DÜŞÜNCE

Cesaret, Despotluk, Dogma ve Fanatizm

Amerikalı teolog ve psikanalist Rollo May cesaret duygusunun tuhaf ama karakteristik bir paradoks barındırdığını söyler: “Kendimizi tüm bir dolulukla adamalıyız, ama aynı zamanda yanılıyor olabileceğimizin de farkında olmalıyız.”[1] Kendimizi adamak kaçınılmazdır. Aksi halde düşüncelerimizi ve davranışlarımızı ne sağlam bir zemine oturtabiliriz, ne de savunabiliriz. Dolayısıyla da ikna edici olamayız. Başkalarından önce kendimizi ikna edemeyiz. Fakat düşüncelerimizin ve davranışlarımızın mutlak doğru olduklarına yönelik bir tavır takındığımızda firavunlaşma diyebileceğimiz bir kibir sergilemiş oluyoruz. Bu kibir doğrudan doğruya tanrılaşmadır. Ki tanrılaşmayı maskelemenin en pratik yolu ise Tanrı adına hareket etmekte olduğumuz saplantısıdır. Böylesi durumlarda kendimizi ya en yetkin merci ya da tek otorite olarak dayatıyoruz. Biat kültürünün temeli budur. Herkesi kul gibi görmek, herkesten sorgusuz sualsiz tam itaat beklemek!

Oysaki yanılıyor olma ihtimalimizi kutsal bir kitap gibi daima yanımızda taşıdığımızda kibir içgüdümüzü dizginlememiz mümkün ve muhtemeldir. Her şeyin doğrusunu ben bilirim tavrı “ben asla yanılmam” sonucuna çıkmaktadır. Eleştirileri ve tepkileri göğüslemek veya etkisiz kılmak amacıyla işbu “ben hiç yanılmam” tavrını da maskelemek gerekeceği için sahte bir tevazu kendiliğinden gelecektir. Gözü kara ve dobra görünerek, toplumun hoşuna gidecek şekilde saldırganlaşarak tevazu (kodamanlara karşı halktan yanalık) maskesi takınmak en geçer akçedir. Bilhassa siyasetçiler bu maskeyi tutkuyla takınıyorlar. Cesur görünerek kitleleri aldatmak ve uyuşturmak tam da siyasetçilerin harcıdır.

“Kendi tavırlarının doğruluğundan mutlak bir şekilde emin olduklarını iddia edenler tehlikelidirler,” diyor Rollo May ve ekliyor: “Böylesine emin olma sadece dogmatizmin değil, yıkıcılıkta onu geçen kuzeni fanatizmin de özüdür.”[2] Demokratik toplum hedefinin önündeki bu en büyük engeli aşmak hiç de kolay görünmüyor. Dogmatizm ya da mutlakiyet bir gerilemedir. Eski çağların zor hayat şartlarında mutlak bir öndere gereksinim duyulmuştur. Eski zaman insanlarında bireycilik aranamaz. Lordların, beylerin, şeyhlerin ve benzerlerinin devri ortaçağda kalmıştır. Akılcılık ve bireycilik çağındaki toplum önderlerine bey ya da şeyh muamelesi yapmak açıktan açığa gerilemedir; kişinin kendisini kendi iradesiyle tutsaklaştırmasıdır ki bunun bırakın özgürlüğü, cesaretle dahi hiçbir bağı yoktur. Biat kültürü ürkekliğin, sorumluluk almaktan kaçınmanın ve hürriyetten korkmanın eseridir. Kendimizi adarken bile yanılıyor olabileceğimizi daima hatırlamamız gerekiyorsa, kendi irademizi mutlak otoriteye teslim ettiğimizde yanılgıdan kurtulmaktayız demektir. Biat kültürü bu bağlamda bir kolaycılık ve hazırcılıktır. Mutlak otorite yanılmadığına göre ona itaat eden ben de yanılgının tedirginliğinden sıyrılmış olacağım. Biat etmek rahata kavuşmaktır. Ne var ki söz konusu rahatlık hem aldatıcıdır hem de geçicidir. Çünkü çatlak seslerin hiç çıkmadığı veya çıkar çıkmaz susturulduğu bir ortamda firavunlaşma daha da azacaktır. Azgınlık ise yıkıcılığı peşinden sürükleyecektir. Azgınlığın ve yıkıcılığın hâkim olduğu ortamda kaos türeyecektir. Bu kaos bütün sosyal ve fizik boyutlarıyla birlikte psikolojik karmaşadır da.

Mutlaklık şüpheyi katlediyor. Rollo May bunu şöyle tanımlamaktadır: “(Emin olma) yeni doğruları öğrenmeye set çeker ve bilinçdışı şüphenin cansız hayaleti olur. Bu durumda kişi itirazlarını, sadece karşı çıkışları değil, kendi bilinçdışı şüphelerini de yatıştırmak için artırmak durumunda kalır.”[3] Rollo May kişinin kendi şüphelerini yatıştırmasına örnek olarak Beyaz Saray’ın “mutlak olarak eminim ki” – “şuna mutlak bir açıklık getirmek isterim ki” tarzındaki söylemlerini vermektedir. Rollo May vermiş olduğu örnekleri Shakespeare’den bir alıntıyla destekliyor: “Sanırım politikacılar çok fazla itiraz ediyorlar.” Buradaki itiraz bir savunma mekanizmasının ötesinde olarak bir dayatmaya dönüşmektedir. Mutlak otoritenin şüphelerden arındırılmış itirazları muhalefeti susturmaya yöneliktir. Aslında toplumun bütün katmanlarını sindirmektir. Mutlak otoritenin sert ve kesin itirazları karşısındaki cılız itirazlar veya güdük direnişler toplum tarafından umursanmayacaktır. Zaten umursamak demek o aldatıcı rahatlığın zedelenmesi demektir. Umursamazlık ise aklı devreden çıkaracaktır. Aklın devre dışı bırakıldığı yerde aydınlanma söz konusu bile olamayacağı içindir ki ortaçağ karanlığı topluma var gücüyle çöreklenecektir. Politik liderlerin mutlak hâkimiyeti ilerleme maskesiyle gerilemeye yol açtığında sanat ve bilimin özgürlüğü de kısıtlanmaktadır zaten. Özgürlüğün kısıtlanmasından kastımız şüphenin bertaraf edilmesidir. Yalnızca dışımızdaki (aklımızdaki) şüphe değil, bilinçdışımızdaki şüphe de bastırılmış oluyor. Buradan da kolektif şüphenin etkisizleştirilmesine varıyoruz ki toplumsal direnç böylelikle baskı altına alınıyor. Kişilerin tek tek sindirilmesinin imkânsızlığı göz önüne alındığında bir bütün olarak toplumun sindirilmesi mutlak otorite açısından bir ganimettir.

Toplumun umursamazlığı milletleşmek yerine kitleleşmekle pekişmektedir. Fransız düşünce adamı René Dumont “Uçurumun Kıyısındaki Dünyamız” adlı kitabının bir bölümüne “Endüstri Devrimi Büyük Delilikler Çağını Açıyor” başlığını koymuştur. Dumont söz konusu kitabında sanayileşmenin gezegenimizi nasıl çürüttüğünü izah ederken, teknolojinin ve zenginliğin alabildiğine yükseldiğini ama bununla birlikte eşitsizliğin ve israfın da arttığını vurgulamaktadır. “Uçurumun Kıyısındaki Dünyamız” adlı bu kitabın 1976 yılında dilimize çevrildiğini göz önüne aldığımızda görüyoruz ki o zamandan bu zamana pek fazla bir şey değişmemiştir. Dünyamız hâlâ israf, eşitsizlik, teknoloji, yoksulluk ve zenginlik girdabında yalpalayıp durmaktadır. İşbu olumsuz teknoloji uygarlığının kurumsal ve bireysel olarak iki boyutu vardır. Kurumsal dediğimizde devletleri, tabii ki devlet kurumlarını, uluslararası teşkilâtları ve kâh yerel kâh küresel şirketleri anlamamız gerekiyor. Bireysel boyutta ise toplumları oluşturan fertleri kast etiğimizi belirtmeye bile gerek kalmıyor zaten. René Dumont “İsraflarımızın bir simgesi olan özel otomobil de saldırganlıkları kamçılamaktadır,” diyor ve ekliyor: “Bir testere makinesini ele geçiren mülk sahibi, birçok ağacı devirme dürtüsüne daha az karşı koyabilmektedir.”[4] Teknolojik saldırganlık bir güçtür ama yıkıma sürükleyen aldatıcı güçtür.

Sahip olunan göreceli konforu yitirme endişesi mutlak otoriteye boyun eğmeyi kolaylaştırıyor. Bu yönüyle postmodern zamanlar ortaçağa dönüştür. René Dumont ilerleme durdurulamaz demektedir ki onun bu sözünü (tersten bakarak) gerilemenin işareti şeklinde okuyabiliriz. Erich Fromm özgürlükten korkmanın mekanizmalarını üçe ayırır:

  • Otoritecilik
  • Tahripkârlık
  • Otomat gibi uyma[5]

Bu mekanizmaların üçü de despotluk, dogma ve fanatizme davetiye çıkarmaktadır. Gerek despotluk, gerekse tahripkârlık ve mekanizm özleri uyarınca her türden şiddetin yanı sıra düşünsel şiddeti de doğuracaktır. Otomatlaşmış kişiler biat kültürünün sevdiği kişilerdir. Onlar artık birey değildirler. George Orwell’ın 1984’ündeki sürünün ürkek koyunlarıdırlar onlar. Mevcut otoriter düzene yönelik aykırı seslerin susturulması için artık devletin müdahalesine bile gerek kalmaz. Kitleleşmiş/otomatlaşmış toplumun bizzat kendisi tahripkâr bir tavra bürünerek muhalif sesleri kolayca bastıracaktır. Toplum dışına itilmek korkusu mekanizmin payandasıdır. Ve artık bağnazlık tek değerdir.

Rollo May şöyle diyor: “Tepedeki insanın senin benim gibi şüpheleri bulunduğunu; bu şüphelere rağmen yolu açacak cesarete sahip olduğunu bilmek çok daha güvenlidir. Yeni doğruya karşı kendini hendeklerle çeviren fanatiğin tersine, hem inanabilme, hem de kendi şüphelerini kabul etmeye cesareti olan kişi yeniden öğrenmeye açık ve esnektir.”[6] Görülüyor ki gerçek güvenlik körlemesine cesaret değil, şüpheye yaslanmış cesarettir. Nitekim ilkinin cesaret olmadığı, tam tersine iktidarı ve elbette konforu yitirme korkaklığı olduğu apaçık ortadadır. Yeni doğrulara ve yeniden öğrenmeye kapalı bir toplum doğal olarak üretkenliğini donduracaktır. Kaos budur çünkü üretkensizliğin/durağanlığın sonucu yıkımdır.

“Kendini adama,” diyor Rollo May, “şüphe içermediği zaman değil, şüpheye rağmen olduğunda en sağlıklıdır. Tamamıyla inanmak ve aynı zamanda şüpheleri olmak hiç de çelişkili değildir. Doğruya daha büyük bir saygı beslemek, doğrunun verili bir anda söylenen ya da yapılandan her zaman daha öteye gittiğinin farkında olmaktır. Doğru bu yüzden sonu gelmez bir süreçtir.”[7] Bağnazlık ise durağanlık olmasından ötürü süreçsizliktir. Bir anlamdaysa süreci tersine çevirmek, yani gerilemektir. Tekâmül dediğimiz ilerleme yoksa yıkım engellenemez. Şüpheye dayalı adanma kesin inançlılık değildir. Aslında kesinlik diye bir şey yoktur. Şimdi buradayım fakat az sonra burada durmayacağım. An şimdi için andır. Şimdiyse geçmişten gelenin geleceğe koşmasıdır. Şimdi görecelidir. Aslında an mevcut değildir. Var olmayan bir şey üzerine inşa edilmiş düzenin ayakta kalması doğa yasalarına terstir zaten. Yıkım kapıdadır. Körlemesine cesaretle yıkım geciktirilebilir ama buradaki cesaret gerçekte korkaklık olduğu için de kaçınılmaz yıkımın bedeli çok daha ağır olacaktır.

[1] Rollo May, Yaratma Cesareti, sayfa 48, Metis Yayınları, İstanbul 2016

[2] Yaratma Cesareti, sayfa 48

[3] Yaratma Cesareti, sayfa 48

[4] René Dumont, Uçurumun Kıyısındaki Dünyamız, sayfa 41, Varlık Yayınları, İstanbul 1976

[5] Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış, sayfa 142 ve devamı, Tur Yayınları, Ankara 1972

[6] Yaratma Cesareti, sayfa 48

[7] Yaratma Cesareti, sayfa 49