Psikoloji

Özyaşam Olarak Bireyin Özgürlüğü: Cemiyete Direnen Saklı Benlik

Bireysellik veya birey olmak durumu kâh yerilir kâh özendirilir. Bu bir çelişki gibi görünse de esas itibarıyla kozmik dengenin özüne uygundur. Çünkü evrenimizdeki her şey (somut ya da soyut her olgu) zıddıyla mevcuttur. Artı ile eksi veya dişil ile eril gibi. Söz konusu zıtlar bir bütünlüğün de teminatı sayılabilir. Bu nedenle “kozmik denge” diyebiliyoruz. Bireyselliğin kişiyi kendine, topluma, kültüre ve doğaya yabancılaştırdığı söylemi büsbütün inkâr edilemez. Bununla birlikte bireyselliğin olumlu yönü de yadsınamıyor. Biz bu yazımızda bireyselliği olumlu yönüyle irdelemeye, yani savunmaya kalkışacağız. Bir başka yazımızda ise bireyselliği tenkit etmemiz kuvvetle muhtemeldir. Görecelik prensibi uyarınca her iki tavır da doğrudur. Mutlak hüküm verilemez. Bireysellik hem olumludur hem olumsuzdur diyerek kestirip atabiliriz. Akılcı yaklaşım ise kestirip atmak yerine zor olanı seçerek enine boyuna tartışmaktır.

George Orwell’ın 1984 adlı meşhur romanındaki kavramlardan biri Özyaşam kavramıdır. Bu kavram bu romanın kurmaca dünyasında “bireysellik ve ayrıksılık” anlamına gelmektedir. 1984 evreninde birey olmak yasaktır ve kötüdür. Niçin yasaktır? Bireysellik niçin ayrıksılıktır? Niçin kötüleştirilmiştir? Orwell’ın kaleminden alalım yanıtımızı: “(Winston Smith) Çalışmadığı, yemek yemediği ve uyumadığı zamanlarda genel bir uğraşa katılmalıydı; yalnızlıktan hoşlandığınızı belirten en ufak bir şey yapmak, kendi başına bir yürüyüşe bile çıkmak tehlikeli olabilirdi.”[i] Tehlike nerededir diye sorduğumuzda kişinin kendi başına kalmasının onu düşünmeye yönelteceğinin kesinliğidir. Kalabalıklar içinde, gündelik yaşamın hırgürü arasında kişi düşünmeye pek fazla zaman bulamaz. Ayaküstü ve gelişigüzel düşünmek ile yalnızlığın hür ortamında düşünmek farklı durumlardır. Yalnızlık daha yoğun özgürlüktür. Şu halde yalnızlık tehlikelidir. Yalnızlık veya yalnızlaşma kişiyi hem bunaltır hem de ona dürüstçe sorgulama ortamı sağlar. Vicdan bu ortamda kendisini kıskıvrak yakalar. Şamata yüklü gündelik hayata geri dönüldüğünde ise yalnızlık ortamındaki yoğun düşünmelerin kırıntıları peşimizden gelir. Dolayısıyla o kırıntılar asıl tehlikedir. Yalnızlık halindeki yoğun düşünme kendi ortamında kaldığı için kırıntılar derecesinde tedirginliğe yol açamaz. Orada unutulur ya da orada bırakılır. Gelgelelim kırıntılar topluma sıçrar ve yayılır. İşte bu nedenle olsa gerektir ki 1984 evreninde yalnızlıktan hoşlandığınızı belirten en ufak bir şey yapmak bile suç kapsamındadır. Suçtur çünkü bireyin özgürlüğü toplumun özgürlüğünün üzerindedir.

Bireyselleşme bir bakımdan ötekileşmedir. Toplumların ötekileri dışarıdadır, ne var ki, kişinin ötekisi kişinin içindedir. Kişi toplumun içinde bulunduğuna göre, kişinin içindeki öteki de doğal olarak toplumun içindedir. Tehlikeli olan da budur zaten. Hiçbir otorite yönettiği toplumun içinde düşman istemez. 1984 dünyasının otoritesi de kendi hâkimiyet alanında iç düşman istemeyeceğine göre Özyaşam orada yasaktır. Otoriter mantık bunu gerektirir. Alberto Manguel, sanayileşmenin “saklı benlik” olgusunun fark edilmesine sebebiyet verdiğini belirtirken makineleşme ve mekanikleşme yoluyla Avrupa’da bir korkunun aşılandığını vurgular. Kendiliğinden aşılanmış bu korku saklı benliğin protest karakterinden kaynaklanmıştır: “Öteki ne bir yabancı, kimliğimizle arasına mesafe koyabileceğimiz bir başkası, ne de idealize edilmiş bir benlik portresinin cazip bir yansıması olarak görüldü; öteki, gizli ve nihai olarak bilinemez iç dünyaydı, kalbin karanlık yüzüydü.”[ii]

Görüldüğü üzere öteki gerçek bir yabancı değildir. İçimizdedir. Kendi kimliğimizle arasına mesafe koyamayacağımız kadar bize yakındır. Öteki ideal olan da değildir. Kendimizde mükemmellik bulunmadığı gibi kendi içimizdeki saklı benlikte de mükemmellik yoktur. İç dünyamızdaki ötekinin gizliliği ürkütücüdür. Karakterimizin karanlık yüzüdür. İçimizdeki şeytan olması itibarıyla tehlike vesilesidir. Bununla beraber, saklı benlik dediğimiz iç dünyamızdaki öteki aynı zamanda bizim günah keçimizdir. Çünkü şeytan aslında dışımızdadır ve toplumla birlikte kendimiz de şeytanızdır. Dış şeytanı perdelemenin en kestirme yoluysa iç şeytanı taşlamaktır. 1984 dünyasındaki Özyaşam kavramı dıştan içe yönelik taşlamanın göstergesidir. Hem psikolojik, hem toplumsal, hem de politik baskı aracıdır. Öyle ki Winston Smith şehrin kenar mahallesinde bir başına dolaşmaya çıktığında kendisini suçlu hissederek kınayıp yadırgar. Ama aynı zamanda kenar mahalle yürüyüşünden haz alır. Haz alır çünkü kenar mahalle kısmen mahalle baskısından uzaktır ve oradaki göreceli yalnızlığın yanı sıra yine oradaki bir nebze protest (ya da aykırı) yaşam tarzının cazibesine kapılmıştır. İç dünya daima protesttir. Şeytan da protesttir. İç dünyanın ya da şeytanın protest tavrındaki haklılık/haksızlık payı ayrı bir konudur. Burada önemli olansa aykırı davranmanın ayartıcılığı ve zevkidir. Baskı varsa, doğru veya yanlış direniş de vardır. Her baskının yanlış olduğunu da söyleyemeyiz. Örneğin, cinayet işlemek eğilimine baskı uygulamak yanlış değildir. Çünkü cinayet doğru bir eylem değildir. Dolayısıyla her türden baskı yanlıştır diyemeyiz. Cinayet işleme eğiliminin kökünü kazıma olanağı yok ise baskı kaçınılmazdır.

Zygmunt Bauman “farklılık” durumunu irdelerken iki örneğe yaslanıyor. Liberallerin sevdiği farklılık ile cemaatçilerin yeğlediği farklılığın zıt kutuplarda gezdiğini söylüyor ve liberal farklılığın bireyci, cemaatçi farklılığın ise kapalı olduğunu saptıyor. Ama bunlar zaten hepimizin bildiği farklılıklardır. Önemli olansa bütün bu farklılıkların farkına varmaktır diyerek ironik bir katkıda bulunalım: “Liberal farklılık, insan olmanın ve kişinin kendi hayatını yaşamasının değişik yolları arasındaki seçeneklerin bolluğunu simgeliyor. Cemaatçilerin hararetle savunduğu farklılık ise içselleştirilmiş bir farklılıktır. Buradaki ‘farklılık’, öteki yaşam biçimlerini seçenek olarak görmeyi reddeden ya da göremeyen bir duruma –kişinin olduğu gibi kalmaya, hayatını bu şekilde sürdürmeye ve kendisini bunun tersine yönelten bütün ayartmalara direnmeye kararlı ya da mecbur oluşuna– işaret ediyor. Kısaca söyleyecek olursak, liberal ‘farklılık’ bireysel özgürlüğü temsil ederken cemaatçi ‘farklılık’, grubun bireysel özgürlüğü sınırlama gücünü temsil ediyor.”[iii]

1984 evreninin dillere destan sloganı “Özgürlük Köleliktir” çok bariz bir şekilde otoriter sistemin “saklı benlik”le savaşımının sloganıdır. Çünkü bireyin özgürlüğünün sigortası saklı benliktir. Bireyin özgürlüğü demek bireyin varoluşu demektir. Hürriyet yoksa birey de yoktur. Biz burada ferdiyet ile bireyi aynı anlamda değerlendiriyoruz. Bir başka yazımızda ise bireyin daha mekanik fakat ferdin daha hür olduğu tezini savunmuştuk. Ama burada her iki kavramı aynılaştırdığımız için söz konusu tezimiz burada hükümsüz kalıyor. Bizdeki bu kavram kargaşası (çelişkisi) insanlık durumlarındaki sorunların tam olarak çözülememişliğinin bir yansımasıdır. Bireyi olumsuz anlamda algıladığımızda “Anonim Kişi” kavramına ulaşıyoruz.[iv] Anonim Kişi, Martin Heidegger terminolojisinde “Das Man” olarak karşımıza çıkıyor ki toplumun düşündüğünü düşünen, duyduğunu duyan ve yaptığını yapan eş seviyeye indirilmiş ben’i ifade ediyor. Buradaki mekanik ben Alberto Manguel’deki saklı ben’in karşıtıdır. Bireyi olumlu anlamda algıladığımızda ise öteki ben ile dayanışmadan korkmayan özgür kişiden söz ediyoruz demektir. Bütün baskılara ve kısıtlamalara gücü yettiğince direnen özgür kişi (dış dünyada tutsaklığa düşmüş bile olsa) iç dünyasındaki hürriyet tutkusunu dışarıya taşırma iradesine sahip olan cesur kişidir.

Metin Savaş

[i] George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, sayfa 72, Can Yayınları, İstanbul 2005

[ii] Alberto Manguel, Kelimeler Şehri, sayfa 38, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2016

[iii] Zygmunt Bauman, Postmodernizm Ve Hoşnutsuzlukları, sayfa 279, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2013

[iv] Metin Savaş, Ayarsız Dergisi içinde “Anonim Kişi” başlıklı yazı, sayı 33, Kasım 2018