DÜŞÜNCE

Türkiye – Rusya İlişkileri ve Ay Balta Meselesi (Yrd.Doç.Dr. Gökçe Yükselen Peler)

24 Kasım 2015 tarihinde Rus uçağının Türk hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle Türk savaş uçakları tarafından düşürülmesi neticesinde Türk – Rus ilişkileri büyük bir kriz tecrübe etti. Rusya’nın bu kriz döneminde, uçağının düşürülmesine cevabı en fazla ekonomik yaptırımlarla kendini hissettirdi. Türkiye ile gıda sektörü başta olmak üzere birçok alanda var olan ticari ilişkiler hızlı bir şekilde askıya alındı, birçok Türk malının Rusya’ya girişi yasaklandı, Rusya’da iş yapan veya çalışan birçok Türk vatandaşı Rusya’yı terk etmek zorunda kaldı, Rusya’da Türkiye’ye tur paketlerinin satılmasının yasaklanması ve bazı uçuşların kaldırılması sebebiyle Rus turistlerden oldukça yüksek bir girdi elde eden turizm sektörü hızla dibe vurdu, enerji sahasında birçok proje askıya alındı, vs. Yaptırımlar bir tek ekonomi sahasında kendini göstermedi. Rusya, uluslararası platformlarda Türkiye’yi IŞİD’e destek vermekle suçlarken, Rusya halkı nezdinde Türkiye birincil düşman hâline geldi.

Türk basınında daha önce sesli bir şekilde defalarca dile getirilen bu yaptırımların yanında birtakım gözden kaçan çok ehemmiyetli adımlar da atıldı Rusya tarafından. Mesela Moskova’dan federasyon içerisinde yer alan Türk cumhuriyetlerine, derhal TÜRKSOY ile alakalarını kesmeleri emri gitti. Böylece, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip yirmi beş kusur yıl süresince, maddi – manevi birçok zahmet neticesinde Türk dünyasının bu önemli kesimi ile kurulan ilişkiler bir anda heba oldu. Rusya tarafından alınan bu önlemin sonuçlarının ne olduğu, ilerleyen zaman içerisinde daha açık bir şekilde anlaşılacaktır.

Bu kriz döneminde ilişkilerin gerilmesinden her iki tarafın da zarar gördüğüne şüphe yoktur. Ancak Türkiye’de neredeyse her kesimin bu krizi iliklerine kadar hissettiğini kimse inkâr edemez. Bunun sonucunda Türkiye kamuoyunda Rusya ile ilişkilerin düzelmesi yönünde oluşmaya başlayan baskılar netice verdi ve ayrıntıları tartışmalı olmakla birlikte ilişkiler bir şekilde tekrar düzeldi. 12 Haziran Rusya Birlik Günü’nde Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın Moskova’ya gönderdiği mektubun ve 27 Haziran’da Kremlin’in Türk Cumhurbaşkanının resmî olarak Rusya’dan özür dilediğini açıklamasının ardından ilişkiler eskisi gibi olmasa da olağan şeklini almaya başladı.

Bu kriz, Türkiye’ye verdiği iktisadi ve siyasi zararların yanında, bir şeyi daha açık bir şekilde ortaya koymuştur. Daha önce Kırım’ı ilhak eden Rusya’ya karşı birkaç göstermelik yaptırım dışında hiçbir doğru dürüst tepki göstermeyen Batılı müttefikler, Ukrayna’yı yalnız bıraktıkları gibi, bu kriz boyunca sürekli Türkiye açısından da ne kadar güvenilmez olduklarını ispat ettiler. Güney Osetya ve Abhazya meselelerinde de Gürcistan’ı aynı şekilde Rusya’nın önüne attıklarını unutmamak gerekir. NATO üyesi olan Türkiye, Rusya’nın bütün iktisadi ve siyasi yaptırımları karşısında yalnız bırakıldı. Batı’dan gelen bütün zayıf destek mesajlarını neredeyse istisnasız bir şekilde aksi yönde açıklamalar takip etmiştir. 15 Temmuz’da Türkiye’de gerçekleştirilen darbe girişimi esnasında ve sonrasında gelişen olaylar da, bir tarafta Türkiye ile Rusya arasındaki yakınlaşmaya ivme kazandırırken, diğer taraftan Türkiye ile Batılı “müttefiklerinin” arasını germeye devam etti. Batılı “müttefikler” bir taraftan darbe konusunda açık bir tavır sergilemezken, diğer taraftan hem Suriye hem de Irak konusunda Türkiye’nin bütün hassasiyetlerinin tersini yapmakta ısrarcı oldular. Türkiye’nin hassasiyetlerini görmezden geldikleri gibi, Türkiye’yi, güçlü tarihî bağlarının bulunduğu ve milyonlarla ifade edilen Türk nüfus barındıran her iki ülkede de masadan uzak tutmak için her türlü tedbiri aldılar. Hâliyle bu gelişmeler Türkiye ile Rusya’nın birbirlerine daha çok yaklaşmaları sonucunu doğurdu.

Burada, Rusya ile olan krizin aşılma sürecine kısaca değinmekte fayda var. Daha sonra yapılan açıklamalardan, krizin aşılmasında Türkiye tarafında en fazla çaba gösterenlerin eski devlet bakanlarından Cavit Çağlar ile Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar olduğu anlaşılmaktadır. Ancak krizin aşılması için Türkiye dışında çaba gösterenler oldukça dikkat çekicidir. Yine yapılan açıklamalardan anlaşılmaktadır ki Dağıstan Cumhurbaşkanı Ramazan Abdulatipov ve Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev krizin aşılması için en çok uğraşanlar arasındadır. Bir taraftan Abdulatipov Putin’in dış ilişkiler ve güvenlik konularındaki başdanışmanı ve özel temsilcisi Yuri Uşakov ile gizli bir diplomasi yürütürken, diğer taraftan Nazarbayev doğrudan Putin ile irtibatı sağlayarak 24 Haziran günü Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te gizli bir görüşme ile sorunun aşılmasını sağladılar. Burada en çok dikkat edilmesi gereken hususlardan biri, Rusya Müslümanları ile eski Sovyetler Birliği üyesi Türk cumhuriyetleri için Türkiye – Rusya barışmasının neden bu kadar önemli olduğudur. Abdulatipov ve Nazarbayev’in çabaları yanında, krizin erken evrelerinde Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in çabaları ve Türkiye ile sorunlu olmasına rağmen, böyle bir görüşmenin başkentinde gerçekleşmesine müsaade eden Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un bu tavrını da gözden kaçırmamak gerekir. Rusya ile sorunun aşılmasında bu oyuncuları rolü layıkıyla tahlil edildiği zaman, Türkiye – Rusya işbirliğinin sadece Türkiye için değil, Türk dünyasının geneli için ne kadar hayati olduğu daha iyi anlaşılır. Krizin başlaması ile Rusya Federasyonu bünyesindeki devletlerin TÜRKSOY ile ilişkilerini koparmak zorunda kaldıklarından zaten bahsedilmişti. Konunun daha iyi anlaşılması için Türkiye ile Çeçenistan arasındaki ilişkilere bakmakta fayda var. Birinci Çeçen Savaşı ve İkinci Çeçen Savaşı olarak anılan 1994-1996 ve 1999-2009 yılları arasında süren Rus – Çeçen savaşlarında tamamen harap olan Çeçenistan’ı, savaş sonrası dönemde yeniden inşa eden Türk inşaat şirketleri olmuştur. Caharkale (Grozni), Gudermes, Vedeno gibi şehirler, Türk müteahhitler tarafından bulundukları enkaz hâlinden birer çağdaş şehre dönüştürüldüler. Ancak Rus uçağının düşürülmesinin ardından, Çeçenistan Cumhurbaşkanı Ramazan Kadirov en az Putin kadar sert açıklamalarda bulunmuş ve Çeçenistan’daki Türk şirketleri büyük zarar görmüştür. Kadirov ailesinin Moskova’ya bağlılığı, bilhassa Ramazan Karidorv’un Putin’e yakınlığı sır değil. Ancak Kadirov’u Rus uşaklığı, hainlik ve Türk düşmanlığı gibi ithamlarla suçlamak işin kolayına kaçmak olur. Unutulmamalıdır ki savaş sonrası Çeçenistan’ın Türkler tarafından yeniden inşa edilmesine müsaade eden evvelemirde Kadirov ailesidir. Çeçenistan’ın iç dengeleri göz önüne alındığında bu konu ile ilgili çeşitli yorumlar yapılabilir elbette. Ancak burada altı çizilmesi gereken bu kriz ile Türkiye’nin Çeçenistan’daki etkisinin ve dolayısı ile Çeçen halkının gördüğü zarardır. Aslında ayan beyan ortadadır ki, gerek Rusya Müslümanlarının gerekse bütün Rusya Türklüğünün selameti Türk – Rus ilişkilerinin iyi olmasına doğrudan doğruya bağlıdır.

Türkiye – Rusya yakınlaşmasından Türkiye içerisinde oldukça rahatsız olanlar olmuştur. Yukarıda Türk dünyası ile ilgili zikredilen gerçeklere rağmen en çok rahatsız olanların arasında Türkçülerin bulunması, Türkçüler açısından sorgulanması gereken bir olgudur. Türkçüler ve Türk milliyetçileri, Rusya içerisindeki dengeleri çok iyi öğrenip bu konudaki söylemlerini slogandan öteye taşımak durumundadırlar. Bu yakınlaşmaya Türkiye içerisinde en fazla tepki gösteren bir diğer kesim de Kırım kökenli Türk vatandaşlarıdır. Rusya’nın yakın bir geçmişte Kırım’ı yeniden ilhak etmiş olması ve bu ilhak sonrasında Kırım Tatar Millî Meclisi dâhil Kırım’da bulunan birçok millî Tatar kuruluşunun Moskova tarafından yasadışı ilan edilmesi bu vatandaşlarda haklı bir hassasiyetin oluşmasına sebep olmuştur. Ancak aklıselim ile düşünülürse, Kırım davasının simge ismi Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun Kırım’a girmesi yasaklanmış olmasına rağmen, Kırım Türklüğünün selameti her zaman olduğundan daha çok Türk – Rus ilişkilerinin iyi olmasına bağlıdır. Hatta Moskova’nın Kırımoğlu hakkındaki tavırlarının yumuşaması dahi buna bağlıdır. Bu noktadan sonra, Türk – Rus gerginliği Kırım’da yaşayan Türklere sadece zarar verir. Zira Kırım’daki bütün dengeler Ruslar lehine değişmiştir ve dünya da Rusya’nın Kırım’ı ilhakını kabullenmiş gibi görünmektedir.

Rusya ile krizin aşılması, Türkiye’yi hemen yanı başında devam eden Suriye savaşı konusunda da bir nebze olsun rahatlatmıştır. Fırat Kalkanı Harekâtı ancak krizin aşılması sonrasında başlatılabilmiştir. Türkiye terör örgütlerini sınırlarından uzaklaştırma imkânı bulurken Suriye içerisindeki ılımlı muhalefet de nefes alma fırsatı elde etmiştir. Denilebilir ki görünürde Suriye’de ayrı kamplarda olan Türkiye ile Rusya arasında gelişen işbirliği o raddeye gelmiştir ki, Türkiye’nin kendisinin de içerisinde olduğu koalisyon ile olan ilişkilerini geride bırakmıştır. Yeri gelmiştir El-Baba kuşatmasında koalisyon güçleri Türk askerine destek vermezken Rus hava kuvvetleri havadan destek vermiştir. ABD Türkiye’nin bütün hassasiyetine rağmen Suriye’de ısrarla PYD-YPG’yi aktör hâline getirmeye çalışırken, Rusya, sorunun başından itibaren Esed’e gösterdiği desteğe rağmen, Suriye konusunda Türkiye ile olan işbirliğini Astana Zirvesine giden yolda mümkün olduğunca geliştirdi. Neticede Astana’da, Türkiye – Rusya – İran üçlüsünün Suriye’de bir nevi garantör hâline geldiği bir durum ortaya çıkmıştır. Bu zirvenin Astana’da gerçekleştirilmiş olması ise, ayrıca ilginç bir durumdur. Zira Kazakistan, gerek coğrafya olarak gerekse uluslararası siyaset mecrasında ortaya koyduğu siyaset bakımından Suriye ile pek alakadar görünmeyen bir ülkedir. Burada yine Kazakistan’ın Türk – Rus ilişkilerinde oynadığı katalizör rolü ortaya çıkmaktadır. Daha da önemlisi Rusya’nın da bu rolü farkında olmasının yanında, bu role ihtiyaç duymasıdır. Aslında Türkiye ile yürütülen ilişkilerde, Türk dünyasının Putin Rusyası tarafından bir etken olarak kullanılması bir ilk değildir. İlişkilerin Türkiye ile yolunda gittiği dönemlerde, Putin’in Türkiye ziyaretlerinde birkaç kez yanında Tataristan Eski Devlet Başkanı Mintemir Şamiyev’i yanında getirdiği unutulmamalıdır. Bu durum, Putin’in Türk dünyası etkenini Türkiye olan ilişkilerinde bilinçli bir şekilde bir araç olarak kullandığının açık bir göstergesidir. Nitekim ilişkiler kötüleşince derhal federasyona bağlı Türk cumhuriyetlerine, TÜRKSOY ile olan ilişkilerin koparılması emrinin gönderilmesi de bu yöne işaret eder. Putin’in katalizör olarak kullandığı bu etkeni, yeri geldiğinde bir tedip aracı olarak kullanmak niyetinde olduğu da anlaşılmaktadır. Burada Türkiye’ye ve bilhassa Türkçülere düşen görev, bu durumu doğru okuyup bu yönde akıl ve siyaset geliştirmektir.

Türkiye’nin resmî müttefikleri olan Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri ile arasındaki gerilim neredeyse günbegün artarken, Rusya ile olan yakınlaşması sadece Suriye ekseninde kalmamıştır. Rusya başta olmak üzere Şanghay İşbirliği Örgütü ülkelerinden örgüte katılması yönünde Türkiye’ye açık davetler gelmeye başladı. Bu durum Türkiye’nin dış siyasette eksen kayması yaşadığı tartışmalarına sebep olurken, Türkiye’de örgüte katılıp katılmama konusunda yüksek sesli fikirler beyan edilmeye başladı. Kapalı kapılar ardında ne olduğu bilinmez ama Batılı “müttefiklerin” sözde nedamet getirmeleri neticesinde bu konu şimdilik küllenmiş gibi görümektedir.

Krizin aşılmasından sonra, Türkiye ile Rusya arasında bilhassa Surye’de gelişen işbirliğine rağmen, Rusya’nın Türkiye için güvenilir bir dost olduğunu söylemek mümkün mü peki? Ticaretten turizme kadar düzelme emareleri gösteren ilişkilere ve Astana Zirvesi ile sonuçlanan sürece karşın dış siyasetteki bazı Rus hamleleri, Türk – Rus ilişkilerindeki gelişmelere şüphe ile bakanları haklı çıkarır gibi görünmektedir. Her şeyden evvel Rusya’nın Azerbaycan – Ermenistan ilişkileri kosunudaki tavrı değişmemiştir. Ruslar, Ermenistan yanlısı katı tutumlarını devam ettirdikleri gibi, son zamanlarda Ermenistan toprklarındaki askerî varlıklarını artırmışlardır. Ermenistan gibi Suriye’deki askerî varlıklarını da iç savaşın doğurduğu müsait şartlar münasebetiyle artırdılar. Hafiz Esed’in 1971 yılında Sovyetler Birliğine verdiği Tartus kentindeki deniz üssünü tam teşekküllü bir üsse çevirdiler ve Akdeniz’de kalıcı hâle geldiler. Yakın bir gelecekte Rusların Irak’ta da tutunacak zemin bulmaları şaşırtıcı olmamalıdır. Böyle bir durumun gerçekleşmesi hâlinde, Türkiye, İran da hesaba katıldığı zaman, Akdeniz sahilinden Ernmenistan’a kadar Ruslar tarafından çevrilmiş olacaktır. Günümüzde ABD’nin de katkıları ile, Irak’ta İran yanlısı bir yönetimin olduğu düşünülürse, aslında bu halkanın tamamlanmış olduğu anlaşılacaktır. Trump’ın ABD’ye vatandaşlarının girmesini yasaklamaya çalıştığı yedi Müslüman ülke arasında Irak’ın da buunması, gelecekte Irak’ı Rusya’ya daha da yaklaştırabilir. Bu çevirme harekatı bununla sınırlı değildir. Tartus’un tam karşısında Kıbrıs’ın yer aldığı ve Rusya’nın Kıbrıslı Rumlarla olan yakınlığı unutulmamalıdır. Nitekim Mont Pelerin görüşmeleri ile eşzamanlı olarak Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un Kıbrıs’taki garantörlüklerle ilgili dile getirdiği ifadeler, Türk – Rus ilişkilerinde yaşanan balayı havasını az da olsa tatsızlaştırmış olsa gerek. Kıbrıs’taki Türk tezlerine tam ters olarak, Lavrov, Kıbrıs’ta garantörlüğün çok uluslu bir güce devredilmesi gerektiğini dile getirdi. Yine Ocak ayı içerisinde Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras’ın Rusya’ya gerçekleştirdiği resmî ziyaret esnasında, Putin tarafından Yunanistan’la aralarında bulunan “Ortodoks Kardeşliği”ne vurgu yapılması oldukça düşündürücüdür. Aslında Ermenistan’dan başlayan çevrme harekatı Akdeniz sahilleri ile sınırlı değildir gibi görünmektedir. Bu hat, Suriye üzerinden Kıbrıs’a ve Yunanistan’a bağlanmaktadır. Bulgaristan’daki iç dengeler dikkate alındığı zaman orada da durumun Türkiye – Rusya ilişkileri bakımından çok iç açıcı olmadığı görünmektedir. Hâlihazırdaki Bulgar hükumetinin bütün Rus baskılarına rağmen AB yanlısı bir siyaset izliyor olmasının yanında, Bulgar hükumetinin ülkenin AB üyesi olması sebebiyle zorunlu olarak böyle bir siyaset güttüğü ve Rusya sempatisinin Bulgar kamuoyunda çok güçlü olduğu dikkatten kaçmamalıdır. Bilhassa yaklaşan Bulgaristan genel seçimlerinin sıcaklığı hissedildikçe, oy kaygısı ile bile olsa, Bulgar siyasetçilerin Rusya’ya daha yakın bir siyaset izlemeye başlaması Türkiye açısından vehameti artıracaktır. Kuzeyde Kırım’ın ilhakı neticesinde Ukrayna’nın saf dışı bırakıldığı düşünülüğünde, Türkiye çevresindeki çemberin tamamlanması için birkaç halkanın kaldığı görülmektedir. Bu hatta herhalde Rusya açısından en önemli boşluğu Romanya teşkil etmektedir. Hâlihazırda Romanya tamamen Rus etki alanından çıkmış ve AB ile bütünleşmiş görünmektedir. Ancak bu aldatıcı bir durum olabilir. Romenlerle aynı soydan gelen bir halkın devleti olan hemen komşu Moldova’da durum henüz açıklık kazanmış değil. Moldova, Rusya ile AB arasında bir seçim yapma aşamasındadır ve Moldova’nın çizeceği yol bölge açısından hayati önemi hazidir. Moldova’nın tekrar Rus etki alanına girmeyi seçmesi veya seçmek zorunda kalması, Romanya’daki dengeleri de tekrar değiştirecektir. Böyle bir durum ise, AB’den çok Türkiye için bir felaket olacaktır. Zira böyle bir durumda Ermenistan üzerinden başlayan Türkiye etrafındaki Rus etki alanının tam bir daire hâline gelmesinin önündeki tek engel Gürcistan kalacaktır. Aslında Gürcistan’a yakından bakıldığı zaman da durum pek iç açıcı görünmemektedir. Zira 2008 yılında Güney Osetya’da; Gürcistan – Güney Osetya – Rusya arasında çıkan ve daha sonra Abhazya’nın da katıldığı gerilim neticesinde, Güney Osetya fiilî olarak Gürcistan’dan bağımsızlığını kazanmış ve Rusya koruması altına girmiştir. Rusya ile sınırdaş olan Güney Osetya ile Ermenistan arasında ise, nüfusunun yarısını Azerbaycan Türklerinin teşkil ettiği ancak ciddi bir Ermeni aznılık da barındıran Gürcistan’ın merkezi Rustavi olan Aşağı Kartli bölgesi bulunmaktadır. Yani Rusya’nın Ermeniler aracılığı ile bu bölgede karışıklık çıkarıp Güney Osetya ve Abhazya benzeri fiilî bir durum yaratması çok imkansız bir durum değildir. Aşağı Kartli’de yaşayan sayı bakımından azımsanamayacak Rus ve Oset azınlıklar da dikkate alındığında, durum daha da vahim bir hâl almaktadır.

Türkiye ile Rusya arasında görünürdeki sıcak ilişkilere rağmen, Türkiye’nin yakın çevresini ilgilendiren bütün bu olaylar oldukça düşündürücüdür. Suriye’deki Türk – Rus işbirliği neticesinde gerçekleştirilen Astana Zirvresi gibi oldukça ehhemiyetli bir uluslararası siyasi gerçekliğe karşın, Rusya’nın oluşturulacak yeni Suriye anayasasında Kürtlere özerklik istemesi de bu işbirliğine gölge düşürücek nitelikte bir hamledir. Hele bir de 9 Şubat günü Rus uçaklarının “kazaen” Türk askerlerini vurması ve üstelik bu “kaza”nın ABD’li bir üst düzey istihbarat yetkilisinin Türkiye’yi ziyareti ile aynı güne ratlaması, ister istemez akıllara “Rus dostun olsa, ay baltanı yanından ayırma” mealindeki Kırgız atasözünü akıllara getirmektedir. Ancak yine de atasözünün dediği gibi, Rus’tan dost olmaz değil, sadece Rus ile dostluk yapacaksan dikkati elden bırakma!

Yazar: Yrd.Doç.Dr. Gökçe Yükselen Peler

Kaynak: Sonsam

Gökçe Yükselen Peler

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...