Tarih

Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak ile Eski Türk İnançları Üzerine Söyleşi

Prof. Dr. Ahmet Yaşar OCAK / Arkeolog Sergen ÇİRKİN

İslam öncesi Türkler gerçekten monoteist (tek tanrıcı) bir inanca mı sahipti? Eğer öyleyse bu monoteist inancı, dış kültürlerin etkisiyle mi benimsediler; yoksa kendi iç dinamikleriyle zaman içinde mi geliştirdiler?

İslam öncesi Türkler dediğimiz zaman tek parça, homojen bir milletten bahsetmediğimizi öncelikle belirtelim. Bu dönemde pek çok farklı Türk boyu, farklı coğrafyalarda yaşıyorlardı. Bu nedenle eski Türk inançlarından bahsederken, toptancı bir tavırla ne hepsine tek tanrıcı demek, ne de hepsine çok tanrılı veya Şamanist, Budist veya Maniheist demek doğru olur.

Türkler içinden bazı gruplar, zaman içinde yüce, her şeye hâkim bir tanrının varlığına ulaşmış olabilirler. Bu mümkündür. Zaten eski Türklerin yaşadığı yüzyıllarda ve o coğrafyalarda Türkleri etkileyecek tek tanrılı bir din etraflarında mevcut değildi. Bozkırın sonsuz gökyüzü altında yaşayan konargöçer Türkler, yüce bir yaratıcının varlığını algılamakta güçlük çekmemiş olmalılar. Ama bu tip bir tek tanrı inancı, bütün Türk boylarını kapsamıştır demek, kanaatimce yanlıştır; yanlıştır çünkü sosyolojik ve tarihsel vakıaya uymaz.

Şunu da unutmayalım:  Eski Türklerin tahayyülündeki tek tanrı, elbette Semavi inançlarda görülen şekilde bir tek tanrı değildi. Eğer varsa, ki var, böyle düşünen meslektaşların yanıldığını düşünüyorum. Rahmetli İbrahim Kafesoğlu, Osman Turan ve Hikmet Tanyu’nun ifade ettiği gibi “Türkler zaten İslam’ı kabul etmeselerdi de tek bir tanrı fikrine ulaşmışlardı” gibi bir görüşe katılmak bence o kadar kolay değildir.

“Doğum ve ölüm” kavramları özelinde, eski Türklerin geliştirdiği inançlar nelerdir? Bu inançların, sonraki yüzyıllarda benimsenen yeni inançlara etkileri olmuş mudur?

Orta Asya coğrafyası dediğimiz bu sert iklimli uçsuz bucaksız bozkır, oralarda yaşamakta olan muhtelif Türk topluluklarının inançlarını şekillendiren en temel faktör olmuştur. Bir defa bunu unutmayalım ve ne demek olduğunu iyi düşünelim. Onların inançlarında gördüğümüz, günümüz tarihçilerinin “tabiat kültleri” tabir ettiği inançlar, bu coğrafyanın ürünüdür. Pek çok toplumda olduğu gibi eski Türklerde de ruh ve ahiret inancı vardı. Bu yüzden ölüm her şeyin bittiği bir son değildi. Ruhun kuş olup uçarak bedeni terk ettiğine inanılırdı. Dede Korkut hikâyelerini hatırlayınız.  Ölmüş ataların ruhları da tabiat kuvvetleri gibi kutsaldır. Atalar kültü dediğimiz güçlü inanç, bunun sonucudur.  Mezarları ziyaret edilir ve onları memnun etmek için adaklar adanır.  Ata ruhlarının aileyi koruduğuna inanılır.

Türkler göçebe olmalarına rağmen cenazeyi bir köşeye atmazlar, ölüye büyük saygı duyar ve çeşitli merasimlerle onu ya defnederler veya Kırgızlarda olduğu gibi (bilhassa sert kışlarda donmuş toprağı kazıp mezar yapmak hayli güç olduğu için olsa gerek) yakarlardı. Ölüm sonrası uygulamalar arasında: Yas tutmak, ölünün mezarı başına “balbal” tabir edilen mezar taşlarını dikmek ve cenaze yemekleri sayılabilir. Halkımız bunların ölünün arkasından mutlaka yerine getirilmesi gereken “olmazsa olmaz” İslami inançlar olduğuna inanır. Oysa bunlar İslam’a değil Türklere ait şeylerdir.

Türkler son bin 500 yıl içinde kitleler halinde birkaç defa din değiştirmiş, benimsedikleri yeni dini çoğu kez bir devlet dini haline getirmişler. Türklerin, bu kadar kısa bir zaman diliminde, birkaç kez din değiştirmiş olmalarının sebepleri sizce nedir?

Aslında mesele zamanın uzunluğu veya kısalığında da değil; Türklerin oldukça sık coğrafya değiştirmiş ve farklı milletlerle temas kurmuş olmalarındadır. Bu yüzden farklı Türk toplulukları, aynı zamanda farklı mekânlarda ve hatta bazen aynı zaman ve mekânlarda farklı dinlere girmişlerdir. Bu değişimleri ve geçişleri, o değişimlerin vuku bulduğu dönemde Türklerin ve çevrelerinin siyasal, ekonomik ve toplumsal konumlarına bakarak, o konumların hâsıl ettiği şartların yarattığı tesirleri dikkate alarak incelememiz, değerlendirmemiz gerekir. Çünkü dinlerin tarihi toplumların tarihinden ayrı düşünülemez. Aksi takdirde tarih boyunca bir toplumun geçirdiği, siyasi, ekonomik ve toplumsal değişimleri hesaba katmaksızın o toplumun dini geçmişini de anlayamayız.

Biliyorsunuz, Türkler tarih boyunca Orta Asya denilen çok geniş bir coğrafyada dağınık ve birbirinden oldukça da farklı, değişik gruplar halinde çoğunlukla göçebe topluluklar olarak yaşıyorlardı. Az öncede işaret ettiğimiz gibi, “Eski Türkler” dediğimizde, Orta Asya’da monolitik bir yapıya sahip homojen bir milletten bahsedemeyiz. Eğer böyle düşünüyorsak bu bugünkü algılarımızın zihinlerimizde yarattığı doğru olmayan bir algıdır. Çünkü Türk toplulukları, eski çağlarda, birbirinden oldukça farklı gruplar halinde yaşamaktaydılar. Kentlerde yaşayanları da vardı, fakat onlar asıl nüfusa göre sayıca daha az idiler. Kendilerinden hem medeni seviye itibariyle, hem de siyasal, ekonomik ve kültürel olarak (ki bununla daha ziyade Çin ve İran imparatorluklarını kastediyorum) daha düzenli, yerleşik konumda olan toplum ve devletlerle çevrili idiler. Zaman içerisinde ister istemez belli hususlarda onların etkileri altında kaldılar, hatta zamanla Türkler de onları etkilediler.

Eski Türklerin çoğunlukla konargöçer toplumlar olmaları, onların çevrelerindeki bu köklü yerleşik kültürlerin etkisi altına girmelerine ve sık din değiştirmelerinin sebep olmuştur. Öte yandan konargöçer hayat tarzı, eski Türklerin dini tutuculuktan uzak bir dünya görüşü geliştirmelerine de neden oldu. Nitekim benzer bir dünya görüşü Moğollarda da görülebilir. Türkler ve Moğollar, Orta Asya’dan Orta Doğu’ya uzanan hâkimiyet sahaları boyunca bu bölgelerde yaşayan halkların dinlerine hiçbir şekilde karışmadılar. Yalnız bunu derken şunu da unutmamamız gerekir: Bu öyle sanıldığı gibi felsefi arka planı olan bir tutum olmaktan çok, problemsiz bir yönetim sağlamak amacından kaynaklanan pragmatik bir tutumdur. Nitekim bu Osmanlılarda da böyle idi.

Türk tasavvuf akımları içinde “marjinal” gibi duran birtakım grupların var olduğunu görüyoruz. Söz konusu tasavvufi grupların inanç sistemlerinde, İslam öncesi Türk ve Türk dışı inançların etkileri var mıdır, varsa bu etkiler nelerdir?

Türkler İran, Soğd ve Maveraünnehr üzerinden İranlı ve Arap tacirler ve sufiler aracılığıyla İslam’la tanıştılar. Bir yandan bahsedilen coğrafyanın İslam öncesi Budist ve Maniheist mistik kültürleri, öte yandan Türklerin kendilerine ait Şamanist inanç ve gelenekler; İslam sonrası Türk topluluklarının muhtelif katmanlarında, yerine ve zamanına göre az veya çok İslam’la karıştı. Şüphesiz ki saydığımız mistik inançlar, tasavvufun Türkler arasında geniş bir kabul görmesini kolaylaştırmıştır. Mesela 10. yüzyılda yaşamış ünlü mutasavvıf Tirmizli Hakîm, Maveraünnehr’deki Budist ve Maniheist kültürlerden etkilenmiştir ki bunu konunun uzmanları iyi bilir ve zaten kendi eserlerinde de bu etkileri görebiliyoruz. Onunla başlayan tasavvuftaki meşhur  “kutup” anlayışının, zamanla gelişerek Muhyiddin İbn Arabi ile doruk noktasına çıktığı ve bütün İslam coğrafyasına yayıldığı ve tasavvufun “olmazsa olmaz” bir inancı ve kavramı haline geldiği bilinmeyen bir şey değildir.

TASAVVUFTAKİ BUDİST PRENS HİKAYESİ

Budist ve Maniheist inançlara ait eski mistik öğretilerin, zaman içinde tasavvufa girdiğini belirtiyorsunuz, bunu birkaç örnekle açabilir misiniz?

Bu konuda halk arasında çok popüler olan İbrahim Edhem menkıbesine bakmak bir fikir verebilir. Bu menkıbe, Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya adlı meşhur eserinde genişçe anlatılmıştır. Menkıbe şöyledir: Belh sultanı olan İbrahim Ethem, (Belh bilindiği gibi Budizm’in İslam’dan önceki ana merkezlerinden biridir) bir gece sarayın damından gelen gürültüler nedeniyle uykusundan uyanır. Sultan “kim var orda?” diye bağırdığında Hızır “benim” der ve içeri girip kendini tanıtır. Hızır İbrahim Edhem’e sorar: “Bu saray kimin?” Sultan “benimdir” der. Hızır, “peki senden önce kimindi?”. Sultan, “babamındı”. Hızır, “peki ondan önce kimindi ?” diye sormaya devam eder; Sultan “onun babasınındı” cevabını tekrarlar. Sonra Hızır, “peki şimdi onlar neredeler?”  diye sorar. Sultan “öldüler” der. Hızır “peki sen öldükten sonra bu saray ne olacak?” dediğinde, Sultan gaflet uykusundan uyanır ve sultanlığı bırakarak sufiliği seçer ve “demir asâ, demir çarık” yollara düşer. İbrahim Ethem’in bu menkıbesi, aslında Budizm’in kurucusu prens Buda’nın hikâyesinden başkası değildir.

Şunu demek istiyorum: Bu ve benzeri Budist, Maniheist anlatılar, İslam sufiliğine tesir etmiş, İslamileşerek tasavvuf kaynaklarına geçmiştir. Şeyhlerin menkıbelerinde keramet hikâyeleri olarak bolca kullanılmıştır. Bazı insanlar bunları İslamî birer inanç olarak algıladılar, kuvvetle bağlandılar. Sadece Türkler arasında değil, diğer Müslüman toplumlar arasında da bu tesirleri görmek şaşırtıcı olmuyor. İşte “marjinal sufilik” denilen tasavvuf akımı ve toplulukları, bu ve benzeri inanç ve uygulamaların yoğun olduğu akım ve topluluklardır. Bunların pek çok örneği İslam toplumlarında görülmüştür ki en tanınmışlarından birinin Kalenderîlik olduğunu söyleyelim.

Tabii mesele böyle birkaç örnekle izah edilecek kadar basit değildir aslında. Zaman içerisinde pek çok katkı ile özümsenerek gelişmiş, sufi çevrelerde işlenmiş, sadece Türklerinki değil, İslam’a giren başka milletlerin de eski inançları, İslami kavram ve inançlarla tam bir sentez halinde zamanla kompleks bir olgu haline gelmiştir. Son olarak şunu bir daha vurgulayalım: İnançlar kendiliğinden hiçbir zaman yok olmaz. Ancak yeni ortamlarda yenileriyle birleşerek, yeni yorumlara dönüşerek varlıklarını bir şekilde sürdürürler. Bu kaçınılmaz bir tarihsel ve sosyolojik gerçekliktir.

ÖNCE HÜKÜMDAR DİN DEĞİŞTİRİR

Eski Türklerin oldukça sık din değiştirmiş olduklarını söylediniz; peki söz konusu yeni dinlere geçiş aşamaları nasıl yaşanmıştır?

Türklerde din değiştirme, demin kısaca işaret ettiğim sebeplerden dolayı, genellikle ilk önce hükümdarlar ve hanedan üyeleri ile başlamıştır. Halk ise bu durumu zaman içinde ya benimsiyor veya benimsemiyordu. Yani hanedan üyelerinin din değiştirmesine rağmen halk o dini benimsemeyebiliyor ve eski inançlarını sürdürmeye devam edebiliyordu. Bu durumun en tipik örneği Hazarlardadır. Bilindiği gibi Hazarlarda hükümdar ailesi Museviliğe geçmişti ama ahali arasında bu o kadar taraftar bulmadı.

Eğer halk bu yeni dini benimserse, sosyolojik sürecin kaçınılmaz neticesi olarak, eski inançlar ve yeni inançlar kaynaştırılarak birlikte yaşatılıyor. İslam öncesi Uygurlar, bu inanç harmanının güzel örneğidir. Uygurlarda Budizm ve Maniheizm, eski Şamanik inançlar ve pratiklerle karışmak suretiyle Uygurlara has bir mahiyet kazanmıştır.

Bazen de hükümdar ve halkı, yeni dinin kurallarını topluca benimseyebiliyor. 10. yüzyılda önce İdil boylarında yaşayan Bulgar Türklerinin, kısa bir müddet sonra da Karahanlılar’ın Müslüman olması, hanedan ve halkla birlikte olmuştur.  Meşhur Satuk Buğra Han menkıbesi,  Samanoğulları aracılığıyla Karahanlıların Müslüman oluşunun hikâyesidir. 

Türklerin Müslümanlığa geçişi konusunda şunu asla gözden kaçırmamalıyız: Abbasi Devleti’nin yönetimindeki 9-11. yüzyıl İslam dünyası, siyasi, ticari ve medeni bakımdan çağının en güçlü ve en parlak coğrafyasıydı, dolayısıyla bu yüzyıllarda İslam Dünyası büyük bir cazibe merkezi haline gelmişti.

Türkler, kitleler halinde Orta Doğu’ya akarlarken bu medeni ve siyasi cazibenin tesir alanına girdiler. Oğuzlar, Karahanlılardan sonra Türklerin İslamlaşma sürecinin başrol oyuncusu oldular. İslami dönem batı Türk tarihi, 11. yüzyıldan itibaren, Selçuklular ve Osmanlılar dâhil, bir anlamda Türkmen denilen Müslüman Oğuzların tarihidir.