgeye yerleşirken diğer taraftan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile savunma işbirliği imzalanarak Fransız ordusu Kıbrıs’a yerleşmiştir. Öyle anlaşılıyor ki doğrudan çatışma yerine birtakım yaptırımlar aracılığıyla Türkiye ile mücadele etmeyi tercih eden ABD, ön safta yer alma ödevini Fransa’ya vermiştir. Nitekim Malta’daki zirvede, Türkiye’ye karşı yöneltilen tehditkâr açıklamaların bizzat Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ağzında ifade bulması bunu tasdikler niteliktedir.

Suriye – Kıbrıs hattında cereyan eden bu olayları, son zamanlarda Umman Körfezinde meydana gelen endişe verici gelişmelerden bağımsız düşünmemek gerekir. Trump, ABD’nin başına geçtiği günden itibaren İran ile olan gelişmeleri kasıtlı bir şekilde kötüleştirmiştir. Önce uranyum zenginleştirmesi konusunda İran ile olan anlaşmalara son vermiş, ardından her fırsatta İran’ı savaş ile tehdit etmeye başlamıştır. En son da Umman Körfezinde tankerlerin vurulması konusunda İran’ı suçlayarak yine İran’ı savaşla tehdit etmiştir. İran, aslında aynı Türkiye gibi, gerek Irak’ta gerekse Suriye’de ABD planlarına boyun eğmemenin bedelini ödüyor. Zira İran, Irak’ta ABD güdümündeki Şiileri ABD’nin elinden çekip almış, Suriye’de ise rejim ve Rusya’nın yanında yer alarak doğrudan oyunbozanlık yapmıştır. Bu sebeple doğal olarak ABD İran’ı cezalandırmak için can atmaktadır. Umman Körfezinde vurulan tankerler konusunda ABD tarafından İran’ın suçlanması beklendik bir durum aslında. Zira ABD’yi yönetenlerin, aynı Saddam’ın olmayan kitle imha silahları gibi, saldırmayı kafaya koydukları ülkelere mesnetsiz iftiralar atmak gibi bir alışkanlıklarının olduğunu artık bütün dünya bilmektedir.

Peki, bu sorunlar yumağı içerisinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Kıbrıs Türklerinin yeri nedir? Her şeyden önce KKTC’yi tanıyan tek ülke Türkiye olduğu için, yukarıda zikredilen bütün aktörler içerisinde KKTC’yi muhatap alan tek ülke de Türkiye’dir. Türkiye, hem KKTC ile yaptığı ikili anlaşmalardan doğan haklarla hem de kıta sahanlığı gibi doğrudan sahip olduğu haklar neticesinde kararlı bir şekilde sahada yer almaktadır. Fatih sondaj gemisi Türk donanması eşliğinde Kıbrıs açıklarında faaliyet göstermekte ve yakında Yavuz sondaj gemisinin de Fatih’e katılacağını Türk yetkililer beyan etmektedir. Elbette, bu siyasi ve ekonomik sebeplerin yanında Türkiye’nin on yıllardır Kıbrıs’ta aktör olmasının bir sebebi daha var. O da Kıbrıs Türklerinin varlığı ve bu varlıkla ilintili olarak mevcudiyetini koruyan tarihî haklar. Şüphesiz KKTC’yi tanımayan ülkeler, Türkiye’yi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin haklarına tecavüz etmekle suçlamaktadırlar. Ancak 1963-74 yılları arasında adada cereyan eden olaylar, 1974 sonrası ambargolar, Rumların tek başına AB’ye alınması, Annan Referandumu vs. gibi örneklerin defalarca tasdik ettiği üzere, konu Kıbrıs Türkleri olunca dürüst olamadıkları bilinen bu ülkelerin suçlamalarının hiçbir önemi yoktur. Kıbrıs etrafındaki gelişmelerin geldiği nokta, hem Türkiye hem de KKTC için hayat memat meselesidir. Bu gerçek sebebiyledir ki çeşitli toplum mühendisliği faaliyetleri neticesinde Kıbrıs Türkleri ile Türkiye’nin arasının açılması için birçok plan uygulanmaya konulmuş ve konulmaya devam edilecektir. Kıbrıs Türk toplumu içerisinde birtakım şahısların ve STK’ların sürekli AB tarafından pohpohlanması, Zeytin Dalı Harekâtı esnasında Afrika gazetesi merkezli meydana gelen olaylar ve başarısızlıkla sonuçlanan Kıbrıs Türklerini Güney Kıbrıs Rum seçimlerinin içine çekme girişimi hep bu bağlamda değerlendirilmelidir. Tam da bu süreçte KKTC hükümetinin değişerek Türkiye ile ilişkiler konusunda daha net ve millî eğilimleri daha güçlü bir hükümetin başa geçmiş olması gayet isabetli olmuştur. Zira yukarıda da zikredildiği üzere hem KKTC hem de Türkiye açsısından hayati hassasiyet içeren bir zaman dilimine girilmiştir. Olaylar ne Annan Referandumu ne Mont Pelerin süreci ne de Guterres Planı zamanında olduğu gibi demokratik tercih teraneleri ile sulandırılabilecek bir şekilde cereyan etmektedir. KKTC ve Türkiye karşısında çok geniş ve çok güçlü bir ittifak oluşmuştur ve bu ittifak her iki Türk devletinin de varlığına kastetmektedir.

Hükümetin değişmesinin yanında, Kıbrıs Türk tarafında birtakım başka olumlu gelişmelerin daha gözlemlendiğini ifade etmek gerekir. Geçmişte KKTC’nin Türkiye ile olan ilişkileri konusunda çok da sıcak veya istekli olmayan bazı Kıbrıs Türk siyasetçilerinin bu konuda KKTC ve Türkiye’nin ortak çıkarları yönünde tavır koydukları görülmektedir ki bu oldukça sevindirici ve umut verici bir durumudur. Ancak her şeye rağmen, Kıbrıs Türk toplumu içerisinde hâlâ KKTC – Türkiye dayanışmasından taraf tavır koyamayan bazı kesimlerin olduğu da gözden kaçmamaktadır. Kimsenin ikircikli davranma lüksüne sahip olduğu bir devirde değiliz. Herkes açık bir şekilde bilmelidir ki siyasi görüş veya tercihleri her ne olursa olsun millî tavır ortaya koyamayanların kolayca çizginin karşı tarafında kalabileceği gelişmeler yaşıyoruz. O yüzden toplumun bütün sektörleriyle birlikte tavrımızın net olması gerekmektedir. Yoksa sonuçların bedelini kimse ödeyemez…

Bu makale http://www.kibrishakikat.com’da 17 Haziran 2019 tarihinde yayınlanmıştır.