DÜŞÜNCE

Akvaryumun İçindeki İnsanlar ve Akvaryumun Dışındaki Tanrılar

Bu yazımızın esas konusu Tanrı var mıdır yok mudur tartışmasının dışındadır. Bu yazımızın konusu tanrılardır. Tanrıların sayısı çoktur çünkü biz insanlar tek yönlü değil çok yönlüyüzdür. Çok yönlü olmamızın nedeni ise içerisinde bulunduğumuz doğanın karmaşıklığıdır. Cam akvaryumda yalnızca üç balık yaşadığını varsayalım. Bu üç balığın doğurgan olmadıklarını düşünelim. Ve dahası bu üç balığın kendi türlerine özgü bilince sahip bulunduklarını farz edelim. İşte bu üç balık için evren cam akvaryumun içidir. Cam akvaryumun içi o balıkların doğasıdır. Balıkların cam akvaryumun dışında görebildikleri ise o balıkların doğaüstüdür. Balıklar muhakeme yürütebilselerdi akvaryum dışından kendileriyle ilgilenen, onlara yem atan ve akvaryum suyunu tazeleyen balık tutkunu çocuğu herhalde tanrıları sayacaklardı. Bizim bu benzetmemiz kabaca olsa da bir fikir verecektir. Akvaryum içindeki üç balığın karakterinin farklı olduğunu varsayalım şimdi de. İşte bu durumda her balık akvaryum dışındaki tanrı çocuğu farklı algılayacaktır. Böylece de üç boyutlu tanrı çocuk söz konusu olabilecektir. Çocuk tektir ama üç farklı karakterdeki balıktan ötürü çocuk tanrı algısı tek değildir. Her balığın karakteri ya çocuk tanrının üç ayrı sıfatı olacaktır veyahut da değişik işlevler yüklenmiş üç tanrı belirecektir. Buradan yola çıktığımızda çok tanrıcılığa adım atmış oluyoruz. Akvaryumun içi balıklar âlemidir. Akvaryumun dışıysa tanrılar âlemidir.

Üç balığın doğurgan olduklarını varsayalım şimdi de. Balıklar çoğaldıkça tanrılar da (tanrı çocuğu algılayış biçimleri de) çoğalacak mıdır? Hayır; üç balığın ilk algıları üç ayrı inancı kurumsallaştıracaktır. Üç farklı tapınak okulu ortaya çıkacaktır. Ve bu farklı okullar birbiriyle çatışacaktır.

Bununla birlikte doğaüstü ile doğa arasında kesin bir sınır çizilemiyor. Çünkü doğaüstü âlemdeki çocuk tanrıya atfedilen nitelikler akvaryumun içinden doğuyor. Akvaryum içindeki balıkların algılayışları akvaryum dışındaki çocuk tanrıya yansıtılıyor. Çocuk tanrı gerçekten de akvaryum içindeki balıkların algıladıkları gibi midir? Ve fakat akvaryum içindeki dünyada geçerli olan şey akvaryum dışındaki çocuğun gerçekte nasıl olduğu değildir. Akvaryum içindeki dünyada geçerli olan şey akvaryum dışındaki tanrı çocuğun akvaryum içinden nasıl göründüğüdür. İşte biz insanlardaki tanrı tasavvuru kabaca bu durumdadır.

Sigmund Freud şunu söylüyor: “Bir tabuyu ihlal eden biri tabu hâline gelir çünkü diğerlerini kendi örneğini izlemeye ayartma şeklindeki tehlikeli niteliğe sahiptir.”[1]

Burada tabu yerine tanrıyı koyduğumuzda tanrılar arasındaki mücadeleler aklımıza düşecektir. Ki bütün bunlar esas itibarıyla insanlık durumlarıdır. Yunan tanrılarında kıskançlık, entrika, ihtiras, sapkınlık, şehvet ve öfke gibi her türden beşerî atılımları buluyoruz. İnsanlığın duyguları ve düşünceleri birer tanrı olarak karşımıza dikiliyor. Açıkça söylersek tanrıların nitelikleri biz insanlardaki niteliklerdir. Wille Thompson kurban hakkında şöyle der: “Kurban etmenin ardındaki mantık son derece basitti. Eğer tanrısal varlıktan mevsimsel yağmurların yağması, ekinlerin büyümesi, salgınların olmaması, savaşta zafer kazanılması, kişisel olarak şansın yaver gitmesi ve benzeri inayetler bekleniyorsa, karşılığında elbet bir şey verilmesi gerekiyordu.”[2]

Tanrıların insanlara yönelik yaptıkları iyiliklere karşılık beklemeleri tamamen insanlık durumudur. İnsanoğlu daima kendi çıkarını gözettiği için açıktan açığa ya da gizliden gizliye de olsa karşılık bekler. Tanrılara bir şeyler verilmesi gerekiyorsa o tanrıların da beklentileri var demektir. Burada hemen şu soruyu kendimize yöneltelim: “Tanrı biz kullarından niçin kurban beklesin ki?” Hâliyle yönelttiğimiz bu soru kesin inançlı pek çok kimseyi kızdıracaktır. Bir diğer soru: “Allah’ın rızasını kazanmak için mi iyilik yapmalıyız yoksa iyilik yapmak bir erdem olduğu için mi iyilik yapmalıyız?” Herkesin bildiği sözü burada tekrar edelim: Cennete girmek uğrunda yapılan iyilikler çıkar amaçlıdır. Cennet vaadi olmasaydı iyilik yapmaktan kaçınacak mıydık?

Dönüp dolaşıp antropomorfizm (insanbiçimcilik) eğilimine tosluyoruz. Tanrılarımız bizim gibidirler. Çünkü doğaüstü varlıkları bile kendi akvaryumumuzdan (kendi doğamızdan) tahayyül edebiliyoruz. Uyduruyoruz ve uydurduklarımıza kutsal bilgi süsü vererek dokunulmazlık yüklüyoruz. Uydurduklarımızı sorgulayanları kesip biçmekten söz ediyoruz. Kan akıtmaktan çekinmiyoruz. Kan akıtmaksa bizim gibi düşünmeyenleri cezalandırmaktır. Willie Thompson’a yeniden bakalım: “Yasa veya geleneklere karşı gelmenin, tanrıların öfkesini kabartacağına ve cemaatin varlığını tehlikeye sokacağına inanılıyordu. Dolayısıyla bu hiddetli tanrısal varlıkları yatıştırmak, yöneticinin ve rahiplerin göreviydi.”[3]

Şimdi de akvaryumdaki üç balığın akvaryum dışındaki tanrı çocuğu algılayış biçimlerini mezheplere yoralım. Tanrısal kabul ettiğimiz her şeyi farklı farklı yorumladığımızda tanrıların çoğalması gibi dinler ve dinlerin içinde mezhepler de çoğalacaktır. İlkel insanlar başlangıçta tek bir tanrısal varlık düşleyip bu tek tanrısal varlığı algılayış ve yorum farklılıkları üzerinden çoğaltmışlar mıdır yoksa başlangıçta eş zamanlı olarak birden fazla tanrısal varlık düşleyip de sonradan bunları bütünleştirip tek tanrı düşüncesine mi ulaşmışlardır? Şemseddin Günaltay diyor ki: “İnsanda bütün mevcudatın kendisine benzediğini kabul etmeye yönelik bir meyil vardır. Çünkü insan her şeyi kendisiyle kıyaslar.”[4] İnsan her şeyi kendisiyle kıyaslıyorsa şu hâlde başlangıçta tek tanrı düşlenmiş olsa bile o tek tanrı insanlarca çoğaltılacaktı. Akvaryumun dışında tek çocuk mu vardır çok çocuk mu vardır bunun artık önemi kalmıyor. İnsanlık bütün mevcudatı kendisine benzetmekle çoğaltmaktan uzak duramaz. Tek-tanrılı dinlerin dogmaları birden fazla tanrıya izin vermeyeceğine göre bu durumda insanlık mezhepler üretme yoluna girerek tanrıyı çoğaltma alışkanlığını dolaylı biçimde sürdürecektir. Malumdur ki muayyen bir dinin içindeki mezhepler bile kendilerini tek gerçek mezhep olarak dayatırlar ve diğer mezhepleri ya büsbütün dışlarlar ya da kusurlu mezhepler olarak itibarsızlaştırırlar.

Günaltay’a bir kez daha bakacağız: “Andew Lang şöyle diyor: İlk insan toplulukları ortaya çıktıkları günden itibaren, ilgili bulundukları komşu toplulukları (grupları) birbirlerinden ayırt etmek ihtiyacını duyup, onlara çeşitli isimler vermeye mecbur olmuşlardır.”[5] İnsanoğlu bütün doğayla ilgilidir. Çünkü doğanın bütününün içinde yaşıyor. İnsanoğlu doğadaki varlıkları ve birtakım ürkütücü güçleri ayırt etmeye koyulduğunda ister istemez bolca tanrı varsaymıştır. Coğrafi farklar da elbette işin içindedir. Şöyle ki: Eskimoların birkaç bin yıl kutup bölgesinde diğer insanlardan kopuk yaşadıklarını düşünelim. Bu durumda Eskimolar kar ve buzla kaplı bir doğanın dışında başka türlü doğalar bulunabileceğini hayal edemezler. Kutup bölgesine geldikleri yerin doğasını ise çoktan unutmuş olacaklardır. Belki ancak başka türlü doğaların hâtıralarını bir ütopya gibi kendi efsanelerinde kırık dökük barındıracaklardır. Soğuk İskandinavya’da gerekli olan tanrı ateş tanrısı Odin olacaktır. Fakat sıcak bir ülkenin doğasını dosdoğru düşleyebilmeleri çok zordur. Bozkırdaki Türkler tropikal ülkeleri görmedikçe hayal edemezlerdi. Çöl Arapları ise hiç görmedikleri müddetçe İskandinavya’nın iklimini tastamam tahayyül edemezlerdi. İşte bütün bu algı farkları ve düşleyişteki sınırlar nedeniyle insanoğlunun kurguladıkları tanrıların nitelikleri değişik olacaktır.

Metin Savaş

[1] Sigmund Freud, Dinin Kökenleri, sayfa 83, Payel Yayınları, İstanbul 2002

[2] Willie Thompson, İnsanlık Tarihinin Dönüştürücü Güçleri, sayfa 197, Runik Kitap, İstanbul 2021

[3] Willie Thompson, İnsanlık Tarihinin Dönüştürücü Güçleri, sayfa 199

[4] Şemseddin Günaltay, Dinler Tarihi (Yeryüzündeki İlkel Dinler), sayfa 103, Kesit Yayınları, İstanbul 2006

[5] Şemseddin Günaltay, Dinler Tarihi (Yeryüzündeki İlkel Dinler), sayfa 199