DÜŞÜNCE

Cervantes’in Yeniçağ’daki Rolü

1547-1616 yılları arasında İspanya’da yaşamış olan Miguel de Cervantes Saavedra’yı farklı ya da özel kılan nedir?

Sözü döndürüp dolandırmadan şu saptamayı hemen buraya kazıyalım: Onun kurmaca karakteri Don Kişot değirmenlere savaş açarken Cervantes ise şövalyelerin hamasî serüvenlerinin anlatıldığı kitaplara kazan kaldırmıştır.

İlk bakışta basit gibi görünebilecek olan bu başkaldırı aslında yeni zamanların işaret fişeğidir. Don Kişot’un yeldeğirmenlerine mizah yüklü saldırısıyla birlikte köhne bir çağın çatırdayışlarının yankıları Batı Avrupa’yı dolduracaktır. Ortaçağ’dan Yeniçağ’a uzanan karmaşık sürecin tetikleyici cephelerinden birine biz bu yazımızda Cervantes üzerinden kısaca değineceğiz.

1605 tarihli “La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote” adlı bu ilk gerçek romanın önsözünden öğreniyoruz ki Cervantes şövalye romanslarını yeren bir kitap yazmaya soyunduğunda neyi nasıl yazacağını kestiremeyerek elindeki kalemi sık sık masa üstüne bırakıyor. İlham dediğimiz, zihnini ateşleyecek yolu hâlihazırda tutturabilmiş değildir. Onun bu tıkanmışlığı esas itibarıyla bir anıt eserin doğum sancısıdır. Günün birinde, Cervantes yine masa başındayken, bilgili ve nüktedan bir dostu içeriye girer, sıkıntısının ne olduğunu sorunca da Cervantes şövalye kitaplarına karşıt bir kitap yazmaya niyetlendiğini fakat işi nasıl kotaracağını bilemediğini söyler. Bunun üzerine yakın dostu olan kişi Cervantes’e birtakım öğütler verir. Şimdi burada onun öğütlerinden birkaç cümleye yer açalım:

“Sizin bu kitabınızın amacı, şövalyelik kitaplarının dünyadaki ve halk üzerindeki otoritesini, etkisini kırmak olduğuna göre, filozoflardan cümleler, Kutsal Kitap’tan nasihatler, şairlerden efsaneler, retorikçilerden söylevler, azizlerden mucizeler dilenmenize gerek yok; aksine, cümlelerinizin, paragraflarınızın, sade bir şekilde, anlamlı, açık, yerinde kelimelerle, fikrinizi mümkün olduğunca canlandırması, düzgün ve renkli olması için uğraşın; kavramlarınızı karmaşık, karanlık hâle getirmeden anlatın. Ayrıca, hikâyenizle hüzünlü kimseleri neşelendirmeye, neşelilerin neşesini artırmaya çalışın; saf kimseleri kızdırmayın, zeki kimseleri yeniliğine hayran bırakın, ciddi kimseler küçümsemesin, ihtiyatlı kimseler de övmeyi ihmal etmesin. Kısacası, amacınız, birçok kişinin nefret ettiği, daha da fazla kişinin övdüğü bu şövalyelik kitaplarının temelsiz sanat yapısını yıkmak olsun; bunu başarırsanız, az şey başarmış olmazsınız.”

Cervantes’in bilgili ve nüktedan dostunun bu öğütleri neleri ifade etmektedir? Bu soruyu yanıtlamazdan önce hemen belirtelim ki Cervantes’in bilgili ve nüktedan dostu gerçek bir kişi midir yoksa Cervantes’in hayal ürünü müdür konusu bizi burada ilgilendirmiyor. Cervantes, çağına göre devrim niteliğindeki bu aykırı düşünceleri söz konusu yakın dostundan devşirmiş olabileceği gibi, böyle bir dost kurgulayarak aykırı düşüncelerin ağırlığını bir nebze de olsa kendi omuzlarından çekmek istemiş olabilir. Bununla birlikte biz çağına göre aykırı nitelikteki bu düşüncelerin kime ait bulunduğuyla uğraşmayacağız.

Cervantes’in bilgili dostunun (ya da bizzat Cervantes’in kendisinin) şövalyelik kitaplarının dünyadaki ve halk üzerindeki otoritesini kırmak hedefi başlı başına bir devrimdir. Buradaki otorite sözü çok yönlüdür. Feodalitenin egemenliğinden tutunuz da Kilise’nin dogmalarına varıncaya dek Ortaçağ yapısının bütün kurumlarına meydan okuma girişimidir. Şövalyelik zaten esas itibarıyla Ortaçağ’la özdeşleşmiş bir savaşçılık kurumudur. Kaba bir benzetmeye sıvanırsak, gerek Japonya’nın gerekse Osmanlı Türkiye’sinin modernleşmeye askeriyeden başlaması gibi Cervantes de Avrupa’nın geleneksel ama donuklaşmış yapısına meydan okurken şövalye kitaplarını ilk hedef edinmiştir. Çünkü şövalye kitaplarının halk üzerinde de güçlü etkileri bulunduğunu Cervantes’in bilgili dostu vurguluyor. Bu dostun, Kutsal Kitap’tan nasihatlere sarılmanın yanı sıra azizlerden mucizeler dilenmeyi de gereksiz sayması kutsalın dışına çıkarak gerçek dünyaya dönüşün veya göklerden inip ayakların yere basması ihtiyacının açıkça dile getirilmesidir. “Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme” kitabının yazarı Paul Hazard buna “durgunluktan harekete geçiş” demektedir. Don Kişot’un zihniyeti ve eylemleri ne kerte ironik olursa olsun onun kendi köyünden çıkarak giriştiği çılgınca yolculuk durgunluktan harekete geçişten başka bir şey değildir. Bu aslında biraz da keşif zevkidir. Artık yolculuklar (keşifler) haçlı ordularının daima Ortadoğu’ya yönelmesiyle sınırlı tutulmayacaktır. Bütün dünyayı keşfe çıkıp tanımak merakı 1453 yılından sonra gerçek anlamda hız kazanacaktır. İstanbul’un yitirilmesi bir bakımdan Hıristiyan Avrupa’nın uyanışının kilometre taşıdır. Fakat tabii ki, Halil İnalcık’ın da bilhassa anımsattığı üzere, 1453’ten itibaren başlayan Avrupa Yeniçağı bütün Batı’yı değil de yalnızca Batı Avrupa’yı kapsamaktadır. İtalya, Fransa, İngiltere ve Hollanda bu uyanışın mihenk taşlarıdır. İspanya ise umut perçinleyen hamlelerin ardından birtakım nedenlerden ötürü geriye düşecektir. Almanya’ysa az biraz gecikmeyle bu yarışa katılacaktır.

Filozofların cümlelerini, şairlerin efsanelerini, retorikçilerin söylevlerini öteleme önerisi de yine aydınlanma devrimini alevlendirici bir unsurdur. Bu aynı zamanda Latincenin tahakkümüne bayrak açmaktır ki ulusal diller böylelikle kendilerini canlandırıp besleyeceklerdir.

Şövalye kitaplarının (romansların) feodalite ile bağlantısına “Mimesis” adlı meşhur yapıtın yazarı Erich Auerbach şöyle dokunuyor: “Saray Romansları adı verilen bu Ortaçağ anlatılarında, dönemin derebeylerinin yaşam kültürlerinde geçerli olan şövalyelik idealleri pekiştiriliyor. Bu saray romansları incelikli, bazen fazla bile süslü, ama yaşam sevinci taşıyorlar, mizah duygusuna sahipler, insan psikolojisini kısmen de olsa keşfetmiş durumdalar. Bunların hepsi kahramanlık idealleriyle ve Hıristiyanlık öğretileriyle iç içe geçiyorlar ve her şey genelde o masalsı, büyülü atmosfer içinde aktarılıyor. Ama özünde soylu derebeylerinin edebiyatı.”

Cervantes’in öğüt verici dostunun şairlerin efsaneleriyle retorikçilerin söylevlerinden kastettiği de budur. Kutsal göklerden yeryüzüne inmek gerekiyorsa o büyülü atmosferden uzaklaşmak kaçınılmazdır. Hepimizin bildiği üzere Şark kendi masalına asırlarca kapandığı için Batı karşısında tutunamamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar şahsına özgü muhafazakâr duruşuna karşın mesnevileri kocakarı masalları olarak yermektedir. Aydınlanma uyanışı o masallardan sıyrılmaktır. Derebeyleri bu büyülü öykülerle hem kendilerini hem de zorbalıkla hükmettikleri halk kitlelerini uyutmuşlar ya da avutmuşlardır. Uyanış ise tabii ki derebeyliğin sonunu getirecektir. Merkeziyetçi krallıklar güçlendikçe de milliyet bilinci ortaya çıkacaktır.

Bütün olumsuz cephesiyle birlikte şövalye romanslarındaki yaşama coşkusu, mizah ve insan psikolojisinin kırıntıları Batı Avrupa’nın uyanışına katkıda bulunmuş gibidir. Kaldı ki yeni bir dönem kendisinden önceki dönemden bağımsız kalamaz. Her köhnemiş dönem kendinden sonraki dönemi doğurur. Klasik Osmanlı sisteminin Tanzimat’ı, Tanzimat’ın Meşrutiyet’i, Meşrutiyet’inse Cumhuriyet’i doğurması buna sağlam bir örnektir.

Romansların kahramanlık ideallerinin yerini başka türden kahramanlıklar dolduracaktır. Keşifler, serüvencilik tutkusu, icatlar, teknolojik atılımlar, iş adamlığı dediğimiz profesyonel ticaret, yeni sanat ve yeni bilim artık birer kahramanlık olma yoluna girecektir. Bütün bu sıraladığımız yeni kahramanlıkların Hıristiyanlık dürtüsünden kopuk olduğu yanılgısına düşülmemelidir. Kesin inançlılık ile Kilise’ye tavır koyma atbaşı yürüyecektir. Daha önceki yazılarımızda Calvin’den sıkça söz ettiğimiz için teolojiye burada derinlemesine girmeyeceğiz.

Filozoflardan cümleler ve retorikçilerden söylevler ayıklandıkça metinlerde yalın cümleler baskın çıkacaktır. “Sanayileşmenin Kültür Temelleri” başlıklı kitabın yazarı John Nef buna “daha büyük bir vuzuha (açıklığa) doğru yöneliş” demektedir. Don Kişot metninin üslûbu da budur zaten. Halk diline dönüş çabası aydınlanmanın en büyük atılımları arasındadır. Hıristiyanlığın kutsal kitabı da keza bu atılımla Latincenin tekelinden kurtarılacaktır. Bizim kültürümüzdeki Dede Korkut Kitabı’nın cümleleri kısa ve açıktır. Dede Korkut dili olabildiğince halk dilidir. Ömer Seyfettin neslinin başını çektiği Yeni Lisan hareketi de Dede Korkut diline yani halk diline dönüş hamlesinden ibarettir. Ne var ki biz kendi hamlemizi başlatmakta gecikmekle Batı karşısında mağlup düştük. Gecikmişliğin bedelini hâlâ ödemekteyiz.

Cervantes’in akıl hocasının “cümlelerinizin, paragraflarınızın, sade bir şekilde, anlamlı, açık, yerinde kelimelerle, fikrinizi mümkün olduğunca canlandırması, düzgün ve renkli olması için uğraşın; kavramlarınızı karmaşık, karanlık hâle getirmeden anlatın” demesi kuşkusuz ki “daha büyük bir vuzuha doğru yöneliş” iradesinin açığa çıkmasıdır. Son olarak, Cervantes’in dostunun “hikâyenizle hüzünlü kimseleri neşelendirmeye, neşelilerin neşesini artırmaya çalışın; saf kimseleri kızdırmayın, zeki kimseleri yeniliğe hayran bırakın” öğüdünde bulunması da yeni hayatın istediği coşkuya, masal dünyasından kurtuluşa ve ayakların yere basması tutkusuna göndermedir.

Metin Savaş