Tarih

Orta Çağ İslam Dünyasında Felsefe Karşıtları: Düşünüyor, O Halde Vurun!

Orta Çağ ve İslam felsefecisi Doç. Dr. Hasan AYDIN, Orta Çağ İslam dünyasında Felsefe karşıtlığı hakkında çok önemli fetvaları derledi ve Türkçeleştirdi. Bu fetvalar göstermektedir ki İslam tarihinin en önemli dini önderlerinden Şafii, Ebu Hanife, Maliki, Hanbel, Cüveyni ve Gazzali gibi isimler, felsefeyle uğraşan İbn Sina ve Farabi gibi isimleri zındık ve kafir; felsefenin doğrudan kendisini ise zındıklık ve küfürbazlık olarak görmüşlerdir. 

GAZALİ: “Filozofların kitaplarını okumak, içlerinde bulunan desise ve tehlike nedeniyle yasaklanmalıdır. İyi yüzemeyeni nehir kıyısında dolaşmaktan menetmek gerektiği gibi, halkı da bu kitapları okumaktan alıkoymak gerekir.” 

İBN SALAH: “Sultan, filozofların inançlarına bağlı olduğunu söyleyenleri, İslam ve kılıç arasında tercihe zorlamalıdır.”

İBN TEYMYE: “Filozoflar, Müslüman değildirler; onlar Yahudi ve Hıristiyan da değildirler; aksine müşriklerin durumu bile onlardan daha iyidir.” 

ERKEN DÖNEM FIKIHÇILARIN FETVALARI

Herevî (H. 481), Zemm el-Kelâm adlı yapıtında, Şafiî’ye şu sözü iliştirir: “Benim kelâm ehl-i (ve felsefe) hakkındaki hükmüm, Ömer’in Sabîğ hakkındaki hükmü gibidir.” Sabîğ, Halife Ömer döneminde Medine’ye gelip, Kur’an’ın kimi müteşabihlerinden, müşkillerinden ya da yaratılışından soru sormaya başlayan birisidir. Onun haberi kendisine ulaştığında Ömer kızar ve onu döver. Basra’ya sürgün edilmesini emreder. Şafiî onun dövülmesinin nedenini yalnızca, şüphe ve bidat izi taşıyan Kur’an’ın müteşabihleri konusundaki sözüne bağlar. Böylece anılan olay, Müslümanlar arasında ayrılık yaratmasından korktuğu Kelâm’ı (ve felsefeyi) yasaklamasının (tahrîm) kanıtı olur.(1)

Şafiî’nin kelâm (ve felsefe) biliminin yasaklanmasındaki üçüncü delili, kitap ve sünnete muhalif oluşta mantığı peşinden sürüklemesi ya da ikisinin terkine ve unutulmasına neden olmasıdır. Onun şu sözü buna işaret etmektedir: “Kelâm (ve felsefe) erbabı hakkında benim hük­müm şudur: Onlara sopa atmalı, develere bindirip aşiretler ve kabileler arasında dolaştırarak, Kitap ve Sünneti bir yana bırakıp da Kelâma yönelmenin cezası işte budur, diye nida edilmelidir.”(2)

Mâlik b. Enes (H. 179) kelâm (ve felsefe) bilimini yermekte Şafiî ve Ebu Hanife ile ortaklaşmaktadır. Nitekim kendisine soru sormaya gelen adama şöyle dediği aktarılır: “Öyle sanıyorum ki, sen Amr b. Ubeyd’in ashabındansın; Tanrı, bu kelâm işine bulaştığı için onu lanetlemiştir.”(3)

Öyle görünüyor ki, bu hadisçiler ve fıkıhçılar, dine ilişkin bir şeyi tartışırken din hakkında cedeli yasakladığını belirtilen Hz. Muhammed’in bir sözüne dayanarak, tıpkı onun gibi, bu konumda kalmakla yetinmeyi tercih etmektedirler: “Ey ümmet-i Muhammed, gün ışığında yolunuzu şaşırmayınız; ben size bunu mu emrettim, sizi bundan nehyetmedim mi? Bundan önce, bu türden şeyler söyleyenler helak oldu. Hayrının azlığı nedeniyle tartışma ayrılığa yol açar; az bir faydası olsa da tartışma, parçalar, kardeşler arasında düşmanlık meydana getirir… Beni İsraili tartışma 71 fırkaya, Hıristiyanları ise 72 fırkaya ayırdı. Benim ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacak ve biri hariç diğerleri yolu şaşıracaktır. Kurtuluşa erenler, benim ve ashabımın yolunda olanlardır.”(4)

Cahız, Halk el-Kur’an ve Gayrihi adlı yapıtında, Ahmet b. Hanbelin konumunu şöyle izah eder: Kelam (ve felsefe) bilimine ve delillerine karşıydı; zira selef ona göre bu konulara hiç bulaşmamıştı. Onlara tabi olduğunu söylüyordu. Alkul Kur’an konusundaki selefi tavrı yüzünden Abbasi hükümdarları Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde işkenceye uğradı. (5)

GAZZALİ’NİN FETVALARI

“Birisi dese ki; (Tehafüt el-Felâsife’de) filozofların görüşlerini ayrıntılı olarak açıkladınız. Şu durumda kesin bir biçimde onların kâfir olduklarına ve onlar gibi inananların öldürülmesi gerektiğine hükmeder misiniz?

“Deriz ki; üç sorunda onların kâfir olduğuna hükmetmek kaçınılmazdır. İlki, evrenin ve bütün cevherlerin öncesiz (kadim) olduğuna dair görüşleri; ikincisi, Tanrı’nın önceli olan (hadis) tekil ve bireyselleri bilgisiyle kuşatamadığı görüşü; üçüncüsü ise, bedenlerin (cesed) diriltilmesi ve haşrini inkâr etmeleridir. Bu üç sorunda filozofların görüşleri hiçbir suretle İslam ile örtüşmez. Filozoflara inanan kişi, peygamberlerin yalancı olduğuna inanmış olur. Zira onlara göre peygamberlerin söyledikleri şeyler, maslahat icabı halk kitlelerine sorunları anlatabilmek için gerçekle ilgisi olmayan temsillerden ibarettir. Oysa bu, hiçbir Müslüman grubun inanmadığı açık bir küfürdür. Bu üç sorunun dışında kalan Tanrının sıfatları konusundaki tasarrufları ile bunların birliğine (tevhid) inanmalarına gelince, bu sorunlardaki görüşleri Mutezile’ye yakındır. Tabii nedenlerin zorunluluğu hakkındaki görüşleri de Mutezile’nin tevellüd (doğuş) görüşüyle aynıdır. Onlardan naklettiğimiz diğer görüşlerinin hepsi de, İslam mezheplerinin birinin ileri sürdüğü görüşe benzer. Yalnız bu üç esas sorun böyle değildir. Bidat ehlini kâfirlikle suçlayan kişi, bu üç sorunun dışında pek çok sorundan dolayı da filozofların kâfir olduğuna hükmeder. Onlara (bidatlerinden dolayı) küfrü nispet etmeyen kişi ise, filozoflara yalnızca bu üç sorunda küfrü nispet eder. Bize gelince, biz kitabın amacının dışına çıkmamak için şu anda bidat sahiplerinin tekfir ve onların doğru olan ve olmayan görüşlerini incelemeye geçmeyeceğiz. Doğruya ancak Tanrı ulaştırır.”

(Gazzali, Tehafüt el-Felâsife, s.204.)

Osman Hamdi Beyin “İlahiyatçı” isimli tablosu

“Burada felsefenin kötü olan ve olmayan kısımları hangileridir; filozoflar hangi sözlerinde tekfir edilirler, hangilerinde edilmezler, hangi hususlarda bidat ehlinden sayılırlar, hangilerinde sayılmazlar; hakikat ehlinin sözlerinden çalıp batıl iddialarını kabul ettirmek için kendi sözlerinin arasına kattıkları nelerdir; halk onların hakikat diye iddia ettikleri bu sözlerden nasıl nefret etmiştir; hakikat sarrafı olanlar, onların sözlerinden saf hakikati, sahtesinden nasıl ayırt etmişlerdir gibi sorulara yanıt bulmaya çalışacağım. (…) Felsefeyi anladıktan sonra, bir seneye yakın bir zaman, tekrar ederek gaye ve derinliklerini araştırdım, devamlı düşündüm. Nihayet desise, hakikat ve hayallere şüphe bırakmayacak bir şekilde bilimlerine muttali oldum. İşte şimdi, filozofun ve bilimlerinin hikayesini dinle:

Onları birkaç sınıf, bilimlerini de, birkaç kısım halinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında hakka yakınlık ve uzaklık farkı gözetmeden küfür ve sapkınlık (ilhad) damgası vurmak gerekir. Filozoflar, fırkalarının çokluğuna ve mezheplerinin çeşitliliğine rağmen üç kısma ayrılırlar. Dehirler, Tabiatçılar ve İlahiyatçılar.

Dehriler, en eski filozoflar zümresidir. Evreni idare eden ve her şeye muktedir olan bir yaratıcının varlığını inkar etmişlerdir. Evrenin bir yaratıcı tarafından değil de, öteden beri kendiliğinden mevcut olduğunu, canlının spermden, spermin de canlıdan meydana geldiğini, böylece ebedi olarak devam ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bunlar zındıktırlar.

Tabiatçılar, en çok doğal evreni, hayvan ve bitkilerin dikkate değer taraflarını araştıran filozoflardır. Onların en çok uğraştığı konu, hayvan uzuvlarının cerrahisidir. Bu çalışmaları sırasında, canlılarda Tanrı’nın yaratışının, kendilerini yaratan, hakim, hadiselerin gaye ve maksatlarına muttali kadir bir Tanrı’nın varlığını itirafa zorlayan eşsiz hususiyetlerini, hikmetinin yüksekliğini gördüler. Anatomi bilimini ve kısımlarını, faydalarının hikmetlerini tetkik eden her insanda, hayvan ve bilhassa insan vücudunu yaratan Tanrı’nın kemaline dair zaruri bir bilgi meydana gelir. Şu kadar var ki, bu filozoflar, tabiatı pek fazla incelediklerinden, mizaç itidalinin, hayvan kuvvetinin teşekkülü üzerinde büyük bir etkinin olduğunu düşündüler. Sonra insanın akıl yetisinin mizaca bağlı olduğunu, mizacın bozulmasıyla bozulduğunu; yok olursa tekrar var olamayacağını zannettiler. İddia ettikleri tarzda hareketle nefsin öldüğüne ve dönmeyeceğine inandılar ve sonuç olarak ahireti inkar ettiler. Cenneti, cehennemi, kıyameti ve hesabı da inkar ettiler. Onlara göre ibadet için sevap, günah için azap yoktur. Nihayet bağlarından çözülüp hayvanlar gibi şehevi arzulara daldılar. Bunlar da zındıktır. Çünkü iman esası Tanrı’ya ve ahret gününe inanmadır. Hâlbuki onlar, Tanrı’ya ve sıfatlarına inanmışlarsa da, ahret gününü inkâr etmişlerdir.

İlahiyatçılar, filozofların sonraki grubudur. Aralarında Sokrates, Platon ve Aristoteles vardır. Aristoteles, onlara mantığı yazan, bilimleri geliştiren ve istifade edilir kılan kişidir. Böylece bilgileri anlaşılır hale gelmiştir. Bu filozofların hepsi, anılan iki grubun yani Dehrilerin ve Tabiatçıların görüşlerini reddetmişler ve rezaletlerini başkalarına bırakmayacak şekilde ortaya koymuşlardır. Onları birbiriyle çarpıştırarak Tanrı savaş hususunda müminlere yardım etti mealindeki ayete göre, müminlerin onları reddetmelerine gerek kalmadı. Sonra Aristoteles Platon’u, Sokrates’i ve ondan önceki filozofları, hepsinden uzaklaşıncaya kadar tam manasıyla reddetti. Ancak onların küfürlerinden ve bidatlerinden kötü taraflar kalmıştı; kendilerinden tamamıyla sıyrılmaya güç yetiremedi. Bu nedenle, onları ve İslam filozoflarından Farabi ve İbn Sina ile diğerleri gibi onları takip edenleri de kafir saymak lazımdır. Şu da eklenmeli ki, İslam filozoflarından hiçbirisi Aristoteles’in felsefesini bize Farabi ve İbn Sina gibi doğru nakledememiştir. Bu iki filozofun haricindekilerin naklettikleri şeyler, inceleyenlerin kalplerini rahatsız eden hata ve karışıklıklardan salim değildir. Anlaşılmayan bir şey nasıl ret ya da kabul edilir? Aristoteles’in Farabi ve İbn Sina’nın nakillerine göre bilinen bütün felsefesi üç kısma ayrılır; bir kısmı küfrü gerektirir; bir kısmı bidat içerir; bir kısmı da özde inkârı gerektirmez.”

Abbasi Dönemi El Yazmasında, Aristo ve İslam Felsefecilerini Gösteren Minyatür

(Gazzali, el-Munkiz Min ed-Dalal, s.11-13.)

“Filozofların kitaplarını okumak, içlerinde bulunan desise ve tehlike nedeniyle yasaklanmalıdır. İyi yüzemeyeni nehir kıyısında dolaşmaktan menetmek gerektiği gibi, halkı da bu kitapları okumaktan alıkoymak gerekir. Yine çocukları yılanlardan korumak icap ettiği gibi, kulakları da bu sözlerin tehlikelerinden uzak tutmalıdır.”

(Gazzali, el-Munkiz Min ed-Dalal, s.16.)

“Bunların bu şekilde tekfir edilmeleri, küfrün -mesela köle ve hür olma hali gibi- şer’i bir hüküm oluşundandır. Çünkü bir kimseyi tekfir etmenin manası, o kimsenin öldürülmesinin mübah olması ve ahrette cehennemde ebedi kalacağına hükmedilmesidir. (…) Zira tekfir, tekfir edilenin malının alınması, kanının dökülmesi, cehennemde ebedi kalınmasına hükmedilmesi gibi önemli neticeler doğuran şer’i bir hükümdür.”

(Gazzali, Faysal et-Tefrika Bey el-İslam ve ez-Zendaka, s.137.)

İBN SALAH’IN FETVASI

Soru: (…) İbn Sina’nın eserleriyle uğraşmak, kitaplarını incelemek caiz midir? Yine onun ulemadan olup olmadığına inanmanın hükmü nedir?

Cevap: Bu caiz değildir. Kim bunu yaparsa, dinini yitirir ve büyük bir fitneye maruz kalır. O ulemadan değildir; aksine insan şeytanlarından bir şeytandır. (…)

Soru: Mantık ve felsefe öğrenimi ve öğretimi ile uğraşanlar hakkında ne dersin; mantık biliminin özlü ve ayrıntılı bir biçimde öğrenimi ve öğretimi şeriat açısından mübah mıdır; sahabe, tabiun, selefi salihten müçtehid imamlar felsefe ve mantık öğrenimi ve öğretimi konusunda neler söylemişlerdir; şer,i hükümlerin ispatında mantık biliminin terimlerini kullanmak caiz midir; şer’i hükümlerin buna gereksinimi olup olmadığı konusunda ne diyorsun; mantık ve felsefenin açıkça öğretimini yapanlar karşısında gerekli olan nedir; bir sultan, kendi döneminde kimi şehirlerde (bilâd) kimi şahısların felsefe eğitim ve öğretimiyle uğraştıklarını, kitaplar tasnif ettiklerini ve medreselerde ilim öğrettiklerini görürse ne yapmalıdır; sultanın, bu şehirlerdeki felsefecileri azletmesi ve insanları onların şerrinden koruması gerekir mi?

Cevap: Felsefe aptallığın ve çözülüşün temelidir (üss es-sefeh ve el-inhilal). Tüm sapıklıkların, başkaldırının, zındıklıkların ve yanlışlıkların nedenidir (madde). Felsefeyle uğraşan kişi, şeriatın güzellikleri ve açık kanıtları karşısında kör olur; felsefe öğrenen ve öğreten sapıtır ve haktan uzaklaşıp şeytanı önder edinmiş olur. (…) Mantığa gelince, o da felsefenin girişidir; şerrin girişi de şerdir. Dolayısıyla, onun öğrenim ve öğretimiyle uğraşmak da şer’i olarak caiz değildir. Ne sahabe, ne tabiin ne selefi salihin ne de müçtehit imamlar onu mübah saymışlardır. (…) Şer’i bilimlerdeki araştırmalarda mantık terimlerini kullanmaya gelince, şer’i bilimlerin -Tanrıya hamdolsun ki- mantık ve terimlerine gereksinimi yoktur. Mantıkçıların tanım ve kesin kanıtla (burhan) ilgili iddiaları geçerizdir. Şeriat ve şer’i bilimler tamamlanmıştır; şer’i bilimlerin öncüleri, ortada ne mantık ne de felsefe varken, gerekli olan bilimi bütün derinliği ve ayrıntısıyla ortaya koymuşlardır. Bir yararı olduğunu düşünüp felsefe ve mantıkla uğraşanların, onu öğrenen, öğreten ve bu konuda kitaplar yazanların şerrinden Müslümanları korumak sultana düşer. Sultan bunlarla uğraşanları soruşturup medreseden çıkartmalı, hâlâ aynı şeyle uğraşanlar varsa, onları takip ettirmeli, filozofların inançlarına bağlı olduğunu söyleyenleri ise, İslam ve kılıç arasında tercihe zorlamalıdır.”

(İbn Salah, Fetavâ İbn Salah, s.94-97.)

İBN TEYMİYE’NİN FETVASI

“Felsefecilere gelince onların durumu, Yahudiler ile Hıristiyanların durumundan da kötüdür. Çünkü onlar, berikilerin cehalet ve sapıklığı ile ötekilerin facirlik ve zalimliklerini bir araya getirerek cehalet ve zalimlik alanında Yahudileri ve Hıristiyanları geride bıraktılar. Nedenine gelince onlar, mutluluğu, sadece gerçeği bilmeye bağlı saydılar, insanın varlık alemi ve akıl prensipleri ile uyum içinde bilgi sahibi olmasını mutlu olması için yeterli gördüler. Arkasından da Tanrı’nın zatı, isimleri, sıfatları, melekleri, kitapları, peygamberleri, yarattıkları ve emirleri hakkında çok zayıf bilgilerle yetindiler. Böylece cahillikleri bilgilerinden daha büyük ve sapıklıkları hidayetlerinden daha baskın oldu. Başka bir deyişle, basit cehaletle katmerli cehalet arasında dönüp dolaşır oldular. Çünkü onların tabii bilimler ile matematik alanında söyledikleri sözler nefsin kemalini sağlayamaz, bu konuda yararlı da değildir.”

(İbn Teymiye, İman Üzerine, Salih Uçan çevirisi, s.189.)

“Filozoflar, Müslüman değildirler; onlar Yahudi ve Hıristiyan da değildirler; aksine müşriklerin durumu bile onlardan daha iyidir. (…) Kelamcılar, açık sapıklıkları (ihad) ve İslam’a muhalefetleri nedeniyle, evrenin öncesiz olduğu, tanrının tikellere dönük bilgisini yadsıdıkları ve ahreti reddettikleri için onları reddettiler. Bu üç meselede Ebu Hamid el-Gazzali, Tehafüt el-Felasife’de dinsizlikle suçladı.”

(İbn Teymiye, er-Redd alâ el-Mantık, s.244.)

İBN HALDUN’UN FETVASI

“Felsefenin boş ve yararsızlığı hakkında:  (…) Felsefî bilimler şehirlerde çok yayılmıştır. Bu bilgilerin dine olan zararı büyüktür (…) Bununla beraber, hikmet ve felsefe bilgileri okuyacak olan kimse, ilk önce tefsir (Kuran yorumbilimi), fıkıh (İslam hukuku) ve diğer dini bilgileri hakkıyla öğrenmeli ve ancak bundan sonra, felsefî bilgileri öğrenmeye başlamalıdır. İslamî bilgileri bilmeyen kimse, bu bilgileri öğrenmeye yanaşmamalıdır. Çünkü dini bilgileri bilmeyenlerden, bu bilimlerin ölüme götüren hallerinden sağlamca kurtulanları azdır.”

(İbn Haldun, Mukaddime, cilt: III; Z. K. Ugan çevirisi, s.112-113.)

Hazırlayan: Doç. Dr. Hasan AYDIN

Dipnotlar

1) es-Suyûtî, Savn el-Mantık ve el-Kelâm an Fenn el-Mantık ve el-Kelâm, s.18.

2) es-Suyûtî, Savn el-Mantık ve el-Kelâm an Fenn el-Mantık ve el-Kelâm, s.31.

3) es-Suyûtî, Savn el-Mantık ve el-Kelâm an Fenn el-Mantık ve el-Kelâm, s.32-33.

4) es-Suyûtî, Savn el-Mantık ve el-Kelâm an Fenn el-Mantık ve el-Kelâm, s.36.

5) Cahız, Kitâb Halk el-Kur’an, er-Resail Kelamiyye, Beyrut 1987.