Evren Fizik

Stephen Hawking’den Ne Öğrendik?

KİMDİ BU STEPHEN HAWKİNG?

Beni duyabiliyor musunuz?

Pek çoğunuzun duyduğu üzere ünlü fizikçi Stephen Hawking geçtiğimiz 14 Mart günü, içinde yaşadığı “ceviz kabuğundaki evren”inden ayrıldı. Ve yine pek çoğunuzun fark ettiği gibi Galile’nin ölümünün 300. Yıldönümünde doğan bu parlak beyin, Albert Einstein’ın doğduğu Pi gününde de ölmüş oldu.

“Kimdi ulan bu Stephen Hawking?” diye bir video yaparsın artık abi diye pek çok mesaj gönderdiniz bana. Sizi duymamak mümkün mü? Yaparım tabi. Ama başlığını böyle atmam. Çünkü kim olursa olsun bizde ölünün arkasından kötü konuşulmaz. Ulan bile denmez. Zaten böyle bir adam hakkında nasıl kötü konuşulabilir ki diye düşünüyorsunuz değil mi? Ah, ah… N’olur, öyle kalın 🙂

Tamam konuşalım da, hakkında onu tanıyan tanımayan, bilen bilmeyen herkes bir şeyler söyledi zaten. Söylenecek daha ne kaldı? diye düşünürken kendi kişisel hikayemdeki rolünü aktarmak aklıma geldi. Onunla ilk kez 90’lı yıllarda bir üniversite öğrencisiyken tanışmıştım. Biliyorsunuz özellikle yazarlarla tanışmak çok kolay. Kitabını alıp okuyorsunuz. Ben de öyle yaptım. “Zamanın Kısa Tarihi”ni okudum. Bu popüler bir bilim kitabı. Bilim insanı olmayan kişilerin de okuyup anlayabilmesi için yazılmış. Hatta içinde Einstein’ın E=mc² formülü dışında herhangi bir formül dahi yok. Bazı kısımları beni çok heyecanlandırmıştı bu kitabın ama itiraf etmeliyim ki bazı bölümlerini de anlayamamıştım. Şimdi bu videonun bazı kısımları da size öyle gelebilir, sıkın dişinizi.

“Büyük Patlama – Big Bang”den başlayıp kara deliklere uzanan zamanın “kısa” hikayesi. Big Bang denince akla ilk gelen kişilerden biri olduğu için son yıllarda önce adını sonra da kendisini komedi dizisi “Big Bang Theory”de de duymaya başlamıştık.

Stephen Hawking sadece dizilerde Sheldon’ın hatalarını bulmakla kalmadı, Einstein’ın eksik bıraktığı bazı şeyleri de tamamlamaya çalıştı. Özellikle kara deliklerle ilgili. Kara deliklerin aslında o kadar da kara olmadığını ileri sürdü. Onların parçacık yaydığını ve bu sayede kütle kaybettiğini söyledi. Bu teorik radyasyona artık Hawking ışıması deniyor.

İyi de bu neden önemli? Önemli çünkü “her şeyin teorisi”ni bulmaya çalışırken böyle bir sonuca ulaştı. Neredeyse tüm bilim insanlarının aradığı “her şeyi açıklayacak olan o tek teori.”

En büyük ve en küçük” adında bir video yayınlamıştım geçenlerde. Hatırlayacaksınız o video kendi boyutlarımızda ve ölçeğimizde başlıyordu. Newton yasalarının geçerli olduğu bir dünyada. Sonra ölçeğimizi gözlemlenebilir evrene kadar büyüttük. Einstein’ın ışık hızı hakkındaki tespitlerinin ve “izafiyet teorisi”nin geçerli olduğu bir dünyayı gördük. Sonra da tam tersi yönde küçüldük ve “kuantum teorisi”nin geçerli olduğu atom altı bir dünyaya gittik.

İşte Stephen Hawking böylesine farklı gibi görünen bu dünyaları açıklayacak bir teori geliştirmeye çalıştı. En küçüklerin dünyasındaki kuantum teorisiyle en büyüklerin dünyasındaki genel görelilik kuramını birleştirmeye çalıştı. Ve bunu yapmaya çalışırken neyi buldu? Kara deliklerin sadece içine bir şeyler çektikçe büyüyen bir dev gibi olmadığını aynı zamanda bu radyasyonla yani kendi adını verdiği Hawking ışımasıyla kütle kaybettiğini. Hımmm. Einstein’ın “izafiyet teorisine” göre kara delikler küçülemezler, yani olay ufuklarının alanı azalamaz. Bu bilim dünyasını şaşırtan yeni bir teori ve işte bu yüzden Stephen Hawking sadece dizilerde boy gösteren bir imajdan ibaret değil.

Ama biz yine de dizilerden gidelim çünkü bunlardan bir tanesinde, Star Trek’in bir bölümünde ince ince işleniyor bu konular. Biliyorsunuz gelecekte geçen bu dizide Data diye bir karakter var, aklı temsil ediyor. Böyle bir karakterin en büyük fantezisi ne olabilir? Ünlü bilim insanlarıyla takılmak değil mi? İşte o da Stephen Hawking ve Albert Einstein’la poker oynuyor. Bu oyun esnasında Einstein, Hawking’in blöf yaptığını düşünüyor, muhtemelen güçlü bir “poker face”i olduğu için de sonuçta oyunu kazanan Hawking oluyor. Peki masadaki dördüncü kişiyi tahmin edebildiniz mi? Isaac Newton. Oyunun ilk kaybedeni. Göndermeleri anladınız mı? Gerçekten de yaklaşık üç asır önce bilim dünyasının en güçlü çalışmalarını yapmıştı. O zamanın en popüler bilim insanıydı. Ta ki Einstein’a kadar. Einstein geldi ve evreni daha iyi açıklamaya çalışan bir kuram geliştirdi: izafiyet teorisini. Bu kez de o en popüler isim haline geldi. Stephen Hawking fizik dünyasına yaptığı katkılarla bu iki isimden daha büyük bir noktaya ulaştı mı tartışılır ama hem pokerde hem de popülerlikte kazandığı kesin. Asıl kazanansa insanlık oluyor elbette. Newton’un da dediği gibi daha ileriyi görebilmek için bu devlerin omuzlarında yükseliyoruz.

Yükseliyoruz yükselmesine de bütün bu ilham verici kişiliklerden fizik dışında ne öğrenebiliriz?  Sonuçta hepimiz fizikçi olmayacağız bu hayatta. Sizi bilmem ama benim Stephen Hawking’den öğrendiğim en önemli şey ondaki bu düşünme, öğrenme ve öğrendiklerini paylaşma azmi oldu. Kendinizi onun yerine bir koyun. 21 yaşındayken bir hastalığınız olduğunu öğreniyorsunuz. Öyle bir hastalık ki konuşmanızı, yürümenizi, yutkunmanızı ve hatta nefes almanızı bile etkiliyor. Buna yakalananlara ortalama 2 yıl yaşayabilir diyorlar. Çünkü kas kontrolü diye bir şey kalmıyor. Kendisine bu haberi veren doktora ne diyor biliyor musunuz? Peki ya beynim? Onu kontrol edebilir miyim?

Hayatını bir tekerlekli sandalye üzerinde geçiriyor. Neredeyse bilim-kurgu hikayelerinde gördüğümüz kavanozdaki bir beyin gibi yaşıyor hayatı. Konuşma yetisini kaybedince bir bilgisayar yardımıyla iletişim kurmaya başlıyor. Hareket edememesine rağmen son anlarına kadar düşünmeye, çalışmaya, üretmeye devam ediyor. Adeta hayatının sonuna doğru sağırlaşmaya başlayan Beethoven’ın kompozisyonlarına devam etmesi gibi o da bilimsel çalışmalarını aksatmıyor.

Öldükten sonra sosyal medyada hakkında yazılanlara baktım da bu konsept bazılarına pek inandırıcı gelmemiş. İşte “aslında o bunların hiçbirini söylemiyor, yazıp çizmiyor, arkasında bir ekip var bu adamın” filan diyenler… Şu hayatta fiziksel bir engeli olmamasına rağmen dişe, tırnağa dokunan bir şey üretemeyen insanlar, engeli olan ama sınırı olmayan bu tür kişilerin üretken olabileceğine nedense pek inanmak istemezler. İlla arkasında bir bityeniği ararlar. Ben size söyleyeyim. O bityeniğini sizin bakış açınızda, hayat algınızda. Tabiki bir ekip olacak böyle bir kişinin arkasında. Hatta ekip de değil, koskoca bir topluluk vardı Hawking’e yardım eden. Biz buna üniversite diyoruz. Latince’den gelen bir kelime. Öğrenci ve öğretmenlerden oluşan bir topluluk anlamına geliyor. Yani işi gücü eğitim olan insanlardan oluşan bir topluluk.

Stephen Hawking, öğrenme serüvenine Oxford Üniversitesi’nde başladı. “İngilizce konuşan dünya”nın en eski üniversitesidir bu. Kurulduğu tarih tam olarak bilinemiyor ama 1096’dan beri orada sürekli olarak eğitim yapıldığı kesin. Neredeyse 1000 yıldır. Hawking daha sonra Cambridge Üniversitesi’ne geçiyor ve hayatının sonuna kadar orada çalışmalarına devam ediyor. Bu üniversite de 1209 yılından beri faaliyet gösteren bir eğitim kurumu. Hatta öyle ki Isaac Newton da bu okulda profesörmüş. Stephen Hawking, daha önce Newton’un sahip olduğu bir pozisyona gelmiş, bir Lucasian profesörü olmuş. Dünyanın en prestijli akademik ünvanlarından biri bu. İşte yüzyıllardır ısrarla, nesilden nesle devam eden bir öğrenme ve öğretme eylemi, akademik bir geleneğin oluşmasına yol açıyor.

Şu anda artık sadece Oxford ve Cambridge değil İngiltere’deki daha pek çok üniversite, bu akademik geleneği uyguluyor. Bu üniversitelerde sadece ders yapmıyorsunuz. Seminerlere, tartışmalara katılıyorsunuz. Konuşuyorsunuz ve dinliyorsunuz. Tez üretiyorsunuz. Beğenmezseniz antitez geliştiriyorsunuz. Uygulama projeleri üretip, eğitmenlerle aktif bir ilişki içinde yer alıyorsunuz. Bu sayede eleştirel düşünme beceriniz, yaratıcılığınız ve özgüveniniz gelişiyor. Tıpkı nadir yetişen bitkilerin özel ortamlara ihtiyacı olmasına benzer bir şekilde Hawking gibi bilim insanları da ancak böyle ortamlarda yetişebiliyor. Daha 21 yaşında kendisine 2 yıl ömür biçilmesine rağmen kuruyup gitmemesini başka nasıl açıklayabiliriz ki? Emekli olan insanlara bir bakın. Eğer anlamlı bir uğraş bulmazlarsa solup gidiverirler. Oysa nefes almakta bile güçlük çeken bir zihni oksijen dolu böyle bir ortama koyunca yeşerip büyümeye başlıyor. Kısacık zamanı kalmış olmasına rağmen zamanın kısa tarihini yazabilecek zamanı bulabiliyor… Hawking’in neredeyse yarım asır daha yaşayabilmesinin sırrı belki de etrafını çevreleyen öğrenmeye ve öğretmeye açık, oksijen dolu bu zihinlerdir kim bilir?

Onun akıllara kazınan şu imajı için bazı teorilerini birlikte geliştirdiği ünlü matematikçi Roger Penrose “aklın maddeye üstünlüğü”nü sembolize ettiğini yazdı.

“Pek çok insan beni bilimsel çalışmalarımla değil de Simpsonlar çizgi filminden tanıyor” demişti bir keresinde Profesör Hawking. Ama bunu şikayet etmek için söylemiyordu. Hatta böyle bir popüler kültür ikonu olma noktasında neredeyse hevesli biri olduğunu bile söyleyebiliriz. İlerleyen yaşına ve fiziksel durumuna aldırmadan dünyayı dolaşıp konuşmalar yaptı, dizilerde rol aldı. Ama bir “ekib”in yönettiği kukla gibi değil. Tam tersine bazen dizilerde kendisi için yazılan senaryoya bile müdehale edip bir kısmını kendisinin yazdığı söylenir. Az önce gösterdiğim Star Trek’te oynamayı kendisi teklif etmiş. Teknoloji gelişmesine ve daha iyi ses sentezleyicileri çıkmasına rağmen eski ve Amerikan aksanlı sesini kullanmaya devam etti. Telif hakları kendisine ait olan bir ses haline getirdi. Bir keresinde en çok uzaya gitmek istediğini belirtmişti. Bunun üzerine yeryüzünde yerçekimsiz ortamı simüle edebilen Zero-G uçağına davet edildi. Ve o da tabiki kabul etti. Bir çoğumuzun cesaret edemeyeceği böyle bir deneyimi yaşarken ne kadar mutlu olduğunu hayal edebiliyor musunuz? Ne de olsa bize ayaklarımızın altına değil de yukarıya, yıldızlara bakmayı öğütleyen biriydi. “Benim amacım çok basit. Evreni bütünüyle anlamak. Neden var olduğunu…”

Amacına ulaşamadı ve “Her şeyin formülü”nü de bulamadı. Ama içinde bulunduğu kısıtlayıcı duruma rağmen hayatının sonuna kadar bu basit amaçtan vazgeçmedi. Kendisinin de dediği gibi “hayat ne kadar zor görünürse görünsün, yapabileceğin ve başarabileceğin bir şey mutlaka vardır. Sadece vazgeçmemene bağlı.”

İşte fizik ötesinde bana böyle şeyler öğretti Hawking. Çünkü o konuşamamasına rağmen çok şey söyleyebiliyordu. Sesi olmamasına rağmen sesini duyurabiliyordu. Kaslarının çoğunu hareket ettiremese de gülmeyi ve güldürmeyi becerebiliyordu. İnanmayanlar hemen her konuşmasında olduğu gibi ölmeden önce yaptığı son konuşmasında da yaptığı şu ince espriye kulak verebilir 🙂 Can you hear me? (Beni duyabiliyor musunuz?)