Dil Sosyoloji

Mitosların Gündelik Hayatımızdaki İzleri

Fotoğraf: Mallory Johndrow

Mitolojik varsayımlar toplumların uyanıkken gördükleri düşlerdir. Mitoslar, kozmik varoluşu anlamlandırma ve yapılandırma çabasının (ihtiyacının) ürünüdürler. Tasavvur ya da tahayyül olarak mitik unsurlar muhtelif nedenlerle unutulabilirler, dönüşüme veya anlam değişmesine uğrayabilirler, gözden düşmüş gibi görünebilirler, entelektüel sorgulamayla otoritelerini kısmen yitirebilirler ama büsbütün yok olmazlar. Mit şöyle ya da böyle daima varlığını korur. Rasyonalizasyon[i] yöntemiyle kendini gizleyerek devam edebilir. Mit bireysel değil ortaklaşadır. Uykuda iken gördüğümüz rüyalar kişiye özeldir fakat mitik inançlar kolektif rüyalardır. Zamansal süreç içerisinde kimi mitik unsurlar biçim değiştirerek yeni yeni ortamlara uyum sağlarlar. Bununla birlikte, biçim değişse bile öz kalıcıdır. Kaba bir benzetmeyle örneklersek, bir insanın bedenine geçirdiği giyim kuşam her keresinde farklıdır, bedenin fizyolojisi hastalık ve yaşlanma gibi etkenlerle değişir, gelgelelim beden hep –ölüp çürüyene kadar– aynı bedendir. Bir toplumun yaşam tarzı ve algı kültürü her çağda dönüşüme uğrasa bile o toplumun özü yine aynıdır. Algı değişmesine (tartışmaya açık da olsa) bir örnek verelim: Oğuz Kağan kültünün yerini İslamlaşmayla birlikte Hazreti Ali kültü doldurmuş olabilir. İşte burada biçimsel değişim söz konusudur. Öz itibarıyla Oğuz Kağan ile Hazreti Ali arasında pek çok koşutluk bulunabilir. Halk anlatılarındaki Ali tasviri ile Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı metnindeki Oğuz Kağan betimlemesinin uyuşup uyuşmadığına bakarak bir saptamada bulunabiliriz.

Mitoslar bir toplumun kadim hafızası olduğu için vazgeçilemez niteliktedir. Ortaklaşa belleği boşaltırsanız o toplumun varlığından söz edemezsiniz. Mitik unsurlar türlü türlü yöntemlerle toplum içindeki varoluşlarını sürdürürler. Türk mitolojisindeki Umay Ana’nın kozmik kazanı kâh yeniçeri ayaklanmalarında kazan kaldırmak şekliyle karşımıza çıkar kâh Umay Ana’nın kozmik kazanını karıştıran tahta kepçeden mülhem olarak Çömçe Gelin oyunuyla karşımıza çıkar. Umay Ana ile hayat ağacı özdeşliğine bağlı olarak hayat ağacının dallarıyla Umay Ana’nın saç telleri de özdeştir. Ağacın dalları ve saçın telleri (kuş yuvasını oluşturan çalı çırpı gibi) biz insanların hem yuvasıdır hem de biz insanları hayata bağlayan göbek bağıdır. Yuva ile rahim özdeşliği uyarınca biz bugün bile hâlâ “hayatlarımız pamuk ipliğine bağlı” diyoruz ki buradaki iplik Umay Ana’nın saç telleridir. Hayat ağacındaki kuş yuvaları birer beşiktir. Ağaç dallarının rüzgârda salınması gibi annelerimiz de beşiklerimizi sallarlar. Beşiği sallamak için kullanılan ip bile mitik anlam yüklüdür. Türk insanına can veren Umay Ana’nın metaforlarından biri de kuştur. Kuş, gökten (aslında hayat ağacından) uçup gelerek anne karnındaki embriyoya ruh yerleştirir. Ve biz hâlâ çocuklarımızı “seni leylekler getirdi” diyerek kandırıyoruz. Büyümeye başlayan çocuklara “Kuş ötüyor mu?” diye takılmamızın arka planında yine mitik tavır vardır.

Hangi çağda ve hangi kültür ortamında yaşıyor olursak olalım, bilimsel ve teknolojik seviyemiz ve elbette akılcılığımız ne derece baskın olursa olsun, kadim kültür kodlarını içeren mitoslar tastamam etkisiz kılınamıyor. Bağnazca hurafelerden yararlı geleneklere, inanç dünyamızdan gündelik yaşantımıza kadar her yerde mit kendini bir şekilde gösteriyor. Çünkü mit varoluştur. “Geniş mânada mitoloji, dünyayı algılama sistemi olup bu algılamayı modelleştiren dünya görüşüdür… Şu halde mit, dünya hakkındaki gerçekliğin ta kendisidir…”[ii] Mitik unsurlar, ne dersek diyelim, kendi içinde tutarlıdırlar. Mitik evrenin kuralları ve ilkeleri kendine özgü gerçekliğin yapıtaşlarıdır. Bizi hayata bağlayan pamuk ipliği bilimdışı görülebilir ama yine bizi anne karnındayken hayata bağlayan göbek kordonu olarak düşündüğümüzde bilimsel gerçeklik kapımıza dayanır. Bir insanın var edilmesi söz konusu olduğunda o insanın mayası Umay Ana’nın kozmik kazanında kaynatılır ve kozmik kepçeyle karıştırılır. Yeterince kaynatılıp karıştırıldığında insan artık hazırdır. Peki ya kozmik kazanda yeterince pişirilmediyse ne olur? İşte biz böyle insanlara “mayası bozuk” ya da “çiğ” diyoruz. Bir mektepte, bir tekkede, bir meslekte çıraklıktan ustalığa geçiş sürecindeki insana ise “pişmiş” diyoruz. Yine aynı prensiplerden yola çıkarak “çiğ idik yandık piştik” diyoruz. Ham iken olgunlaşma budur. Görülüyor ki mitolojik unsurlar gündelik hayatımızın her tarafında bizleri sarıp sarmalıyor.

Fotoğraf:
Alistair Dent

Türkçemizdeki “kazan kaynamak” sözü “karmaşa” anlamındadır ki kozmik kazanın içindeki kaotik durumdan mülhemdir. Ergenekon yurdundaki demirden dağların eritilmesini kozmik kazana bağlayabiliriz ve kaostan kozmosa çıkış olarak yorumlayabiliriz. Nitekim kozmik kazanın içindeki kaotik durum ile anne rahmindeki durum benzerdir. En azından, arkaik insanlar böyle düşünmüşlerdir. Anne rahmindeki karanlık ortam varoluş öncesindeki kaosun karanlığına benzetilmiştir. Günümüzde yontulmamış kaba saba erkeklerin oduna benzetilmesi de kozmik kazanı kaynatan ateşin odunlarıyla ilintilidir. Bu kapsamda diyebiliriz ki yazı ve konuşma dilimizdeki hiçbir söz varlığı dayanaksız değildir. Düğün törenlerindeki salkım saçak (yapraklı ve çiçekli) gelinbaşı Umay Ana’nın metaforu olan hayat ağacına kadar götürülebilir. Hayat ağacı aynı zamanda ölüme de atıfta bulunuyor. Hayat ağacından bir yaprak düştüğünde bir kimse ölmüş demektir inancını büyükannelerimizden hep işitiyoruz. Burada çift-anlamlılık devreye giriyor. Arkaik insan doğayı gözlemleyerek çift-anlamlılık düşüncesine varmış olmalıdır. Toprak doğurur ve toprak yutar. “Topraktan geldik toprağa döneceğiz” sözü basmakalıp olsa bile öylesine söylenen bir söz olmaktan uzaktır. Evlenen gençler için söylenen “kuş yuvadan uçtu” ifadesi de yine hayat ağacı kültü kaynaklıdır. Evlenmenin dünya evine girmek şeklinde tanımlanması da mitik düşüncenin eseridir. Kozmik kazanda pişip olgunlaşmak olumlu bir durumdur fakat çift-anlamlılık ilkesi uyarınca bunun bir de olumsuz yönü vardır ki yüzsüz kimselere “pişkin herif” diyoruz. Buradaki “yüzsüz” metaforu da düşündürücüdür. Bütün bunların yanı sıra “talih kuşu” ve “devlet kuşu” söylemleri de Umay Ana’nın kuşlarıyla bağıntılıdır. Umay Ana’dan ötürü yeryüzü “toprak ana”dır. Cengiz Aytmatov’un “Toprak Ana” ile Kemal Tahir’in “Devlet Ana” romanlarını hatırlayalım.

Tabuta ve mezara girmek ölümdür. Umay Ana’ya (karanlık rahme) geri dönüştür. Çift-anlamlılık ilkesi uyarınca doğduğumuz yer öldüğümüz yerdir. Ölüm kaosa dönüştür. Tekrar dirilebilmek için Umay Ana’nın kaotik kazanına sığınmamız gerekiyor. Kıyamet de bir kaostur ve milyarlarca insan kıyamet sonrasında tekrar dirileceğine inanmıyor mu? Günahkârların ise cehennem ateşinde yanıp pişerek günahlarından arınacağına ve ardından cennete (kaosun karşıtı olan düzene) kavuşacaklarına umut bağlıyoruz. Bir çocuk annesinden azar işittiğinde babasına değil yine annesine yaltaklanır. Ve bir çocuk babasından korktuğunda yine annesine sığınır. Bütün bu davranışlar nedensiz değildir. Anne sığınaktır, rahimdir, güvenli ve sımsıcak kucaktır. Baba ise soğuktur, otoriterdir, mesafelidir. Doğduğumuz topraklarda tekrar dirilme inancı (veya avuntusu) vatan kavramının doğmasına yol açmıştır. Vatan kutsaldır çünkü bizleri sonsuzluğa kavuşturur. Sonsuz varoluş için bedel ödenmesi gerektiğine inanılır ve böylece şehitlik kavramına ulaşılır. Kurban ritüellerinin temelinde bedel ödeme olgusu yatmaktadır.

Mircea Eliade arkaik tedavi yöntemlerini izah ederken şöyle der: “Çok fazla sayıda arkaik tedavi yöntemi kozmogonik (evrendoğumsal) mitin ezberden okunma ritüeline dayanır. Başka bir deyişle, hastayı tedavi edebilmek için hastanın yeniden doğması gerekir.”[iii] Yeniden doğabilmek (yenilenmek) için zamanın dışına çıkılması, kozmik yaratılışın başlangıcına erişilmesi gerekiyor. Psikanalizcilerin bir hastayı çocukluğuna döndürerek sağaltmaya çalışması da aynı yöntemdir. Hasta kişi kamlar tarafından başlangıca eriştirilerek iyileştirilir. Başlangıcın saflığında arınılır. Semavi dinlerdeki Tufan öyküsü de böyledir. Kirlenmiş dünya sular altında kalarak temizlenir. Zaman törpüsü insanı yıpratır, arkaik düşünceye göre hastalıkların kaynağı zamansal aşınmadır. Ve tek çare zamanın dışına çıkarak yenilenmektir. Arınma işlemi mitosların okunmasıyla sağlanır. Bunlar sözlü anlatılardır ve nesir değil nazımdırlar. Önce şiirin sonra da düz anlatıların, kısacası edebiyatın ana kaynağı işte bu mitoslardır. Bütün sanat dalları mitik düşünceden türemiştir. Tedavi amaçlı okumalar günümüzde devam ediyor. Evlerimizde bir çocuk ateşlendiğinde büyükannelerimiz dua okuyarak çocuğun etrafına üflüyorlar. Tabii ki bütün bu söylediklerimizin suiistimal veya şarlatanlık boyutu da vardır. Ve haliyle bir hasta kişi, kendisine okutarak iyileşeceğine inanırsa, bu inanç psikolojisiyle gerçekten iyileşebiliyor. Niyet ve akıbet ne olursa olsun, mitik unsurlar bugünümüzde bile kırıntı halinde hem varlıklarını hem de etkilerini sürdürmektedirler. Gündelik yaşantımızın neredeyse her köşesindeki söz konusu kırıntılar binlerce yılın ötesinden şimdimize ulaşabilmiştir.

“İstanbul kazan ben kepçe” deyişinde bile kozmik kazan ile kozmik kepçe unsurlarının izleri seçilebilmektedir. “Tahtası kırık” veya “bir tahtası eksik” dediğimizde farkında olmaksızın hayat ağacının dallarına atıfta bulunmuş oluyoruz. Arkaik düşünce, insan bedenindeki kemikleri ve omurgayı hayat ağacının dallarıyla ve gövdesiyle benzeştirmiştir. Hayat ağacı, söylemeye gerek yok ki, kozmik ağaçtır. Dünyanın ve evrenin direğidir. Yeraltından göklere dek uzanır. Yozlaşma ortamında “dünyanın çivisi çıktı” dememizin ardında bu tasavvur vardır. Türk çadırlarının ahşap orta direğinden Demirkazık’a kadar kozmik direk düşüncesi hayatımıza sızmıştır. Sosyolojik anlamda “orta direk” sınıfı da toplumun dengesini sağlayan unsurdur. Zorlu koşullar altında ödün vermeyenleri “dik durmak” söylemiyle alkışlıyoruz çünkü dik durmak bir düzgünlüktür ve kozmik dengenin kişiye şahsiyet olarak yansımasıdır. Eğilip bükülenlere “omurgasız” dememiz de böyledir.

Erişme, arınma, yenilenme, sağaltım ya da toparlanma hedefiyle, güç kuvvet kazanma amaçlı olarak toplumun dışına çıkmak gerekiyor. Bu aslında zamanın dışına çıkmakla eşdeğerdir. Kamlar ya kendilerini olgunlaştırmak ereğiyle yahut da hastaları sağaltmak amacıyla orta dünyadan muvakkaten ayrılırlar. Üstlendikleri göreve göre yeraltına inerler veya gökyüzüne ağarlar. Dinsel anlatılarda yalvaçlar ya da ermişler inzivaya çekilirler. Destanlarda ise Oğuz Kağan bir ormana gidip gelir. Hazreti Muhammed’in mağaraya, Buda’nın ağaç dibine, Oğuz Kağan’ınsa ormana çekilmesi karanlığa (gölgeye) dönüştür. Günümüzün entelektüelleri de rahat düşünebilmek ve yapıtlarını üretebilmek uğrunda dağ evi, göl kenarı, çalışma odası gibi birtakım dingin yerlere çekilirler.

Türk dillerinde şamanlığı belirten pek çok sözcük vardır ki bunlardan biri de “manyak” sözcüğüdür. Fransızca maniaque sıfatına bağlamayı alışkanlık edindiğimiz bu sözcük Altaylarda manyaktu kam şeklinde karşımıza çıkıyor. Manyak sözcüğü kamların o ürkütücü ve delişmen giyimlerinden ötürü Türkiye Türkçesinde anlam kaymasına uğrayarak kullanılagelmektedir. Güney Sibirya dolaylarında kamları belirten bö / böö sözcüğü de Türkiye Türkçesinde öcü anlamıyla çocukları bööö diyerek korkutmaya dönüşmüştür. Kötü gün anlamındaki “kara gün” deyişi ise kaosun karanlığı inancının kalıntısıdır. Olumsuz kişilere atfen kullandığımız “kara yüzlü” ve “yüzsüz” ifadeleri de yine kaotik benzetmelerdir.

 

Metin Savaş

[i] “Rasyonalizasyon; ferdin veya toplumun tasvip etmediği, ahlâki kurallara, sosyal normlara, uzlaşımlara aykırı olan bir düşünceyi, bir duyguyu, bir tavrı fert veya toplumun benimsemiş olduğu normlara uygun gelecek başka bir düşünce, duygu, tavır ile gayrişuuri bir şekilde gizlemeyi ifade eden psikolojik bir mekanizmadır. Başka bir deyimle, ferdin, kendi hareketlerinin sosyal normlara aykırı düşen, akıldışı ve gayrişuuri güdülerini, rasyonel ve şuurlu birtakım sebeplerle örtbas etmesini, sosyal normlara uygun makul bir bahaneye bağlamış olmasını ifade etmektedir.” Bakınız: Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış, sayfa 68, Tur Yayınları, Ankara 1972

[ii] Fuzuli Bayat, Mitolojiye Giriş, sayfa 11, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007

[iii] Mircea Eliade, Mitler Rüyalar Ve Gizemler, sayfa 255, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2017