DÜŞÜNCE Sosyoloji

Medeniyet ve Kapalı Kültür

Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik adlı eserinde, bir medeniyetin hayatiyetini sürdürebilmesinin yolunun çeşitli kültürlerin katkılarıyla mümkün olabildiğini belirtir ve medeniyetlerin kültür farklılaşmalarından beslenerek gelişebildiğini vurgular. Ne var ki kendi içerisinde evrimleşemeyerek tıkanıp kalmış bir kültürün ortak medeniyete herhangi bir katkısı mümkün olamayacaktır. Erol Güngör’ün bu konudaki örneklemesi şöyledir: “Kapalı ekonomiler bizim bütün ihtiyaçlarımızı karşılayamadığı gibi, kapalı kültürler de daima kısır ve cılız kalıyorlar.” Mümtaz Turhan ise Kültür Değişmeleri adlı çalışmasında birbirinden farklı kültürleri temsil eden grupların karşılaşmalarının kültür değişmelerine yol açtığını hatırlatmaktadır. Ve elbette Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları isimli pek meşhur kitabında hars dediği kültürün millî ama medeniyetin evrensel olduğunu yazmaktadır.

Üç şöhretli sosyologumuzun bu söylemlerine dayanarak diyebiliriz ki, kapalı kültürler hem insanlığın ortak medeniyeti için hem de milliyet için faydasızdır ve hatta zararlıdır. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu gerçeğini bir vecize şeklinde dilimize doladığımız halde birtakım kaygılarla veya önyargılarla değişime direnmek apaçık bir çelişki olmanın ötesine geçemiyor. Yaklaşık bin yıllık Türkiye tarihindeki Selçuklu-Beylikler-Osmanlı-Tanzimat-Meşrutiyet ve Cumhuriyet aşamalarının doğal bir süreç olduğunu görmezden gelerek Osmanlı asırlarına neredeyse kutsallık atfetmek hiç kuşkusuz ki kültür değişmeleri olgusuna bağnazca direnmek demektir.

Bin yıllık Türkiye tarihinin (bugün için) son halkası olan Cumhuriyet’i yermek uğrunda Osmanlı zamanlarında sanki bir cennet yaşanıyormuşçasına algı oluşturulması kültür farklılaşmalarını değersizleştirmek sonucunu vermektedir. Ve bu bağnazca yaklaşım Türk kültürünü kısır ve cılız bırakmaktadır. Erol Güngör de dâhil olmak üzere yetmişli yıllardaki milliyetçi aydınlar alfabe inkılâbının Türkçeyi bin kelimelik verimsiz bir dile indirgediği görüşündedirler. Oysaki bugünkü TDK Türkçe Sözlük’te 110 bin sözcük bulunmaktadır. Sanal ortamdaki TDK sözlüğünde ise madde başı sayısı 300 bine dayanmıştır. Ömer Seyfettinlerin açtığı yolda ilerleyen Türkçemiz kâh tökezleyerek kâh hamleler yaparak son derece yetkin bir çağdaş dil haline gelebilmiştir. Yeni Türk alfabesiyle ve birtakım yanlış uygulamalara rağmen Türk milletinin yaşayan Türkçesiyle milyonlarca eser yazılmıştır ve yazılmaktadır. Geriye dönüşü olmayan bir yola girmiş durumdayız.

Gerçeklik böyle iken Cumhuriyet’ten Osmanlı’ya geri dönüş hevesleri Türk kültürünün daha da kısırlaşmasına sebebiyet verecektir. Osmanlı’nın o dünya devleti olduğu parlak zamanlar (gerçekten de muazzam parlaklıkta olduğunu varsaysak bile) bizim çağımıza uygun değildir. Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet aşamaları tabii ki eleştirilmelidir fakat Selçuklu çağına dönmek nasıl imkânsız ise Osmanlı çağına dönüş yapmak da aynı derecede mümkün değildir. Alfabe devrimiyle Türk halkının bir gecede cahil bırakıldığını iddia edenler Yeni Osmanlılık söylemiyle eski alfabeyi geri getirmeye yeltenirlerse Türk halkının nasıl bir cehalet bataklığına saplanacağını da dile getirmek zorundadırlar.

Hilmi Ziya Ülken Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi başlıklı kapsamlı eserinde İslam ve Budist dünyalarının Skolastik’te saplanıp donuklaşarak kendi içine katlandıklarını, Batı dünyasının ise eşsiz bazı şartların yardımıyla payen kültürden yeni aşılarak alarak Skolastik donmuşluğu kırma gücünü sergilediğini ve böylece görünüşte kendisinin yeniden doğduğu (Rönesans-Renicita) iddiasına karşın, gerçekte bu yeni aşılarla eskiyi canlandırmak ve onu tamamlamak şeklinde bir gelişme yoluna girdiği saptamasında bulunuyor.

Meşrutiyetçilerin yapmak istedikleri ve Cumhuriyetçilerin yaptıkları şey de budur aslında. Şayet ki Skolastik dönemin öncesine öykünmek gericilik ise Cumhuriyet öncesindeki Osmanlı Skolastiğine heveslenmenin de gericilik olacağını kabul etmek gerekiyor. Gelgelelim, Katolik Kilisesi’ne tepki olarak payen kültürü yeni aşılarla canlandırıp tamamlayan Batı dünyası işbu radikal hamlesiyle Şark dünyasını niçin ezip geçmiştir? Batı dünyasının dışındaki bütün dünyanın ezilmişliğini sadece kapitalist vahşetle açıklayarak kolaycılığa kaçmamızın yararı yoktur. Avrupa şehirlerinin kaldırımlarının altında Afrikalı kanı vardır elbette fakat Osmanlı paşalarının Alevi ve Sünni Türklere yönelik katliamlarına ne diyeceğiz? Osmanlı devletini devşirmeler ele geçirdiği için böyle olmuştur diyerek kıvırmak yetmiyor. Kuyucu Murat Paşaların zulümlerini inkâr edemiyorsak Osmanlı asırlarının mukaddes olmadığı gerçeğini de kabul etmek zorundayızdır.

Daha açık ifade edelim ve gelişigüzel rakamlarla durum tespitinde bulunalım: Diyelim ki Fransa 500 yılda 500 düşünür yetiştirmiştir. Peki ama 600 yıl boyunca üç kıtaya hükmetmesiyle gurur duyduğumuz Osmanlı söz konusu 600 yılda kaç düşünür yetiştirmiştir? Mimar Sinan’ın muhteşem eserleriyle Osmanlıyı savunmak hiç de ikna edici olamamaktadır. Kınalızade Ali Efendiler ise kendilerinden önce yazılmış olanları şerhlerle tekrarlamanın ötesinde yeni bir fikir üretmemişlerdir. Kâtip Çelebi gibiler ise yetersiz istisnalardır. İslam ile Müslümanlık arasındaki farkı görmeksizin Şark medeniyetindeki Skolastik durgunluğu eleştirenleri din düşmanı ilan etmenin de yaraya merhem olamayacağı meydandadır. İslam teoridir ve Müslümanlık ise pratiktir. İslam vahiydir ama onun uygulaması olan Müslümanlık kesinlikle vahiy değildir. Vahye dayanmış uygulamaların yanılgısızlığını iddia edemeyiz. Teorik İslam’ın kuvveden fiile çekilmiş Müslümanlığında birtakım sakatlıklar vuku bulmuş olmalıdır ki Vahşi Batı koskoca dünyanın geri kalanıyla birlikte Müslüman coğrafyayı da silindir gibi ezip geçebilmiştir. Tanrı’nın takdiri böyleymiş diyeceksek şu halde “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız” hadis-i şerifini inkâr ediyoruz demektir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü Batı taklitçisi olarak suçlamak kolaydır ama Mustafa Kemal Atatürk acaba niçin Çin’e değil de Avrupa’ya yönelmiştir diye sorduğumuzda Cumhuriyet’in kurucusunun yukarıdaki hadis-i şerife itaat etmiş olduğu gerçeğiyle yüzleşmiş oluyoruz. Hoşumuza gitse de gitmese de bilim, teknik ve medeniyet 1923 yılı döneminde Batı’da idi. Bilimin ve medeniyetin bulunduğu yöne yüzünü çevirmiş Mustafa Kemal Atatürk suçlu ise  “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız” hadis-i şerifini ihdas etmiş olan Muhammed Mustafa da suçlu duruma düşmeyecek midir?

Daha açık ifade etmeyi sürdürelim ve Yeni Osmanlıcılara soralım: An itibarıyla gündelik hayatımızda kullandığımız (Müslüman olmamıza rağmen kullandığımız) tren, otomobil, uçak, buzdolabı, televizyon, bilgisayar, çamaşır ve dikiş makinesi, matkap, kamyon, cep telefonu ve diğer bütün araçların hangisini Müslümanlar veya Budistler icat etmiştir? Geçmiş zamanların İbn Sinalarıyla ya da İbn Haldunlarıyla övünerek mi Batı karşısındaki yenilgimizi telafi edeceğiz? Türkiye Selçukluları devrinin El Cezeri’si ilkel de olsa mekanik robot yapmayı başarmıştır fakat onun bu teknik hamlesini üç kıtaya hükmeden Osmanlı niye devam ve tekâmül ettirememiştir? Dünyanın süper devleti Osmanlıyı ortak medeniyetin ve bilimsel ilerlemenin gerisinde bırakabilecek komplocu bir kudret vardı da Müslümanlar bu yüzden mi İbn Haldun’dan sonra büyük bir isim yetiştirememiştir? İslam coğrafyasının gerileyip çökmesine Tanrı mı zemin hazırlamıştır? İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in toplarını inkâr etmiyoruz ama buharlı gemileri Müslümanların icat etmediklerini de biliyoruz.

Günümüz Türkiye’sinde din veya dinsel yaşam deyince “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız” hadis-i şerifini hatırlamak yerine küçük kızlarla evlenmenin şeriatta yeri bulunduğunu hatırlamak, peygamber sünnetidir diyerek Arap kültürüne özgü giyim tarzını kutsallaştırırken Hazreti Muhammed’in Çin’de yaşamadığı için o şekilde giyindiğini anlamamak medeniyet midir yoksa ahmaklık mıdır? Son peygamber Mekke’de değil de kuzey kutbunda doğsa idi Araplar acaba Eskimo kıyafetine sünnettir diyecekler miydi? Fatih Sultan Mehmet çağ açıp çağ kapamıştır diyoruz da İstanbul’un fethedildiği yüzyılda Avrupa’da matbaanın icat edildiğini ve bu matbaalarda milyonlarca kitap basıldığını hatırlattığımızda kimin çağ kapayıp kimin çağ açtığını neden idrak edemiyoruz?

Metin Savaş