DÜŞÜNCE

Bireysel Sömürgecilik Çağının Mağara Sakinleri

İçerisinde bulunduğumuz çağ artık o bildiğimiz yeniçağ değildir. Bununla birlikte içerisinde bulunduğumuz çağ o bildiğimiz yeniçağın uzantısıdır. Kimileri bu çağa postmodern zamanlar diyor, kimileriyse yeni modern zamanlar demeyi yeğliyor. İçerisinde bulunduğumuz bu acayip çağı modernliğin zirvesi olarak tanımlayanlar da vardır modernliğin karşıtı olarak değerlendirenler de vardır. Richard Sennett “yeni kapitalizm kültürü” derken Anthony Giddens ise bu acayip zamanları “modernliğin sonuçları” şeklinde görmektedir. Her halükârda kapitalizm kültürü devam etmektedir ve fakat kısmen değişmiş ve kısmen dönüşmüş olarak sürüp gitmektedir. Jean Baudrillard’ın enine boyuna irdeleyip çözümlediği “tüketim toplumu” Zygmunt Bauman’a göre “akışkan modernite” toplumudur. Aslına bakılırsa mevcut belirsizliği (ya da karmaşayı) vurgulayan tanım ve kavram uyuşmazlığı tam da içerisinde bulunduğumuz çağın özelliğidir. Kaos çağındayız.

Akışkan Modernite hem hızdır, hem kaypaklıktır, hem kozmopolit yaşam tarzının alabildiğine serpilip yayılmasıdır, hem de önü kesilemeyen kargaşanın meşruiyet kazanarak adeta yasallaşmasıdır. Ne var ki söz konusu yasallaşma devletlerin değil bireylerin dayatmasıdır. Devlet erki ne kadar güçlü olursa olsun artık günümüzde kozmopolit kurallar bütünü geçerlidir. Esas olan kimliksizliktir. Dünyanın bütün kentlerindeki caddelerde MC Donalds zincirlerini görüyoruz. Sümerbank mağazalarının LC Waikiki mağazalarına dönüşüyor olması kapitalizmin tartışmasız zaferidir. Bütün dünya televizyonlarında neredeyse tek merkezli yarışma programlarının izleniyor olması ulusal tercihlerin ve yerel davranışların örselendiği anlamına gelmektedir. Devlet erki ve ulus kimlikleri tehlikeli boyutlarda zayıflarken dinsel kurumlar aracılığıyla kapalılık özendirilmektedir. Evrensel çapta açık toplum söylemlerine rağmen bu açıklığı gölgeleyen yeni klanlar doğmaktadır. Her klan diğer klanları ötekileştirmektedir. Melezliğin teşvik edilmesine karşın darlaşma da pohpohlanmaktadır. Evrensel (kozmopolit) kültür uğrunda ulusal kimlikler çökertilirken yerel kimlikler ya korunmakta ya da yeniden üretilmektedir.

Yeni zamanlar için “akışkan modernite” kavramını öneren Zygmunt Bauman’ın vurgusu bireycilik üzerinedir. Bireyciliğin olumlu yönlerini inkâr etmeyen Bauman bunun bir de öteki yüzü bulunduğunu, bu öteki yüzün kişisel çıkarlardan ibaret olduğunu belirterek şöyle demektedir: “Özetlememiz gerekirse, bireyselleşmenin öteki yüzü, vatandaşlık kavramının yavaş yavaş eriyip yok olmaya yüz tutmasıdır.”[i]

Bauman, Bireylerin Demokrasisi adlı kitabın yazarı Joel Roman’dan yaptığı alıntı yoluyla sivil teyakkuz kavramının yalnızca kişisel mülkiyeti gözettiğini belirtiyor. Sivil teyakkuz bir yaşam biçimidir. Devletin, toplumun ya da ortak kültürün yeterince umursanmadığı sivil teyakkuz durumunda birey merkezlilik vardır. Birey merkezlilik ise birlikte karar verme kapasitesini ve gücünü kısırlaştırmaktadır. Kişiye özel kredilerden tutun da kişisel bakım setlerine uzanan her türden pazarlama yöntemleri, bireysel bankacılık işlemleri, her okurun kendi fantastik zevkine göre okuyabildiği o ucube çok yönlü romanlar, sosyal medya ortamlarında güya ortaklaşa yazılan metinler hep birey merkezciliğin yansımalarıdır. Bu karmaşanın girdabında gün gelir de kişiye özgü zaman çizelgeleri (takvimler) ortaya çıkarsa hiç şaşmayalım.

De Tocqueville’in “birey, yurttaşın en büyük düşmanıdır,” sözüne atıfta bulunan Bauman “yurttaş, kendi refahını yaşadığı şehrin veya ülkenin refahında arayan kişidir; oysa birey, ortak çıkarlar, iyi toplum ya da sadece toplum karşısında kayıtsız, temkinli, hatta şüphecidir,”[ii] hatırlatmasında bulunuyor. Geleneksel zamanlarla şimdiki zamanları kıyasladığımızda görüyoruz ki dindar bireylerin pek çoğu kendisi için ibadet etmektedir. Bu türden dindar bireyler Tanrı’nın cezalandırma vaadi karşısında kendisini kurtarmak derdindedir. Onların ibadetleri kişiseldir. Ama haliyle bu kişisel kaygılarını maskeleyerek ümmetin ya da milletin hayrını düşünerek tapındıklarına kendilerini de inandırmaktadırlar. Oysaki geleneksel zamanlardaki dindarlar daha geniş dinsel kurtuluş algısıyla hareket ediyorlardı. Bu saptamalarımın gerçekdışı ve çarpıtma olduğunu söyleyecekler çıkacaktır fakat toplumun geleceğinden çok günü (kendisini ve dar çevresini) kurtarmaya çalışan dindar kimliğinin varlığı apaçık gözler önündedir.

Bireyin kayıtsızlığı artık evrensel tavırdır. Bauman’a tekrar kulak verelim: “Eğer birey vatandaşın en büyük düşmanıysa ve eğer bireyselleşme, vatandaşlığa ve vatandaşlık temelli politikalara ayak bağı oluyorsa, bunun nedeni bireylerin birey olarak kaygılarının kamusal alanın her yerini kaplamış olması, başka hiçbir şeye yer bırakmaması ve başka hiçbir şeyin tartışılmasına izin vermemesidir. Kamu, özelin sömürgesi olmuştur. Kamu yararı, kamuya mal olmuş isimlerin mahrem hayatlarına duyulan meraka indirgenmiş, kamusal yaşam sanatı özel hayatların herkesin gözleri önünde yaşanmasına ve mahrem duyguların kamu önünde dile getirilmesine dönüşmüştür.”[iii]

Bireyler özeldir, ama aynı zamanda, kamu karşısındaki benzer ve hatta tıpatıp aynı davranış kalıplarına büründüklerinden ötürü de türdeştirler. Muhtelif coğrafyalardaki toplumların kendilerine özgü tepkilerinin güdükleşmesi nedeniyle muhtelif coğrafyalardaki toplumların da türdeşleşmeye yöneldiklerini göreceli olarak söyleyebiliriz. Bununla birlikte, kimi toplumların bilim ve felsefeyi çok daha fazla önemsedikleri, kimi toplumlarınsa bütün dikkatlerini öte dünya inancına yoğunlaştırdıkları gerçeğini göz önüne alırsak türdeşleşmenin dengesizliğinden söz etmemiz kaçınılmaz olur. Farklılıklara rağmen bireysel türdeşlik ve toplumsal türdeşlik her geçen gün yükselmektedir. Bireylerin kendilerine özel olmaları ve aynı zamanda evrensel düzeyde türdeşleşmeleri bir paradokstur. Ama zaten, yazımızın başında da belirttiğimiz üzere, karmaşa çağındayız. Evrensele yönelerek kapalılıktan kurtulduklarını sanan bireylerde ve toplumlarda körlük baskın çıkmakta, güneşin altında durduklarını düşündükleri halde Platon’un mağarasına daha fazla kapanmaktadırlar.

Bauman söz konusu paradoksun negatif özgürlük ile pozitif özgürlük arasındaki derin farktan kaynaklandığını düşünüyor. Bizlere özgürlük gibi gelen şeyin aslında hiç de öyle olmayabileceğini, elimizdekiyle yetinebileceğimizi, köle gibi yaşadığımız halde kendimizi özgür hissedebileceğimizi, dolayısıyla da gerçek anlamda özgür olma fırsatını kaçırabileceğimizi hatırlatıyor Bauman. Onun özgürlük nimet mi yoksa lanet mi sorusuna Erich Fromm’un verdiği yanıta bakalım şimdi de: “Birçok insanlar herhangi bir şeyi yapmaya bir dış kuvvet tarafından açıkça zorlanmış olmadıkça kendi kararlarını kendilerinin verdiğini ve bir şeyi arzu ettikleri zaman da bunu gerçekten kendilerinin istemiş olduğunu sanırlar. Fakat bu kendimizle ilgili en büyük yanılgılardan biridir. Kararlarımızın birçoğunu aslında biz vermiyoruz, bunlar bize dışarıdan telkin ediliyor; kararı bizim verdiğimize kendi kendimizi ikna etmeyi başarıyoruz, oysa gerçekte yalnızlık korkusu ve doğrudan doğruya hayatımızı, hürriyetimizi ve rahatımızı ilgilendiren tehlikeler yüzünden, başkalarının bizden beklemiş oldukları şeylere göre hareket ediyoruz.”[iv]

Diyebiliriz ki, hem özgürlüğümüzün içinde tutsağız, hem de özgürlük sandığımız şeyin içinde kapalıyız. Kamu özelin sömürgesi olmuştur dediğimizde ya da bireyin kayıtsızlığından dem vurduğumuzda menkul kıymetler borsasının seanslarını somut bir örnek olarak verebiliriz. Benim borsada kazanabilmem için çok kişinin borsada yitirmesi gerekiyor. Hiç kimsenin kaybetmediğini, buna karşın benim kazandığımı varsayarsak gökten zembille kazanç indiğine inanmamız gerekirdi. Burada kazancın yer değiştirmesi söz konusudur ki acaba bu yer değiştirme kamunun yararına mıdır yoksa kamunun bir kısmının yararına fakat kamunun bir kısmının zararına mıdır? Ama belki de yalnızca borsaya iştirak eden şirketlerin yararınadır. Bireyler kamuyu sömürüyorsa acaba kamu da boş durmayarak bireylerden öç alıyor mu? Erich Fromm’a bakarsak hem kamuyu hem bireyi yönlendiren devlet ve din gibi birtakım otoriteler bulunmaktadır. Ne var ki Akışkan Modernite çağında küresel şirketlerin otoritesinin daha da ağır bastığına tanıklık edebiliyoruz. Bu yazımızda son sözü Zygmunt Bauman’a bırakalım: “Bu yeni dünyada Bürger (kentli) olarak yeniden vücut bulmuş mağara sakinleri gerçeğe ve üstün değerlere Platon’un orijinal mağara sakinlerinden daha fazla değer vermiyorlar; onlardan beklenen, günlük rutinlerinin huzurlu sükûnetini bozacak herhangi bir bilgiye en az Platon’un mağara sakinlerininki kadar sert ve kararlı bir şekilde karşı çıkmalarıdır.”[v]

[i] Zygmunt Bauman, Akışkan Modernite, sayfa 69, Can Yayınları, İstanbul 2017

[ii] Akışkan Modernite, sayfa 68

[iii] Akışkan Modernite, sayfa 70

[iv] Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış, sayfa 208, Tur Yayınları, Ankara 1972

[v] Akışkan Modernite, sayfa 80