DÜŞÜNCE

İsa’nın Kanından Mayalanmış Üzüm Suyuna

Kozmik varoluşun veya dünyevi hayatın, gelip geçiciliğinden ötürü, bir rüya, bir aldanış, bir yanılsama olarak görülmesi ve mistik bir tavırla dünya hayatının değersizleştirilmesi yaygın bir öğretidir. Ne var ki dünya hayatının değersizliğine ilişkin kanı da bir yanılsama mıdır? Bütün dinlerde karşımıza çıkan manastır ve tekke gibi mekânlardaki birtakım inziva uygulamaları kozmik varoluşun önemsizliği öğretisiyle tam örtüşmüyor. Dünya hayatını öteleme öğretisinin Hint düşüncesine dayandığı genel bir kabuldür ama bütün mitolojilerde de bunun köklerini bulmaktayız. Hint Fakiri algısı başta gelmek üzere dervişlerin dünyaya sırt çevirdikleri kanaati popüler inanışların kapsamındadır. Mitik tasavvurdaki tarihin reddi olgusu fani dünya şeklinde halk inançlarına yansımıştır. Mitik tasavvura göre zamansal tarih yoktur, insanlık sonsuz döngü evreninde yaşar, bu yaşayış içerisinde yıpranır, tükenme noktasına geldiğinde ise başlangıca döner. Bunu kurmaca olarak örnekleyelim: Türklüğün sonsuz döngü evrenindeki başlangıç noktası şayet ki Ergenekon yurdu ise, Türkler Ergenekon’dan taze bir güçle çıkarlar, dünya hayatında mücadeleye girişirler, zaferler kazanırlar, bir müddet sonra yorulurlar ve tükenmeye yüz tuttuklarında yitip giden enerjilerini yeniden tazeleyebilmek için başlangıç noktası olan Ergenekon yurduna geri dönerler. Sonsuz döngü çemberinde (çarkıfelek) sonuç noktası demek başlangıç noktasına varmak demektir. İşte bu ebedi döngü tasavvuru nedeniyle arkaik düşüncede tarih yoktur. Her şey sürekli tekrarlanır. Tarihin reddi fani dünya inancını doğurmuştur diyebiliriz. Dünyevi hayat önemsizdir çünkü gelip geçicidir. Oysaki fani dünya düşüncesi tarihin kabulüdür. Bu kabul ölüm korkusunu pekiştirir. Tarih reddedildiğinde ise ölüm ortadan kalkar. Sonsuz döngüde ölüm yoktur. Ölüm yeniden diriliştir. Çemberin sonuna vardığında tükenen (ölen) kişi aslında çemberin başlangıcına varmış olduğu için yeniden hayat bulacaktır.

Kozmik varoluşu veya dünyevi hayatı red gerçekte söz konusu bile değildir. Dünyevi zamanı önemsiz kılan unsur mitik düşüncedeki sonsuz zaman’dır. Bununla birlikte, sonsuz zamanın içinde yer alan dünyevi zaman bir realitedir. Sonsuz zaman gerçek ise, bu gerçekliğin içindeki dünyevi (gelip geçici, fani) zaman da gerçektir. Ortaçağ düşüncesi işte bu realiteyi göz ardı ederek bir kilise karanlığına gömülmüştür. Popüler İslam dahi günümüze dek dünya hayatının değersizliği yanılgısını sürdürmüştür. Tarihin dışında ve üstünde yer alan kozmik (sonsuz) zamana Mircae Eliade büyük zaman diyor. Büyük zamanın içindeki küçük zaman (fani dünya zamanı) Hint düşüncesinde sanıldığının tersine olarak büsbütün ötelenmiş değildir. “Bir Hintlinin Devrevi Zaman’ın (sonsuz döngünün) keşfinden çıkartmaya hakkının olduğu yegâne sonuç, dünyadan vazgeçmek değildir. Bugün daha iyi anlamaya başlandığı üzere, Hint yalnızca dünyanın olumsuzlanmasını ve toptan reddini tanımış değildir.” Eliade’nin açıklamasıyla, Hintli, kendi eylemlerinin meyvelerinden vazgeçse de, kendi eylemlerinden sağlayabileceği yarardan vazgeçse de, eylemin kendinden vazgeçmemektedir.

Hıristiyan teolojisi de Katolik Kilisesinden Protestanlık Öğretisine inişli çıkışlı bir süreçten geçerken dünyevi zamanı değerli kılmayı öğrenmiştir. Hıristiyanlık düşüncesi şu yargıya varabilmiştir: İsa kutsal zamana aittir fakat bedenleşerek kutsal olmayan dünya zamanına gönderilmiştir.

Kutsal İsa fani dünyada yaşamıştır. İsa kutsal olduğuna göre İsa’nın yaşadığı bu fani dünya da kutsalın bir parçasıdır. Şu halde fani dünya hayatının ötelenmesi kutsal öğretiye aykırıdır. Hıristiyan Avrupa işte bu yargıya varınca kutsal olmayan fakat kutsalın bir parçası olan dünya için çalışmak gerektiği sonucuna ulaşmıştır. İslam dininin ilkelerinden biri de zaten “yarın ölecekmiş gibi ahret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için” çalışmaktır. Kutsalın bir parçası olan dünya zamanında çalışmayı ibadet görerek hareketlenen Hıristiyan Avrupa böylelikle Ortaçağ bağnazlığından çıkmayı başarmıştır. Her ne kadar Alexis Carrel “Çağımız medeniyeti kötü durumdadır, çünkü bize uygun değildir, bizim tarafımızdan kurulmuş olmasına rağmen bizim ölçülerimize göre olmamıştır,” dese de Hıristiyan Batı ifrat ve tefrit arasında kendi dünyevi sistemini kurmuştur.

Dünyevi eylemlerin kendisinden vazgeçmemek fakat dünyevi eylemlerin meyvelerinden yararlanmayı reddetmek, gerçek şu ki, teoride ya da havada kalmaktadır. Herkes meyvelerden tatmak, herkes pastadan pay almak peşindedir. Biz bu gerçekliği müritlerine sabrı ve tevekkülü öğütlerken kendisi konforlu bir hayat süren cemaat önderlerinin durumunu gözlemleyerek apaçık görebiliyoruz. Televizyonlardaki popüler din programlarında yoksulluğun erdemlerinden söz eden ama kendisi büyük meblâğlar alarak programlara çıkan hoca efendileri de görüyoruz. Dolayısıyla eylemlerin kendisinden vazgeçmezken eylemlerin meyvelerini toplamaktan vazgeçenler neredeyse hiç yoktur. Bu yazımızın başında dünyevi hayatın yanılsama olduğu, gerçek bir hayat olmadığı görüşünün de bir yanılsama olabileceği ihtimalinden söz etmiştik. Bugünümüzde gelişmiş toplum dediğimiz toplumlar işte bütün bu çelişkileri dünya hayatının da kutsal olduğu yargısına vararak aşmışlardır. Haliyle günümüzün gelişmiş toplumlarında da sayısız sorunlar ve uygarlık krizleri bulunmaktadır fakat bu yazımızın ana konusunu dağıtmamak için bu sorunları es geçeceğiz.
John Nef Ortaçağ realitesinin dünyevi zamanın değerinin keşfiyle söndüğünü ima eder. Ortaçağ realitesi, Kilise üzerinden, gelecekteki altın çağa (büyük kurtuluşa) odaklıdır. Bununla birlikte, Hıristiyan evreninin merkezinde Katolik Kilisesinin bulunduğuna yönelik inanç sayesinde dünyevi (ya da aktüel, şimdiki) zamanın da değerli olduğu algısının oluşmasına zemin hazırlanmıştır. Bu zemin üzerinden başlayan kıpırdanmalar sanayi devrimine kadar uzanacaktır. İslam coğrafyası ise o bilinen parlak zamanlarının ardından dünya hayatını değersizleştirerek çöküntüye doğru sürüklenmiştir. İbn Haldun’dan sonra dişe dokunur hiçbir kafa yetiştiremeyen İslam coğrafyası Hıristiyan Batı karşısında peyderpey gerilemiştir. John Nef, ortaçağ kafasının fani dünyayı bir görüntüden ibaret bulduğunu belirtiyor. Yani bir yanılsamadır dünya hayatı ortaçağ kafasına göre. Aktüel dünya boş ve değersizdir. “Ortaçağ aydını insan yaşantısının elle tutulur gözle görülür taraflarına pek kafa yormadı; realitenin bu tarafları, bütün konuların gittikçe tabiat ilimlerinden çıkarılan metotlarla ele alınması sayesinde, bugünün aydınları arasında hemen biricik rasyonel bilgi kıymetini taşımaktadır.” Ortaçağ kafası dünya üzerindeki Kiliseyi kozmik merkez görürken bile doğa bilimlerine önem vermemiştir.

Ortaçağ kafası, John Nef’in söylemiyle, bugünkü bilimin ilgilendiği doğayı realite değil de yanılsama olarak görmüştür. Ne zaman ki Batı düşüncesi insan yaşantılarının elle tutulur ve gözle görülür taraflarına eğilmiştir, işte o zaman Batı’nın bilimsel hamleleri Doğu’yu ezip geçmiştir. Ezmiştir çünkü ortaçağ kafası bağnazlık çağında iken İslam dünyası Endülüs’ten Türkistan’a bir dünyevi realitenin farkındaydı, sonradan iş tersine dönünce bu sefer de Doğulu toplumlar dünya hayatına yanılsama damgasını vurup küçümsenmeyecek kertede sırt çevirmişlerdir. John Nef Batı’daki modern hamleleri yeni bir sanat formunun iteklediğini söylüyor. Bu yeni sanat, diyor, ilham kaynağını doğadan, yani bitkilerden, dağlardan, gökyüzünden ve insan vücudundan alıyordu. “Realitenin bütün bu unsurları insan gözünün gördüğü gibi temsil ediliyordu. Şu halde bu sanat Gotik veya Romanesk sanattan daha az manevi, daha az esrarlı idi.” Batılı insan, John Nef’e göre, duyularla kavranan şeylere daha çok yoğunlaşmış ve elle tutulur gerçeklere daha çok önem vermiştir. İşte bu duyularla kavranan ve elle tutulur gerçekler bilimsel araştırma sahasına giren dünyevi gerçekliktir. Bütün bu değişim sonrasında diyor John Nef, Batılı insanı artık ekmeğin ve şarabın cevher değiştirdiğine inandırmak kolay olmayacaktır. Şarap artık sadece mayalanmış üzüm suyudur. İsa’nın kanı değildir.

Metin Savaş

Mircea Eliade, İmgeler ve Simgeler, sayfa 80, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2018

Alexis Carrel, İnsan Denen Meçhul, sayfa 43, Yağmur Yayınları, İstanbul 1979

John Nef, Sanayileşmenin Kültür Temelleri (Erol Güngör çevirisi), sayfa 119, Kalem Yayıncılık, İstanbul 1980

John Nef, sayfa 121