1908 Yılında kurulan “Türk Derneği” halk dilinde bulunan sözlerin derlenmesi gibi Türkoloji konuları ile ilgilenmeyi amaç edinmişti. Dernek, kendi adıyla çıkarttığı “Türk Derneği” dergisinde, “Ispartalı Hakkı” imzasıyla Türkçe’nin yalınlaşması konusunda önemli bir makale yayınlamıştır. Meşrutiyet döneminde Türkçe’nin içinde bulunduğu boğucu durum ve bu durum karşısında çıkar yol arayan dilcilerin düşüncelerini yansıtması açısından söz konusu makalenin bir bölümüne aşağıda yer veriyoruz.
“Tasfıye-i lisan. Lisanın tasfiyesi… Tasfiye ne demek? Teşrifata boğulmayalım, gösterişçilik, satışçılık yapmayalım… En az anlayanımız da anlıyoruz ki ortada bir şey var: Lisanımız tasfiye olunacak, ayıklanacak, durultulacak… Ya Türkçe karışmış mı? Bulanmış mı? Bizim gibi kaba Türk kalanlara ve kaba Türkçe söyleyenlere göre pek değil… Fakat Türklükten silkinerek yazı yazanlar arasındaki Türkçe hemen hemen Türkçelikten çıkmış. “Numude-i cevher-i taliban-ı çarsu-yı maarif eden güher-füruş-ı kempaye…” gibi sözden ziyade hışırtıya benzeyen yığın yığın şeyler Türkçe değildir. Türkçeden başka bir şey de değildir. Ama bunlar üç yüz senelik yazılar! İyi ama biz dünkü bugünkü yazıları da görüyoruz. Âlemin gözünü boyamak, kendilerini âlemin üstünde göstermek için Türklüğü ve Türkçeyi hor görerek yazı yazanları…
Meslek hâlâ o mesleğe ağmakta. O meslek nedir? En bayağı bir şeyi kibar ve anlaşılmaz kelimelere bürüyüp süslemek mesleği… Yüz bulsalar mesela pazardan pırasa aldıklarını “Çend kıyye pürhassa iştirası içün pazar-ı niam medara azimet ettim” suretinde anlatarak atıp satıyorlar. İnkara mahal var mı? Dilimiz karışmış, arapsaçı olmuş. Bulanmış dibi görünmüyor. Kabacası ekini (Türkçe’yi) bayağı otlar boğmuş. Bu otlar velev ki gül (Arapça) olsun sümbül (Farsça) olsun, ekin için yabani ottur. Aklı olan çiftçi tarlasında böyle şeylere yer vermez.
Bir mefhumu anlatacağımız vakit ne yaparız? Lisanda ona mahsus hazır bir söz var ise onu kullanırız. Yok ise buna bir çare bulmaya çalışırız. Mesela deniz bir şeydir, bir mefhumdur. “Deniz” de bunu anlatmak için hazırlanmış bir sözdür. İhtiyaç olunca bu sözü kullanırız. İşimiz biter. Ama anlatacağımız şey için hazır söz yok ise… Hani ya dedelerimiz olan ilk Türkler, Müslümanlığı kabul ile yeni medeniyet ve ilim âlemine girdiklerinde böyle olmamış mı? Mesela “abdest”, “namaz”, “zekât”, “hac” “tevhid”, “iman” denilen şeyler eskiden yok idi. Bundan dolayı bunların ismi ve lügati de yok idi. Pek haklı bir iş olarak bunları almışlar. Bu kadarla kalmış mı? Kalamazdı ki. Böylece Türkçede bulunmayan şeyleri gördükçe, öğrendikçe bunların lügatlerini, tabirlerini almak yoluna dökülüp “kalem” demişler almışlar, “kâğıt” demişler almışlar, “kitap” demişler almışlar… Almışlar, almışlar, almışlar… Böylece “câmi”, “minare”, “imam”, “iktida”, “mektep”, “ders”, “kâtip”, “mektup” gibi sözler lisanımıza girmiş, lisanımız bu cihetçe de servetlenmeye başlamış.
İhtiyaç oldukça söz almak işi sonraları yolundan çıkmış. Acıktıkça yemek lazım gelirken zevk için yemek yenmiş, ihtiyaç yok iken de söz alınmış. İhtiyaçtan fazla da söz almışlar. Lisanda “deniz” sözü var iken “bahr” demeye, “derya” demeye hâcet yok idi. Bunları almışlar. Zaman geçtikçe daha azıtılıp bu aktarma işi ilerledikçe ilerlemiş, lisan dolmuş dolmuş. Asıl Türkçe sözler altlarda kalıp ezilmiş, boğulmuş.
Ey Ne Yapacağız?
Ne yapalım, lisanımıza hacet yok iken giren sözleri yavaş yavaş seçip çıkaracağız. Ama bunu böyle telakki etmeyenler var. Onları söyletirsek dünyanın şarlatanlıklarını başımıza dökerler. Aman yarabbi! Bizi ayıp bir şey yapıyoruz gibi utandırırlar. Diyanetçe kusur ediyormuşuz gibi sıkarlar. Fakat onlar ne derse desin, biz şu aklımızla anlıyoruz ki fena bir şey yapmıyoruz. Biz Türk’üz, dilimiz Türkçedir. Türklüğümüze sadık kalmakla Türkçemizi kendisine sarılan sarmaşıklardan kurtarmaya gayret etmekle günaha girmeyiz. Buna mani olmak isteyenler mani olamayacaklar. Fazla ne var ise fazladır. Fazlayı atarız. Ne kadar sade bir iş!
Fazla sözleri atmak düstur olunca o sözlerle yapılan süslü yığınları yapmaya hiç mahal kalmaz. O gibi telli pullu zilli çıngıraklı oyuncakları “simsarân-ı tuhaf ve tefârîk-i maarif- i gûna gûn” olan imtiyazlı hünerveran kişilere terk ederiz. Bunlarla istedikleri kadar yığınlar yapsınlar!
Lisandan fazla şeyleri atınca ifade ve istifade âleminde dehşetli bir darlık, bir tırıllık hâsıl olmaz mı? Ay efendim, biz gereksiz ve fazla şeyleri atacağız. Lazım şeyleri saklayacağız. Mesela “satın almak” yerinde sırasına göre “iştira etmek” diyebileceğiz. Fakat sadece “almak” yerinde “ahz etmek” demeyeceğiz. “İlim meselelerine derinlemesine dalmak” diyecek yerde belki “tebahhur” ve bunun sıfatında icabında “mubtehir” diyebileceğiz. Fakat “deniz” yerinde hiç lüzum yok iken “bahr” ve “derya” demeyeceğiz.
Şiirimiz, Nazmımız Ne Olacak?
Bizim şiirimiz olmayacak mı? Eğer şiirimiz yalnız böyle sözlerin hiç lazım değil iken bol bol söylenmesi ile olacaksa öyle şiir olmasa da olur. Bizim aklımıza göre, şiirde şiiriyet söz keyfiyeti ve libasdan ziyade manâda ve ruhdadır.
İşi bu kadar anlattıktan sonra vesveselere düşüp Türkçe’yi 600 veya 1000 sene evvelki haline mi döndüreceğiz? Bugünkü lisanı bırakarak Uygurcaya mı döneceğiz? “Ateş”i unutarak “od” mu diyeceğiz? demeye mahal kalmaz. Hele geçenlerde Tanin gazetesinde sıra sıra okuduğumuz, okuyup da anlayamadığımız Türkistan mektuplarını (Buhara, Ufa) hatırlatan sözlerimiz, o diken gibi yazılara mı benzeyecek? diye korkmaya zaten mahal yoktur. Şu var ki lisanımızın 600 veya 1000 sene evvelki hayatında gömülmüş, unutulmuş bir güzelliği bir iyiliği görülürse onlar ortaya çıkarılıp canlandırılacaktır. Bugün dünyanın her tarafına Asya içlerine yayılmış Türk kardeşlerimizle yavaş yavaş dilleşilip dertlenebilecektir. Kim bilir, kara topraktan ne çiçekler belirip çıkacak? Kim bilir, bugünkü çalılardan, dikenlerden ne güller sürüp açacak.”.
Türk Derneği – 1911 / Ispartalı Hakkı
Ve Cumhuriyet, o güllerin açtığı yeni bir çağı başlatacaktır…
Yorumla