DÜŞÜNCE Tarih

Halil İnalcık’ın Şâir ve Patron Adlı Çalışmasının Işığında Düşünce Özgürlüğü

Avrupa’da matbaanın icadı ve yaygınlaşmasıyla birlikte fikir hürriyeti de genişleyip kurumsallaşma yoluna girmiştir. Matbaa öncesinde muhalif sesler hiç yoktu demiyoruz. Saray entrikaları, köylü isyanları, göçebe başkaldırıları, yeniçerilerin kazan kaldırması, engizisyona yönelik direnişler, kiliseler arasındaki teolojik rekabetler ve tartışmalar, samurayların Japon sarayını baskı altında tutması gibi örneklere bakarsak insanlık tarihi boyunca bütün dünyada mevcut düzene yönelik aykırı sesler hep çıkmıştır. Diyojen’in Büyük İskender’e “gölge etme başka ihsan istemem” diyebilmesi muhalif seslerin en meşhur örneklerinden biridir. Fakat bunlar hep bireysel muhalefet veya toplumsal başkaldırı mahiyetindedir. Hiçbiri gerçek anlamda kurumsal muhalefet olmadığı gibi insanlık tarihini dönüştürmek yönünden de yeterli etkiler sağlamaktan uzaktır. Şikâyetlere, yakınmalara ve protesto metinlerine Sümer tabletlerinden Dede Korkut hikâyelerine varıncaya dek dünyamızın her köşesinde tesadüf edebiliyoruz. Kurumsal anlamda düşünce özgürlüğü Avrupa’da matbaanın yaygınlaşmasıyla mümkün hale gelebilmiştir. Her şeyden önce matbaa sayesinde kitap üretimi hızlanmıştır; elyazmalarının kopyalarını yine elle çıkartmak zaman istemektedir, bunun yanı sıra elyazmalarını kopyalayan (istinsah eden) kişiler (müstensihler) kopyaladıkları metinlere birtakım müdahalelerde bulunarak özgün metni bozabilmektedirler. Oysaki matbaada bir kitap (sansür hâriç tutulursa) yazarın kaleminden çıktığı şekliyle basılabilmektedir. Matbaada kitabı çoğaltma zorluğu bulunmadığı için aykırı bir müellifin görüşleri çok hızlı yayılabilmekte, pek çok kişiye çok kısa bir sürede ulaşabilmektedir. Bu itibarla matbaanın hızı ile fikirlerin yayılma hızı ve dogmaların örselenme süreci orantılıdır.

Eski zamanlarda kil tabletlere, papirüslere, rulolara, ceylan derilerine, kaplumbağa kabuklarına ve benzeri malzemelere yazılan (veya kakılan) düşünceler genelde kutsal metinler kapsamında yer almaktaydı. Çünkü işaretler sistemi (ve yazı) kutsaldı. Büyük kitlelerin yazmayı ve okumayı öğrenmesi yasaktı, rahip gibi özel statüde yer işgal edenlerin tekelindeydi. Kâğıt üretim tekniklerinin gelişmesiyle birlikte kâğıt ucuzlamış, matbaanın klişeleri sayesinde harfler basitleşmiş, daha standart hale gelebilmiş, hem okumak hem yazmak çok daha kolaylaşmıştır. Burada hayal kurarak bir kil tablete yazı kakmak ile şimdiki kâğıtlara yazmak arasındaki zorluk ve kolaylık farkını hemen tasavvur edebiliriz. Batı Avrupa’da 1470-1550 yılları arasında İsviçre, Fransa, İtalya ve Hollanda gibi ülkelerde kâğıt üretimi matbaaların ihtiyacına yetecek kadar çoğalmıştır.[1] Kâğıt üretiminin kolaylaşması, artması ve ucuzlaması, matbaada kısa sürede binlerce kitabın basılabilmesi nedeniyle kadın-erkek bütün fikir adamlarının olanakları genişlemiş, çok daha fazla taraftar bulabilmişler, kaba kuvvete yönelik başkaldırılar yerine entelektüel direniş sergileme ortamına kavuşabilmişlerdir. Buraya kadar söylediklerimiz hem bilim ve sistematik düşünce adamları hem de sanatçılar için geçerlidir. Kaba fakat çarpıcı bir örnek gösterecek olursak, Robin Hood’un muhalif tavrıyla Voltaire’in sorgulayıcı tavrı birbirinden çok farklıdır. Keza matbaalar sayesinde bireyselleşme, uluslaşma ve demokratik topluma dönüşme süreci de hızlanmıştır. Kilisenin mutlak saygınlığının kırılması da yine matbaaların sağladığı imkânlarla kolaylaşmıştır. Çünkü bu matbaalarda yasaklı veya izinli bildiriler, insan düşüncesinin ufkunu genişleten kitaplar, gazeteler ve dergiler basılıyordu.

“Bugünkü anlamda, mevkute olarak tanımlayabileceğimiz, diğer deyişle düzenli yayın aralığına sahip ilk süreli yayınlar 1600’lü yılların başlarında görülmüştür. 1609’da Strassburg’da (bu dönemde Almanya sınırları içindedir) Almanca yayımlanan Avisa Relation oder Zeitung çıkmıştır. Haftada bir yayımlanan bu gazeteyi Johann Carolus çıkarıyordu. Carolus gazete çıkarmak için baskı makinesi almadan önce de, yerel politik olaylar hakkında haberler içeren elle yazıp çoğalttığı haftalık haber mektuplarını hazırlıyordu. Relation, Avrupa’nın çeşitli kentlerinde yapılan bilimsel araştırmalar, çalışmalara ilişkin bilgiler içerdiği gibi, dış politika ve savaşlarla ilgili haberler de aktaran bir yayındı. Yanı sıra iç politikaya dair havadisler de içeriyordu. Yine aynı yıl aynı isimle bir başka gazete Augsburg’da neşrolunmaya başlamış, Aviso isimli gazete de aynı sene Wolfenbüttel’de yayınlanmaya başlamıştır. 1610’da Köln’de Gedenck Wurdige Zeitung isimli bir başka gazete yayına girmiştir. Bunları diğer çok sayıda yayın takip etmiş, 1619’dan itibaren Anvers, Amsterdam, Viyana, Frankfurt, Londra, Zürih, Paris, Stokholm ve Roma gibi Avrupa şehirlerinde gazeteler neşrolunmaya başlanmıştır. Fransa’da gazetecilik devlet destekli olarak başlamıştır. 1631’de yayına başlayan La Gazzette isimli gazete, matbaacı Louis Vedosman tarafından çıkarılmıştır. İlk başlarda yarı resmi nitelikli bir gazete olmuştur. Bir nevi hükümetin sözcülüğünü yapmıştır. Daha sonra 1762’de devletin resmi yayın organı olmuş, adı La Gazzette de France olarak değiştirilmiştir. Haftanın birkaç günü yayınlanan gazetelerin olduğu dönemde, bilinen ilk günlük gazete, Einlauffende Nachricht von Kriegs und Welthändeln adıyla Timotheus Ritzsch tarafından 1 Ocak 1660’da Almanya’nın Leipzig kentinde yayınlanmaya başlamıştır. Ritzsch bundan önce, yine Leipzig’de Einkommenden Zeitungen adıyla bir gazete çıkarıyordu. Ancak bu gazete haftada birkaç gün yayınlanıyordu. 1650 yılının yaz aylarında çıkarmaya başladığı bu gazetenin 1652’de yayın izni için aldığı süre dolunca, Ritzsch başka bir gazete çıkarmak için girişimde bulunmuş ve aldığı izinle birlikte 1660 yılı başında diğer gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Bu gazete ilk başlarda haftada altı gün yayınlanırken, kısa süre sonra haftanın her günü yayınlanır olmuştur. Einlauffende Nachricht von Kriegs und Welthändeln dünyanın ilk günlük gazetesi olma özelliğini taşımaktadır. Bu ilk günlük gazeteyi takiben Konigsberg, Viyana, Frankfurt gibi Alman dilli bölgelerde günlük gazeteler yayınlanmaya başlamıştır. Fransa’da ilk günlük gazete Journal de Paris adlı gazete olup, 1777 yılında yayınlanmaya başlamıştır. İngiltere’de ilk günlük gazete ise 1702’de Daily Courant adıyla yayınlanmıştır.”[2]

Halil İnalcık “Şâir ve Patron[3] adlı sosyolojik incelemesinde, matbaanın geniş kitlelere okuma imkânı verdiği, böylece edebi ve ilmi eserlerin, yazarına geçimi için yeterince gelir kaynağı sağladığını belirtiyor. İşte bu nispeten bağımsızlık ortamı sayesinde müellifler aykırı düşüncelerini çok daha serbestçe ifade etmek olanağı bulabilmişlerdir. Söz konusu ortam yokken bilginler ve sanatkârlar muhtaç durumda idiler. Kral, padişah, lord, paşa; müellifi himaye eden artık her kim ise, patronajlık (gözetim ve denetim) de onun elindedir. Açıkça söylersek, müellif, kendisini himayesine almış bulunan patronun eline bakmak zorundadır. Bu patronlar seçkin sınıftır. Ziya Gökalp buna güzideler sıfatını vermiştir. Bir misal açalım:  Cezerî (1136-1206) Mardin Artuklu Sarayının baş mühendisi idi. Mekanik çalışmalarıyla tanınır ve Artuklu Sarayında kullanılmak üzere robotlar tasarladığı bilinir. Cezerî bütün bu çalışmalarını yürütebilmek uğrunda bir himayeye muhtaçtır. Onun hamisi Artuklu sarayıdır.

Halil İnalcık; Batı Avrupa’da, Rönesans İtalyası’nda, servet kaynağının toprak ve tarımdan uzaklaşarak, kentlere yani burjuvalara kaydığının altını çiziyor. Elbette böylesi bir değişimin Doğu’da yaşanmadığını da hatırlatıyor. Rönesansla birlikte sanatçıların ve bilim adamlarının patronları da değişecektir. Artık feodal-patrimonyal efendilerin yerini burjuva sınıfı dolduracaktır. Bu yeni efendiler sanat ve estetik felsefesine sahip bulunan seçkinlerdir. Kilisenin imtiyazlı mensuplarından da feodal beylerden de farklıdırlar. Medici ailesi olmasaydı diyor İnalcık, Floransa’nın büyük sanatkârları yetişemezdi.[4] Rönesans öncesi patrimonyal düzende her türden nimet ve mertebe hükümdardan kaynaklandığı için bu nimetlere erişmek tutkusuna kapılanlar ister istemez dalkavukluğa soyunacaklardır. Şair Fuzuli bu hususta yergide bulunurken müelliflerin ayyüzlülere (seçkinlere) kul olduklarını, ayyüzlülerin ise hükümdara kul olduklarını dile getiriyor. Böylece diyor İnalcık, büyük patron ile fertler arasında yakınlaşmayı sağlayabilecek nüfuzlu kimseler bulunur. Güzideler işte bu nüfuzlu kimselerdir. Fuzuli ya da başkası, doğrudan doğruya hükümdara (büyük patrona) erişemez. Elbette patronun gözünden düşmemek için de sanatkâr daima özenli davranmalı, büyük patronun hoşlanmayacağı işlerden kaçınmalıdır.[5] Böylesi bir ortamda düşünce özgürlüğünden söz edilemez.

Şimdi burada parantez açarak düşünce özgürlüğünün modern zamanlardaki çehresine göz atalım. George Orwell çağımızda entelektüel özgürlüğün iki yönden saldırı altında bulunduğunu yazıyor. Birinci saldırı totalitarizm savunucularından gelmektedir. İkinci saldırı ise tekel ve bürokrasidir. Orwell’a göre bir yazar ya da gazeteci aktif bir zulümden çok, toplumun genel yönelimleri tarafından sıkıştırılmaktadır. Düşünce ve basın özgürlüğü birtakım argümanların saldırısı altındadır. Orwell, özgürlüğün bir yanılsama olduğu değil, özgürlüğün istenmeyen bir şey olduğu kanısındadır.[6] Kaldı ki zaten Terry Eaglotan’dan Umberto Eco’ya kadar pek çok entelektüel tekelcilikten, yayınevlerinin baskısından ve çok bilmiş editörlerin tacizlerinden yakınmaktadırlar. Matbaa öncesinde düşünce özgürlüğüne kement vurulmuştur ama modern zamanlarda durum güllük gülistanlıktır diyemiyoruz. Fakat bu hep böyle gidecek, aykırı sesler her çağda birtakım engellere toslayacaktır.

Halil İnalcık 15. Yüzyılda Timurluların temsil ettiği bir rönesanstan bahis açar. Bu dönemde Herat, Buhara ve Semerkant gibi şehirlerde bilim ve sanat yükselişe geçmiştir. O dönemden kalma mimarlık yapıtları söz konusu yükselişin kanıtlarıdır. Öyle ki, sanat tarihçileri İtalyan Rönesansı ile Timurlular dönemini kıyaslamak ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu yükselişin nedenleri arasında zengin patronların çoğalmış olmasını sayanlar vardır. Timurlu sarayının yüksek bürokratlarından Uygur kökenli Ali Şir Nevayi son derece varlıklı bir kimsedir. Saray tarafından kendisine zengin toprak bağışları yapılmıştır. Nevayi ise sahip bulunduğu imkânları bilim ve sanata yönlendirmiş, edebiyatçıları ve mimarları beslemiş, çevresine topladığı pek çok kültür adamına patronajlık etmiştir. Timurlu sarayıyla yarışmak isteyen Fatih Sultan Mehmet muhtelif kültür adamlarını İstanbul’a çekebilmek uğrunda tek kişiye 5000 altın gibi yüksek rakamlar ödemeyi göze alabiliyordu.[7] Bugünkü anlamda buna transfer ücreti diyebiliriz. Kasidelere gelecek olursak; öbür dünyada Tanrı’nın rızasını kazanabilmek, bu dünyada güç sahiplerinin (patronların) himayesini sağlamak amacını güdüyordu kasideler. Bu koşullar altında dalkavukluğun ve yaltaklanmanın palazlanmasına İnalcık kesin gözüyle bakıyor. Nitekim işret meclisleri bunun apaçık görüntüsüdür. Osmanlı’dan Hindistan’a, Türkistan’dan Mısır’a bütün Şark dünyasını kaplamış olan bu sanat zevki Batı natüralizminden ve realizminden çok farklıdır. Batı sanatı gitgide dünyevileşirken Doğu kendi sanat anlayışının parlaklığında körleşecektir. Batı sanatında doğal ve açıkça ifade edilmiş çıplak insanî duygular ve betimlemeler geçerlidir.[8] Doğu sanatı ise hayallere ve sembolizme gömülecektir. Bu tercih, ayakların yerden kesilmesi, bir Şark rönesansı hamlesinin yarıda bırakılması anlamına gelmektedir.

Metin Savaş

[1] John U. Nef, Sanayileşmenin Kültür Temelleri, sayfa 164, Erol Güngör tercümesi, 1000 Temel Eser, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1971.

[2] İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi Türk Basın Tarihi Lisans Programı (Prof. Dr. Belkıs Ulusoy Nalcıoğlu, sayfa 11).

[3] Halil İnalcık, Şair ve Patron – Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2016.

[4] Halil İnalcık, Şair ve Patron, sayfa 8-11.

[5] Halil İnalcık, Şair ve Patron, sayfa 14-15.

[6] George Orwell, Yoksullar Evi, sayfa 42-43, Doğan Kitap, İstanbul 2021.

[7] Halil İnalcık, Şair ve Patron, sayfa 16-17.

[8] Halil İnalcık, Şair ve Patron, sayfa 36.