Psikoloji

Frazer ve Şifa

Frazer’a göre mitoloji, insanoğlunun içerisinde yaşadığı doğanın dünyasını açıklamak için ilkel arayış içindeki çabasıdır. Bu çaba ortaya kimi zaman kutsal öyküleri, kimi zamansa duyduğumuzda büyük bir gusto ile alkışladığımız beylik sözleri çıkarmıştır ortaya. Yağan yağmurun sesi, ebemkuşağının son halkasındaki rengin ışıltısı, dalgalanan denizin kıyıdan aşırdığı kum taneleri ve daha nicesi insanın belleğinde yoğrulmuş ve şifahi ürünlere gebe kalmışlardır.

Modern dünyanın maddi ve teorik olarak anlamını kesin bir dille sunduğu kimi olaylar için iptidai dönemlerde canhıraş feryatlar koparılmış, ölümlerden ölüm beğenilmiş ve nihayetinde sonsuzluğun soğuk yüzü tadılmıştır. Kahramanların dönüşü, abı hayat reçetelerinin yazılması ve gök ile yer arasındaki binlerce tılsımlı varlık artık yerle yeksan oldular. Sonsuz dönüşüm, ritmik tekrar ve mistik sözler ile bilinmezlik yerini düpedüz rakamlarla sabitlenmiş bir tarihe bıraktı. Mevsimler gökten değil sayılardan öğrenilir oldu. Ölümsüzlüğün yerini en kutlu kahramanların mezar taşlarında yazan ölüm tarihleri aldı. Bilinmezlik artık görünür yahut görüntüden ibaret bir mefhumda. Hayatı anlamlandırma çabası tüm bu değişime rağmen son bulmadı. Bu çaba da insanoğlunu her daim üretmeye sevk etti. Modern dünyanın kimi dayatmalarından bunalan insan için mitolojiye dönüş vakti geldi çattı. Bizleri en çok rahatsız eden şey ölecek olmak ve ölümün basamaklarında yorulmak. Bu ebedi yorgunluğun tüm sürüncemesini ise hastane koridorlarında çekiyoruz. Doktorumuzun teşhis ile tedavi reçetesi arasında gözünü açıp kapayıncaya kadar geçen sürede hasta olduğumuza bile ikna olamamışken çözüme tapar hale geliyoruz. Taptığımız putların haplarını günde 5 vakit, daha doğrusu 3 vakit içiyoruz tok karnına. Ayının açken oynamadığı gibi insan da tokken kanar bazı yalanlara. İşte kişisel ibadetimizi yerine getirdikten sonra sonsuz şifaya kavuşuyor ve huzur içerisinde giriyoruz kara toprağa. Şimdi geriye saralım filmi. Hastayız ve doğanın kalbinde yüksek ağaçların geniş yapraklarının altında bir yağmur sonrasını teneffüs etmekte olan bedenimizle başbaşayız. Nasıl ki en büyük günahın başında kıpkırmızı bir elma vardıysa ağaçtan koparılan, o en büyük ayıpları da örten birer incir dalı değil miydi yine bir ağaçtan alınan. Şimdiyse insanlık var olmanın ayıbını örtmek ister gibi sarılıyor ormanın derinliklerindeki ağaçlara. Filmin henüz başındayız ve şiddetli baş ağrısıyla yanıp vaveylalar atmaktayız. Bizi duyan acil servislerin hemşireleri yerine gece boyu ötüp de şimdi nöbetini güvercinlere bırakan baykuşlar var. Onlar da sözü duymaya ne hacet, karanlıklarını örtünmüşler gündüzün en parlak gölgeleriyle. Hasta yanımızı anlattığımızda önce kendimiz duymalıyız söylenenleri. Ayna ile konuşan kötü kalplinin elindeki kırmızı elmayı yememek için o aynı dev aynasına bakmak gerekiyor. Gördüğümüz aksimiz anlattığında tüm noksan yanlarımızı yanan bir ateşin, akan bir pınarın, esen rüzgarın ya da mayamızdaki toprağın sesine kulak veririz. Hem hastalığımızı, hem de ona şifa verenleri dinleriz ocaktan. Yardımcı’nın ifadeleriyle; her taş parçası bir deva kapısı, her kuru ot bir ilaç, her doğa olayı bir işaret olarak belleklerde yer ettiğinden ve Anadolu insanının hayatına onun kopmaz bir parçası gibi girdiğinden mütevellit ormanda yalnız kalan insan için şifa ayağına gelmiştir.

Özellikle bitkiler, mitolojik birer simge olarak kutlu görülmüştür. Çoğu bitkinin, ağacının birer iyesi vardır yahut tanrısı. Defne, Kayın, Söğüt, Kavak başta olmak üzere bizi çevreleyen ağaçların hepsi için ayrı birer mana türemiştir insanoğlunun belleğinde. Şifalı bitkileri alıp tutam tutam atarak heybesine yurduna götüren şifacının tedavi çayını içen hastanın dermanı çoktan bulunmuştur bile. Nane ve limon kabuğu ile hatmi çiçeğinin melodisi kulaklarımızda. Yokluğa sürüklenenlerin ise tek derdiyse şimdilerde hayatı var kılmak…

Yazar: Ömer ÜNAL