Bilindiği üzere, Maniheizm (Manicilik) diyalektiğinin temelinde düalizm (ikicilik) bulunmaktadır. Başta yaratılış olmak üzere hemen her şeyi aydınlık ve karanlık (iyi ve kötü) şeklinde kavramakla yetinen Manicilik (bu indirgemeci veya genelleştirici haliyle) donuktur, katıdır, hoşgörüsüzdür. Aydınlık ve Karanlık diyalektiği saplantılıdır, marazidir. Üstüne üstlük, Tek Tanrı inancıyla da uyuşmaz, çünkü düalizmin o kaskatı sisteminde iki otorite, dolayısıyla iki tanrı vardır. Oysaki Tek Tanrılı inanç sistemleri (teoride) Tek Tanrı dışında bir otoriteyi kabul edemezler. Fakat parantez içinde vurguladığımız üzere bu kabul etmezlik teoride böyledir. Pratikte ise vaziyet değişiyor. O derece değişiyor ki (çarpıtılıyor ki) sanki İblis de bir otoritedir ve Tanrı’nın karşıtıdır. Hâlbuki Tek Tanrı inancında Mutlak Yaratıcı’nın karşısına bir otorite (bir rakip) koymak demek şirk demektir. Tek Tanrı’ya mücadele sahnesinde ortak koşmak demektir. Her ne kadar Tek Tanrıcı dinlerin müntesipleri söylemde ve itikatta Tanrı’yı mutlak varlık olarak dile getirseler de pratikte adeta iki rakip tanrı varmışçasına saplantılı davranışlara sürüklenmektedirler.
Otorite tek ise (şu halde) İblis bir rakip olamaz. İblisi yaratan ve İblise kötülük yolunda imkânlar tanıyan (şeksiz şüphesiz) tek otorite olsa gerektir. Ama pratikte Tanrı ve İblis karşıtlığı hüküm sürmektedir. Tek Tanrılı dinlerin müntesipleri İblisi Tanrı’nın ya da Tanrısal yasanın düşmanı olarak algılıyorlarsa iki otoriteyi algılıyorlar demektir. Burada kıvırmak, kem küm etmek anlamsızdır. Tanrısal yasanın düşmanı ancak bir başka tanrı olabilir. Düşmanlık rekabettir ki Tanrı ile İblis rekabeti şeklinde algılama ister istemez ikiciliğe yol açar. Eşitler arasında Tanrı daha fazla eşittir diyecek olursak bu durumda yine ister istemez İblise ikinci dereceden otoritelik yüklemiş oluruz.
“Manici ikili ayrım, her zaman dogmatiktir, hoşgörüsüzdür,” diyor Umberto Eco ve ekliyor: “Demokratik kişi, şemaları reddedip nüansları, ayrımları kabul eden, çelişkilerin varlığına hak tanıyan kişidir.”[1]
Tek Tanrılı inanç sistemlerinin teorideki öğretilerine rağmen, müntesiplerin pratikteki algılayışları ve pratikteki tutumları birtakım çelişkilerle doludur. Cezalandırıcı Tanrı’nın yargısından korkanlar İblisin baştan çıkarıcılığından da korkuyorlarsa ortada çelişki var demektir. Çünkü sadece tek otoriteden korkmak gerekiyor. Öğreti böyledir. Tek Tanrı öğretisi ikinci bir korkutucuya izin vermez. İzin verdiği takdirde kendisiyle çelişkiye düşecektir. İblis bir otorite olamaz. İblis yalnızca bir nesnedir. Özne değildir.
“Homo religiosus’a (dindar insana) göre ‘öz olan’ varoluştan önce gelir. Bu görüş ilkel ve Doğulu toplumların insanı için olduğu kadar Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman için de geçerlidir.”[2] Öz olan varoluştan önce gelir kuramını esas alırsak, insan bugün ne ise başlangıçta da odur. İblis sonradan isyan etmiştir ama onun özünde isyankârlık mayası bulunduğu için isyan edebilmiştir. “İnsan bugün ne ise başlangıçta da odur” dogması bilhassa Hıristiyan/Yahudi teolojisinde akıl almaz bir saplantıya ruhsat veriyor. Protestan teolojisine göre aydınlıktakiler ve karanlıktakiler baştan bellidir. İyilerle kötüler ezelden tayin edilmiştir. Bundan ötürü de sonsuz kurtuluş her insan için mümkün değildir. Neredeyse sadist bir Tanrı söz konusudur. Kötüler için kurtuluş olanağı yoktur. İyiler ise Tanrı’nın gizemli bir planı kapsamında ve Tanrı iradesiyle kötü amellerde bulunsalar dahi kurtuluşa peşin peşin ermiş kimselerdir. Çünkü o iyilerin kötülüğü aslında iyiliğe zemin hazırlama yolundaki geçici kötülüklerdir. Ne var ki kendileri için kurtuluşun imkânsız olduğu kötüler iyi bir hayat sürseler bile bir şey değişmeyecektir. Erich Fromm işte burada şöyle bir itiraz yöneltiyor: “Tanrı’nın nasıl olup da (kendi gücünü göstermek isteğinin dışında) meşru ve haklı bir sebep olmaksızın insanlığın bir kısmını ebediyen mahkûm etmeye karar veren Calvin’in Tanrısı gibi, keyfine göre hareket eden amansız bir Tanrı olarak düşünülebileceğini anlamakta güçlük çekeriz.”[3]
İşte bu hoşgörüsüz, peşin hükümlü ve aydınlığı tekelleştirici teolojik tavır insanlığı felakete sürüklüyor. Erich Fromm buna “yaygın düşmanlık” demektedir. Fromm’a göre, Luther ile Calvin bu yaygın düşmanlık duygusunu dile getirmişlerdir. Daha açık ifade edecek olursak, Luther ile Calvin bu yaygın düşmanlığa metodoloji kazandırmışlardır. Örneğin Afrikalı zenciler insan bile değillerdir ve üstün beyaz ırkın köleleri olmaya yazgılıdırlar. Asyalılar da (biraz daha fazla insan olarak görülmelerine karşın) mutlak kurtuluşun dışında bulunduklarından ötürü beyaz ırkın gölgesinde yaşamaya mahkûmdurlar. Yahudiler ise kendi cemiyetlerini üstün görüyorlar. Manicilik diyalektiğindeki tartışılamaz olan aydınlık ve karanlık zıtlaşması insanlığın bağnaz muhayyilesinde sert sınırların oluşmasını kolaylaştırıyor. Kolaylaştırmanın ötesinde meşruiyet kazandırıyor. Dolayısıyla iyi hep iyi, kötü hep kötü damgası yiyor ve böylelikle de sorgulamanın önü tıkanıyor. Öylesine tıkanıyor ki, kötünün iyiliği bile kötülük olarak algılanıyor. Beyaz ırkın siyah ırka yönelik acımasız tahakkümü görünüşte kötüdür fakat Tanrı’nın kutsal planının gerçekleşmesi uğrunda bu görünüşteki kötülük gereklidir. Gerekli olduğu için de kötülük değildir.
Hıristiyan teolojisindeki soyaçekim prensibinin Manicilikteki iyi-kötü dogmasıyla örtüştüğü düşünülebilir. Âdem ile Havva arketiplerinden kaynaklanan bir aslî suç vardır. Bu suç her insanda doğuştan bulunmaktadır. Soyaçekim yoluyla bütün insanlık bu ilk suçu taşımaktadır. Hıristiyan teolojisindeki sarsılmaz önyargı şöyledir: “İnsan kendi gücü ile bu suçtan kurtulamaz. Ancak Tanrı, oğlu İsa’yı, insanları bu suçtan kurtarmak için gönderir.”[4] Hıristiyan teolojisinde ilk suçtan arınmanın yolu ikinci bir suç işlemektir ki o da İsa’nın bir fidye olarak kurban edilmesidir. İşte burada şöyle bir kuşkuya düşebiliriz: Tanrı’nın kurtuluş muştuladığı beyazların acaba beyaz ırktan olmayanları aşağılaması ve onlara eziyet etmesi ikinci suçun türevi mahiyetinde midir? Afrikalılar ve Asyalılar birer kurban mıdır?
“İnsan kendi gücü ile kurtuluşa eremez” prensibi insanı önyargılar ve dogmalar bataklığına gömmeye yetiyor zaten. Bu durumda insan özgür bir varlık değildir. Bir kukladır. Dünya sahnesinde herkesin rolü bellidir. Sahneye çıkan oyuncular nasıl ki yazılı metne sadık kalmak zorundaysa ve senaryonun kendilerine biçtiği rolün dışına çıkamıyorlarsa Calvin’in Tanrısı karşısında kişisel çabaları hiçbir olumlu sonuç vermeyecektir. Afrikalı daima Afrikalıdır ve beyaz ırk daima Tanrı’nın üstün kullarıdır. Şu halde örneğin Türkiye veya Pakistan kendi gücüyle Fransa veya Almanya gibi olamaz. Japonya’nın göreceli başarısı kötülüğün tecellisi kapsamında geçici bir durumdur. Bir yanılsamadır ki Japonya için kurtuluş yoktur. İsrail içinse büyük kurtuluş bir Tanrı vaadidir. Çünkü iyilerle kötüler ezelde (yaratılışın başlangıcında) belirlenmiştir. Maniheist aydınlık ve karanlık dogması uyarınca Beyaz Saray aydınlığın sarayıdır. Kara ırk öz itibarıyla da karadır, sarı ırk özünde safradır ve fırlatılıp atılmalıdır. Beyazlar ise arınmışlardır. Aydınlıktakiler ile Karanlıktakiler (ezelden iyilerle ezelden kötüler) arasındaki keskin sınır çiğnenemez. Bütün o Tek Tanrıcı söylemlere karşın gerçekte iki tanrı vardır. Aydınlıktakilerin tanrısı ve karanlıktakilerin tanrısı olarak Hürmüz ile Ehrimen.
Maniehizmin sonradan ortaya çıkması ve senkretik yapısı bir şeyi değiştirmez. İyilik tanrısıyla kötülük tanrısı birer arketip olarak bütün insanların ortak bilinçdışında barınıyor. Ehrimen geçici bir süre için evrene hâkim olacaktır. Beyaz Batılı indinde bir geçiş dönemi yaşanmaktadır. Ne var ki Hıristiyan/Yahudi dışındaki insanlık da söz konusu sapkınca ikiciliği fiilen sürdürmektedir. Biz hep iyiyizdir ve ötekiler hep kötüdür. Bu önyargı devam ettikçe insanlığın huzur bulamayacağı gerçeği apaçık meydandadır. Cengiz Aytmatov’un şöyle bir sorgulamasıyla sonlandıralım bu yazımızı: “Tanrı Tanrı’dır ve Tanrı herkes için tektir; fakat kendimin olan kendimindir, yabancı olan ise yabancınındır; kendiminki ile yabancı aynı şey olamaz.”[5]
Metin Savaş
[1] Umberto Eco, Popüler Roman Kahramanları, sayfa 207, Alfa İnceleme, İstanbul 2017
[2] Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri, sayfa 129, Alfa Mitoloji, İstanbul 2016
[3] Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış, sayfa 99, Tur Yayınları, Ankara 1972
[4] Hikmet Tanyu, Yehova Şahitleri, sayfa 18, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1984
[5] Cengiz Aytmatov, Kassandra Damgası, sayfa 95, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1997