Tarih

Anadolu’yu Okullarla Türkleştiren ve Çağdaşlaştıran Tabip: Dr. Reşit Galip (Baydur)

ÖZ

Dr. Reşit Galip Baydur, çok iyi yetişmiş, cumhuriyet, laiklik ve bilhassa halkçılık ve köycülük gibi Atatürk hedeflerini gönülden benimsemiş bir şahsiyettir. Devrimlere bağlılığı o devrimleri yapana bağlılığın önüne geçmiş olan bir ideoloji bağımlısı, tabir caizse ideoloji dervişidir. Atatürk’ün memleket meselelerinin görüşüldüğü sofrasında, Atatürk’ün hocası da olan devrin milli eğitim bakanını devrimleri anlamayan bir gerici olarak suçlayacak kadar cesur bir kişidir. BU hadise onun sonunu getirmemiş Milli Eğitim Bakanlığına taşımıştır. Dr. Reşit Galip tam bir Türkçü ve çağdaşlık taraftarıdır. Bu iki inancını uhdesine tevdi edilen yatılı okullar vasıtasıyla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Buna bir de köycülük anlayışı yani köylülere duyduğu saygı ve sevgi eklenince bu yatılı okullar, bilhassa yatılı bölge okulları ve öğretmen okulları hem Anadolu’da Türklüğün hem de modernliğin temelini atmıştır. Dr. Reşid Galip bey Atatürk’ün tarih kongresinin de düzenleyicilerindendir. Tarihin Türklerle başladığı teze gerçekten inançla bağlıdır. Bu görüşün ilim dışı oluşu görülünce bizzat Atatürk tarafından terk edilişi de bir vakıadır. Dr. Reşit Galip Beyin bana kalırsa en önemli görevi ise 1933 Üniversite reformu olmuştur. Talihin önümüze sunduğu Hitler’in Yahudi bilginleri sürgün etme şansını iyi değerlendiren cumhuriyet yönetimi, medreseleşmiş bir Darülfünun’dan bir üniversite yaratmıştır.

ÖZGEÇMİŞ

Hekim, siyaset, devlet ve fikir adamı, yazar, Türk Tarih Tezi’nin savunucusu Reşit Galib, 1893’te Rodos’ta Hamza Bey Mahallesi’nde doğdu. İlköğrenimini Rodos’ta yaptı. Daha sonra İzmir İdadisini bitirdi. 1911’de Askerî Tıbbiyeye girdi. Üçüncü sınıf öğrencisi iken gönüllü olarak Balkan Harbi’ne katıldı ve muavin doktor olarak görev yaptı. Tıbbiye dördüncü sınıfta iken yine gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na iştirak etti ve Kafkas Cephesi’nde, Teşkilat-ı Mahsusa‘da tümen, tabur doktorluğunda bir buçuk yıl hizmet etti. Ancak, ciğerlerinden rahatsızlanarak İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.  Tıp Fakültesi Tedavi Kliniğine Asistan olarak alındı. I. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Şam’da kurulan Hıfzıssıhha’da görevlendirildi. Burada tekrar hastalanması üzerine Cebel-i Lübnan’daki Darüleytam dâhiliye Müdürlüğüne gönderildi. İzinli olarak İstanbul’a döndüğünde, Tıp Fakültesi’nde asistanlık ve Haydarpaşa’da Dârüleytam Hastanesi’nde Dâhiliye mütehassıslığı yaptı. O yıllarda, Anadolu’da Ziya Gökalp öncülüğünde gelişen Türkçülük akımını benimsedi ve İstanbul Türk Ocağı’ndaki millî faaliyetlere katıldı. 02.04.1919’da sağlık sebepleriyle askerliği sona erdi. Aynı yıl, “Köycüler” Cemiyetinin bir üyesi olarak köylerde hekimlik yapmak üzere 10 Nisan 1919’da Anadolu’ya geçti. 1922’de Ankara’ya gelerek Sıhhiye Vekâleti Umumî Hıfzıssıhha Muavini oldu. Adana’nın kurtuluşu üzerine 5 Aralık 1921’de Mersin’e Hükûmet Tabibi olarak gönderildi. Kurtuluş Savaşı sırasında resmî görevinden ayrılarak serbest doktorluk yapmaya başladı. Bu arada Mersin’de kurulan Gençler Birliği ve sonra da Türk Ocağında reislik görevinde bulundu. 30 Mart 1924’te 8. Muhtelit Mübadele Komisyonunu Türk Delegeliğine tayin edildi. 10 Ocak 1925’te, II. Dönem Büyük Millet Meclisine Aydın Milletvekili olarak girdi. Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra kurulan Şark İstiklal Mahkemesi üyeliğine getirildi. İstiklal Mahkemelerinin kaldırılmasına kadar bu görevde kaldı. Dr. Reşit Galip, Türk Ocaklarının, 25–28 Nisan 1930’da toplanan VI. Kurultayı’nda kurulmasına karar verilen “Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin, 4 Haziran 1930’da yapılan ilk toplantısında üyeler arasında yer aldı. Atatürk’ün onayı ile, 15 Nisan 1931’de Türk Ocaklarının kapanması üzerine müstakil bir kurum hâline gelen Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin, ilk genel sekreteri oldu. “Türk Tarih Tezi”ne bütün varlığı ile inandı ve en heyecanlı savunucularından biri oldu. Prof. Afet İnan’ın hatıralarında anlattığına göre, “Türk Tarih Kurumunun, hemen bütün toplantılarına, yeni kitaplardan okuduğu taze fikirlerle mücehhez olarak gelir ve inandığı Türk Tarih Tezini kuvvetlendirmek için uğraşırdı.” 2–11 Temmuz 1932 tarihleri arasında Ankara’da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nin hazırlanmasına önemli katkılarda bulundu. Kendisi de 3 Temmuz 1932’de Atatürk’ün huzurunda bir tebliğ sundu. 1932’de Türk Ocaklarının kapanması üzerine Cumhuriyet Halk Partisi Genel İdare Kurulu üyeliğine getirildi. Halkevlerinin idaresinden sorumlu olan beşinci büronun başına geçerek, Halkevlerinin örgütlenmesi görevini üzerine aldı. Halkevleri tüzüğünün hazırlanmasında ve Halkevlerinin açılmasında değerli hizmetleri oldu. 19 Şubat 1932’de 14 şehirde (Adana, Afyon, Ankara, Aydın, Bursa, Çanakkale, Denizli, Diyarbakır, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Konya, Samsun ve Van) Halkevlerinin açılış törenleri yapıldı. 14 Aralık 1932 ila 19 Ağustos 1933 tarihleri arasında Millî Eğitim Bakanı olarak Türk Dil Kurumunun fahri başkanlığını yaptı. 19 Eylül 1932’de Atatürk’ün isteği ile Maarif Vekili oldu. Sağlık durumu nedeniyle ancak 10 ay 25 gün sürecek olan bu görevi sırasında çok önemli hizmetlerde bulundu. Bakanlık merkez örgütü ve görevleriyle ilgili kanunun çıkarılmasını, Bakanlık merkez örgütünün yeniden düzenlenmesini sağladı. Tarih konusundaki çalışmalarına devam etti. 5 Mayıs 1933’te Ankara yakınlarındaki Ahlatlıbel’de ilk millî arkeolojik hafriyatı başlattı. Türk İnkılâp Müzesi, Türk İnkılâp Kütüphanesi, Akademik Seyahatler, Akademik Anketler, Akademik, Polemik ve Neşriyat, Halk Neşriyatı alanlarında çalışacak bir İnkılâp Enstitüsü kurulması konusunda çaba sarf etti. Ankara’da, Çankırıkapı’da Müze, Akademi ve Kütüphane’den oluşan ilim ve araştırma merkezinin planlarını Mimar Prof. Ernst Arnold Egli’ye hazırlattı. Ancak, sonradan burada yapılan sondaj çalışmalarında sahanın arkeolojik buluntular vermesi (Roma Hamamı’nın meydana çıkarıldığı alan) ve kendisinin bir müddet sonra Bakanlıktan ayrılması, bu projenin uygulanmasına imkân vermedi. Üniversite reformunun gerçekleştirilmesinde, bu konudaki kanunun hazırlanmasında büyük katkıları oldu (31 Mayıs 1933, Kanun no: 2252). İstanbul Darülfünununun kapatılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesinin açılışında yaptığı konuşmada bu reformunun gerekçelerini anlattı. Üniversite reformunu takiben Tıp Fakültesinin Haydarpaşa’dan şehrin farklı yerlerine dağılarak genişleyip modernleşmesini sağladı. Ülke kalkınmasının köyden başlatılması gerektiğini düşünerek üç sınıflı köy okullarını beş sınıfa çıkardı. Köy yatılı okullarını kurdu. Köycülük kursları açtı ve köye göre öğretmen yetiştirme girişiminde bulunarak köy enstitüsü uygulamasının temelini oluşturan düşünceleri uygulamaya koydu. Maarif Vekâleti binasını, Bakanlıklarda şehir planı gereğince ayrılan yerde yaptırmak istedi, ancak Bakanlık görevinden ayrılması sebebiyle bu girişim de tamamlanamadı. 1930’da Türk Tarih Kurumu çalışmalarında IV. Cildi teşkil eden, Cumhuriyet Devri Tarihini, o zaman Cumhurbaşkanlığı umumî kâtibi olan Tevfik Bıyıkoğlu ile beraber hazırladı. Türk Tarih Arkeologya ve Etnografya Dergisini kurdu. Basılmış birçok eseri bulunan Dr. Reşit Galib, Çığır Dergisi’nde “Türk Tarih Tezi”nin esaslarını yazdı. Cumhuriyet, Vakit, Hâkimiyeti Milliye (Ulus) gazeteleri ile Himaye-i Etfal dergisinde, siyasi, sosyal ve sıhhi konularda birçok makale yayımladı. “Öğrenci Andı”nı yazarak 23 Nisan 1933’te Türk çocuklarına armağan etti. 25 Temmuz 1933’te Moda açıklarında ailesi ile birlikte geçirdiği bir deniz kazasından sonra rahatsızlanarak tedavi altına alındı. Genç ve idealist doktor yakalandığı zatürreden kurtulamayarak 5 Mart 1934’te, Ankara’da Keçiören’deki evinde hayata gözlerini yumdu ve Cebeci Mezarlığı’nda toprağa verildi. Eserleri: Anadolu Eti İmparatorluğu Devrine Kadar, Tıb Fakültesinin Tedennisi ve Islah Çaresi, (broşür), 1918. İnsan Bedeni. Yiyecekler, Ankara, 1929, Maarif Vekâleti. Köy Muallimleri ile Sıhhi Musahebeler. Çocuk Bakımı Öğütleri, İstanbul, 1929. Sıhhat Koruma Bilgisi, İstanbul, 1929. Dört Azgın Canavar, 1929. Etiler, İstanbul, Dertler ve Dertleşmeler: Tıbbî-İçtimaî Musahabe, Mersin, 1928, Köy Muallimleri ile Sıhhi Musahebeler, Türk Tarihinin Anahatları, Afet İnan ve başkaları, İstanbul, 1930.

1931 yılı sonbaharında bir gece Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında, değişik misafirlerle yemek yiyor ve konuşuyorduk. Maarif Vekili Esat Bey de sofradaydı. Yapılan işleri anlatırken, “Kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, daha kapalı giyinmelerini bir tamimle duyuracağını” söylüyordu.

Sofrada bulunan Doktor Reşit Galip Bey “Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi, bu bir geriliktir, kadınlar artık eski durumda yaşayamazlar, inkılaplardan en mühimi kadınlara verilen haklardır, başka türlü batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz” diye Esat Bey’e karşı çok sert bir konuşma yaptı. Kemal Paşa sofrasında vekilin zor duruma düşmesinden hoşlanmadı, olayı kapatmak istedi, “Bu konuyu uzatmayalım burada kapatalım, kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız” dedi.

Reşit Galip “Af buyurunuz paşam, bu inkılap ve zihniyet meselesidir, müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim” diye ısrar etti. “Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılâpları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez”dedi. Mustafa Kemal Paşa bu sert konuşma karşısında Reşit Galip’e, “Yorgun görünüyorsunuz, madem konuşmalar da hoşunuza gitmiyor gidip istirahat edebilirsiniz” dedi. Reşit Galip,“Burası milletin sofrasıdır kovulmamalıyım, kendimi iyi hissediyorum, kalkmam” diye cevaplandırdı.

Mustafa Kemal Paşa işi uzatmak istemedi “O halde biz kalkalım masayı bırakalım” diyerek kalktı, sofrayı bıraktı ve hemen odasına çekildi. Biz de kalktık ve dağıldık. Reşit Galip, bir süre sofrada yalnız oturduktan sonra, pencere kenarında başka bir koltuğa geçerek sabaha kadar oturmuş. Sabahleyin yaverlerden birine “Ankara’ya trenle döneceğim, istasyona gidiyorum” diyerek sarayı terk etmiş. Kemal Paşa, gece bir süre kendi odasından durumu izlemiş ve sabah olunca Reşit Galip Bey’in nereye gittiğini sormuş. Aldığı bilgilere göre Reşit Galip’in saraydan ayrılırken, cebinde hiç parası olmadığı için Başkatip Tevfik Bey’den 25 lira borç aldığını öğrenmiş. “Cebinde 5 parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor“ diyerek üzüntüsünü belirtmiş. Ayrıca Tevfik Beye “Cüzdanını aç göreceğim, başka paran yok muydu, insan sadece 25 lira mı verir” diye sitem etmiş. Birkaç ay sonra Doktor Reşit Galip Bey Maarif Vekilliği’ne getirildi ve üniversiteler reformu onun vekilliği süresinde gerçekleştirildi.

Dr. Reşit Galip, uygulamalı bir bilim dalı olan tıp eğitimi görmüştür. Bu eğitim, “halkçılık” ve “köycülük” ile birleşince, çağdaş eğitim reformlarına yönelik bir biçim almıştır. Hekimlikteki uygulama, eğitim ve öğretim işlerinde de O’nu uygulamaya götürmüştür. 1923 yılında, o zaman Özel İdareye bağlı olan Mersin İdadisi açılırken okul müdürü ile birlikte, okulun adının “Ameli Ticaret İdadisi” olmasını kararlaştırmışlardı. O zaman, Dr. Reşit Galip, “Burası Mersin, bir ticaret bölgesi. Burada başka türlü okul zaten tutunamaz.” diyordu. Bu, eğitim bilimleri açısından, herkesin kabul edeceği ve uygun bir davranıştır. Dr. Reşit Galip bu sonuca, sağduyusu ile daha bakan olmadan çok önceleri varmıştır.

Reşit Galip Milli Eğitim Bakanı olduktan sonra köycülük alanında çalışmaktan geri durmamıştır. Gerek 1932 yılında Halkevlerinin kurulması ve güçlü bir şekilde köycülük çalışmalarına başlanması, gerekse yıllarca Türk Ocaklarında “köycü doktor” olarak çalışan Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanı olması, Türkiye’de tekrar köye yönelik bir hareket doğurmuştur. Cumhuriyet kurulduktan sonra, halkın kendi kendini idare etmesi isteniyordu. Fakat yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen halka bunu öğretecek kişiler lazımdı. Sosyal alanda birçok inkılâplar yapılmıştı ve yapılacaktı fakat iktisadi faaliyette bir değişiklik yoktu. Bu değişikliği temin edecek halkın hayat anlayışını değiştirecek rehberler lazımdı. İnkılâbın yapılması kadar, onu halk tabakalarına yaymak da önemliydi. Bunu da ancak Milli Eğitim teşkilatı ve öğretmenler yapabilirdi.

Öğretmen yetiştirme konusunda kapsamlı çalışmalar Milli Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati döneminde başlamıştır. Mustafa Necati 22 Mart 1926’da göreve başladığı tarihten itibaren bir ay gibi kısa bir zaman içinde 789 numaralı Teşkilat kanunu layihasını Türkiye Büyük Millet Meclisine sundu ve böylece, o zamana kadar bütçelerle düzenlenen teşkilat yerine, Türkiye Maarif Teşkilatı olarak belirlendi. 27 maddeden oluşan kanunun yedinci maddesiyle muallim mektepleri İlk Muallim Mektepleri ve Köy Muallim Mektepleri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde, 1932–1933 öğretim yılının başında yukarda bahsedilen İlk Muallim Mekteplerinin süreleri, Talim ve Terbiye Kurulu’nun Eylül 1932 tarih ve 167 sayılı kararı ile altı yıla çıkarılmıştır. İlk üç yılı ilk devre, son üç yılı mesleki devre sayılmıştır.43 Ortaokul seviyesindeki birinci devreleri aynı tarihten itibaren süreç içinde kaldırılmaya başlanmış ve böylece ilköğretmen okulları, lise dengi üç yıllık birer meslek okulu haline gelmiştir. 1932– 1933 reformuyla birlikte bu okullara girebilmek için ortaokul mezunu olmak veya lise onuncu sınıf olmak şartı getirilmiştir.

Reşit  Galip bey bu öğretmen yetiştirme okullarıyla köylerde şu hususları yerleştirmek istiyordu:

1 – Köyün inançlarına etkili olmak özelliği: Devrimcilik, Laiklik, Cumhuriyetçilik,

2 – Köyün toplumsal yaşamına etkili olmak özelliği: Medeni kanunun köyde uygulanması ve onun kurallarının ailede, köy görgü kurallarında, toplum ve uygarlık esaslarında yerleşmesi, 3 – Köyün maddi ve ekonomik alanında etkili olabilme özelliği: Köye bilimsel tarım yöntemlerini, geniş mal alışverişini ve düzenli Pazar ilişkilerini sokabilmek yeteneği, 4 – Aydın olma özelliği: İyi ve yetişmiş okul öğretmeni olmak, öğretmenlik mesleğinin bütün yeteneklerini kazanmış olmak.

Bu vasıfları kısaca incelemek gerekirse ne anlama geldiklerini şu şekilde örneklerle açıklayabiliriz. İnkılâpçılık, laiklik ve cumhuriyetçilik prensipleri gerek tüm ülkede gerekse köylerde benimsenmiş ve halka aşılanmış duygulardı. Bu duyguların sürekliliğini korumak amacıyla, köyde eğitim vermekle görevlendirilmiş olan ve köylü halkın birçok anlamda sözünü dinlediği öğretmenler de bu prensipleri benimsemiş ve bu doğrultuda hareket ediyor olmalıydı. Öğretmenlerden beklenen bir diğer çalışma da maddi ve iktisadi hayata dairdi. Köye gelişmiş ziraat şekillerinin girmesinde yardımcı olmak, pazar ilişkilerini onlara anlatmak ve maddi hayata destek olacak girişimleri desteklemek de yine köy öğretmenlerinden beklenen görevler arasındaydı. Son olarak, öğretmenlerin en önemli görevleri kendilerini en iyi şekilde yetiştirmek ve en iyi eğitimi verebilmek amacıyla en iyi şekilde donanıma sahip olmaktı.

Reşit Galip beyin cumhuriyet döneminin ilk elli küsür yılına damgasını vuran bir faaliyeti daha olmuştur. Öğrenci and’ını yazan ve 23 Nisan 1933’te Türk çocuklarına armağan eden Reşit Galip’tir. Prof.Dr. Afet İnan “and” hakkında şunları söylemiştir. “1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O heyecanla Çankaya köşküne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. “Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı” dedi. “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.”

Reşit Galip andı okurken uyulması gereken kuralları şöyle ifade etmiştir: “1- Her öğretmen bu and’ı bulunduğu sınıfta tahtaya yazacak ve öğrencilerin defterlerine yazdıracaktır. Öğrencilerin bu and’ı doğru olarak defterine geçirdikleri kontrol edilecektir. 2- Öğrenci andında yer alan her sözde ve anlamında Türk Millî Eğitiminin amacının özü vardır. And’da geçen her sözün ve ettikleri yeminin anlamı öğrencilere iyi kavratılmalı, öğrenciler, okul içinde ve okul dışındaki hayatlarında, her sabah söyledikleri “and”a göre hareket ederek “doğru” ve “çalışkan” olmalı, küçükleri korumalı, büyükleri saymalı, yurdunu ve milletini özünden çok sevmeli, yükselmeyi ve ileri gitmeyi “ülkü” edinmeli, Atatürk’ün açtığı yolda, gösterdiği hedefe durmadan yürümelidir. Yeri gelince varlığını, Türk varlığına armağan edebilmelidir. 3- Öğretmen and’ın ifade ettikleri fikirleri iyice anlayıp anlamadıklarını emin olmak üzere, her ifade ve fikir hakkında çocuklara çeşitli sorular sorarak, bu ifadeleri yerli yerinde kullanıp kullanmadıklarını anlamak için öğrenciye cümleler kurduracaktır. 4- Çocukların bu andı anlamadan değil, ifade etmek istediği düşünce ve duyguların iyice anlamlarını kavrayarak, onları bütün benlikleriyle duyarak ve candan benimseyerek söylemelerine dikkat olunacaktır. 5- Öğrenciye bu and ayakta ve hep birden söyletilecek, öğretmende öğrencilerin karşısında ayakta durarak onlarla birlikte söyleyecektir. 6- Bu and’ı söylerken öğrencinin saygısız bir durum almamasına, dürüst ve ciddi durmasına öğretmen dikkat edecektir. 7- Çocuklar, candan duydukları ve zaman geçtikçe anlamını daha derin bir biçimde anlayacakları asil ve yüksek duygular ifade eden bu andı sevinç ve yüksek arzu ve ilgiyle tekrar ederken milli bir görevi yaptıklarının bilincinde olmalıdır.

Ancak Dr. Reşit Galip’in asıl önemli görevi 1933 Üniversite reformunu gerçekleştirmesinde görülecektir. Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip üstlendiği bu reformla ilgili açıklamasında Türkiye gibi radikal bir inkılap memleketinde, İnkılaplara uzak duran bir Darülfünun’un geleceğin yöneticilerinin yetiştirilmesi açısından güvenilmez olduğunun altını çiziyordu: “Memlekette siyasi ve içtimai büyük inkılaplar oldu. Darülfünun bunlara karşı tarafsız bir seyirci olarak kaldı. İktisadi alanda önemli değişmeler oldu, Darülfünun bunlardan habersiz göründü. Hukukta radikal değişiklikler yapıldı. Darülfünun yalnızca yeni kanunları ders programına almakla yetindi. Harf inkılabı oldu, özdil hareketi başladı. Darülfünun hiç tınmadı. Yeni bir tarih telakkisi ulusal bir hareket anlamında bütün ülkeyi sarmıştı. Darülfünun’un buna karşı ilgisini uyandırmak için, üç yıl beklemek ve uğraşmak lazım geldi. İstanbul Darülfünunu artık durmuştu, kendisine kapanmıştı, bir ortaçağ yalıtılmışlığıyla dış dünyadan elini ayağını çekmişti…Türkiye gibi radikal bir inkılap memleketinde, vatanın gelecek yöneticilerinin eğitimi, hayattan bu kadar uzak kalan, inkılabın seyrinden bu kadar geri duran bir müesseseye artık daha uzun müddet bırakılamazdı.”

Bu arada Reşit Galip Bey’in ön planda olacağı önemli bir faaliyet de başlıyordu. 1931 yılında Türk ulusunun tarihini, “çağdaş bir görüşle” ele alıp incelemek amacıyla, daha sonraları Türk Tarih Kurumu adını alacak olan, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuştu.

Atatürk‟ün isteğiyle Türk Tarih Kurumu‟nun çekirdeği olan Türk Tarih Tetkik Cemiyeti 1932 yılında özerk bir statü ve bağımsız kaynaklarla kuruluyor. 16 üyeden oluşan ve Atatürk‟ün koruyuculuğu altında işe başlayan heyetin ilk başkanı M. Tevfik (Bıyıklıoğlu), başkan yardımcıları İstanbul mebusu Yusuf Akçura, Çanakkale mebusu Samih Rıfat ve genel sekreter Aydın mebusu Reşit Galip idi.

1932’de bu kurumun girişimiyle Türk Tarih Tezini tanıtmak, benimsetmek amacıyla Türk Tarih Kongresi toplandı. Bir tartışma ve arayıştan çok tezin yaygınlaştırılmasını hedefleyen kongrede, Fuat Köprülü, Ahmet Refik gibi İstanbul Darülfünunu hocalarının kongrenin otoriter atmosferinde çekingen, Zeki Velidi gibi bir akademisyenin ciddi itirazları olmuştur. Zeki Velidi bu itirazının bedelini ise yurt dışına çıkmak zorunda kalmakla ödemiştir. Türk Tarih Tezi Türklerin anayurdunun Orta Asya olduğunu, kuraklık sonucu orayı terk ederek dünyaya yayıldıklarını ve bu yayılma esnasında gittikleri yerlere Orta Asya’da kurdukları büyük devletlerin geleneğini ve medeniyetini taşıdıklarını iddia ediyordu. Mısır, Mezopotamya uygarlıkları, Sümerler de dahil olmak üzere aslen Türktüler. Kongrede Tataristanlı Sadri Maksudi ve Başkırdistanlı Zeki Velidi arasında görüş ayrılıkları olmuştur. Sadri Maksudi Reşit Galip’le birlikte Orta Asya’da sürekli kuraklık ortaya çıktığını ve bu yüzden göçün gerçekleştiğini iddia etmiştir. Sadri Maksudi’nin bu konuda ‘Orta Asyada Onyedi Kumaltı Şehri’ adlı bir kitabı da vardır. Zeki Velidi ise kuraklığın sürekli olmadığını tarih öncesi dönemlerde kum altında kaldığı iddia edilen bu şehirlerin tarih dönemlerinde var olduğunu kaynaklar göstererek ispatlamaya çalışmıştır. Kongreden sonra Darülfünun’daki görevinden istifa eden Zeki Velidi Beyin bu görüşleri siyasal iktidarın hoşuna gitmemiştir. Çünkü Orta Asya’dan batıya kitlesel bir göç olduğu iddiası Türk Tarih Tezinin temellerindendir.

O tarihlerde Hitler’in zulmünden kaçarak Türkiye’ye iltica eden ve reform çerçevesinde üniversitede görevlendirilen Yahudi kökenli Alman Ernst Eduard Hirsch’e göre bu kongre: “Atatürk’ün kendi kopardığı İslam geleneği bağları yerine, milli gururun üzerinde yükselebileceği dini öğretilerden ve hanedan geleneğinden arındırılmış, kökleri insanlık tarihine dayanan bir temel yaratmak için nasıl çaba gösterdiğinin kanıtıdır.”

Daha sonra bu Türk Tarih tezinden vaz geçilecektir. Bunda Atatürk’ü bu konuda uyaran Avrupalı tarihçilerin rolü büyüktür.

Yılmaz Soyyer

1960 yılının 7 martında Konya Ereğli’de doğdu. Erken gençlik diyebileceğimiz 13-14 yaşlarında kitabı keşfetti. 25 bin nüfuslu bir ilçede bulunan halk kütüphanesinde, dünya klasikleriyle tanıştı. Bu arada lisede edebiyat derslerinde eski Türk şiiri onu iliklerine kadar sardı. Eski şiirin kavram ve anlam dünyâsını öğrenerek iyi bir şâir olmak için gittiği Ankara İlahiyat Fakültesi’nden sosyolojiye sevdalı bir bilim insanı adayı olarak mezun oldu. Önce Osmanlı arşivinde dört yıl çalıştı. Fakültede öğrendiği orta derecede Arapça ve Farsça Osmanlı arşivinde çok işine yaradı. Akademik hayata geçmesiyle de bu bilgi birikimi onun hep arkasında oldu. Araştırma görevlisi olarak gittiği Şanlıurfa’da doktora tezi olarak Kısas isimli bir Çelebi Bektaşî köyünü çalıştı. Yazları Osmanlı arşivine, bu defa araştırmacı olarak postu serdi, Süleymaniye kütüphanesinin müdavimleri arasına girdi, her şeyden önemlisi İstanbul’daki Bektaşî mezar taşlarını okurken türlü tuhaflıklarla karşılaştı. Bu sayede iyi bir Bektaşî yazmaları (fotoğraf olarak) ve mezar taşı fotoğrafları arşivine sahiptir.
1990’lara doğru, Seyran Yayınları Soyyer’in doktora tezini “Sosyolojik Açıdan Alevi-Bektaşî Geleneği” adıyla yayınladı. Daha sonra “Türk Sosyolojisinin Başlangıcında Bedi Nuri” adlı çalışması Kubbealtı Neşriyatça basıldı. 2005’te “19. Yüzyıl’da Bektaşîlik” Akademi Yayınlarınca yayınlandı. 2005 yılında Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesi’nde Uluslararası Bektaşîlik ve Alevîlik Sempozyumu’nu düzenleyen üç kişilik heyet içinde yer aldı. 2020 tarihinde Türk Ocağı İstanbul Şubesi ve UNESCO’nun bünyesinde Uluslararası Hacı Bektaş Velî ve Takipçileri Sempozyumu’nun Akademik koordinatörlüğünü yaptı.
“Çerağlar Uyanırken” Doğan Kitap’tan çıktı. Uzun bir aradan sonra Post Yayın hem “Çerağlar Uyanırken”i hem de yeni roman “Semah Aşka Doğrudur”u okuyucuya sundu. Son romanı “Mevlevî” de Post yayınca neşir olundu. “Şu Bizim Bektaşiler ise Post Yayınca basılan son ilmi çalışmasıdır. İlk şiirinin TÖRE dergisinde yayınlanışından tam 40 yıl sonra Post Yayın bir şiir kitabının, “Çifte Vav’ın İzinde”nin altına imza attı. En son olarak 30 senelik Bektaşilik tecrübelerini aktardığı “HÜNKÂR, Ansiklopedik Bektaşîlik Sözlüğü” yine Post yayın tarafından yayınlandı. 

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...