DÜŞÜNCE

Devlet – Vatandaş İlişkisinde Babalık ve Çocukluk

Biz insanlar kendimizi daha fazla güvende hissetmek ihtiyacıyla çocukluğumuzda ebeveynimizi tanrılaştırırız. Çocukluğumuzda tanrı kavramına ilişkin hiçbir düşüncemiz olmasa bile anne-babamız, kavram olarak değil, işlev olarak bizim tanrımız gibidir. Kendi tanrımıza sığınmak rahatlatıcıdır. Kendi tanrısının gölgesinde/kucağında/otoritesinde barınan çocuk için sorumluluk yükü hafiflemiştir. Bu dediklerimiz yetişkinler için de geçerlidir. Tanrı inancının bu itibarla bir gereksinim olmasının yanı sıra yetişkinlerin sığındıkları bir diğer tanrılaştırılmış olgu da devlet otoritesidir. Güdümlenmek daima tercih edilir. Bunun tersi ise bireysel bağımsızlık tutkusudur. Ebeveynimizi tanrılaştırdığımız gibi devleti de baba-tanrı ya da ana-tanrı olarak algılıyoruz. Elbette iç dünyamızdaki algı böyledir. Devletsiz kaldığımızda başımıza gelebilecek kötülüklerin korkusuyla biz insanlar devleti kutsamaya yatkınızdır.

İsviçreli psikolog Pierre Bovet “Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi” adlı yapıtında bir öykü anlatır. Bu öyküdeki kimliği belirtilmemiş olan kişi henüz çocukken bir aile sohbetinde babasının bir olayı yanlış aktardığına tanıklık eder. Söz konusu olay babasının aktardığı şekilde vuku bulmamıştır. Olayın doğru biçimini o çocuğun annesi aktarır ve çocuğun babası da yanılmış olduğunu itiraf eder. İşte bu baba yanılgısı o çocukta bir tramvaya yol açmıştır. Bu çocuk yıllar sonra bir yetişkin olarak şöyle söylemektedir: “Babamın her şeyi bilirliğine, yanılmazlığına olan inancım artık ölmüş, gömülmüştü. Belli ki babam çok az şey biliyordu; çünkü benim gözümde diğer bildiklerinin önemini kaybettiren bir olayı bilememişti. Babam, o tanrı, o anlı şanlı tabii kudret gözümde insanlaştı. Bundan sonra babamın nesne ve olaylar hakkındaki takdirlerini, yargılarını muhakkak olarak kabul etmem gerekmeyecekti.”[1]

Vurgulamaya gerek yoktur ki çocuklar kendi ana-babalarını ve bilhassa babalarını her şeyi bilen, her şeye muktedir sanırlar. Amerikalı romancı Paul Auster’ın radyo hikâyelerinden derlediği kitabının adı da zaten “Babamın Tanrı Olduğunu Sandım” şeklindedir. Türkçemizde sık kullandığımız Devlet Baba ya da Devlet Ana sözleri bize açıkça göstermektedir ki yetişkin vatandaşlar çocukluklarındaki ebeveyn-tanrı sanısını bir ihtiyaç olarak devlet-tanrıya yansıtmaktadırlar. Fakat bu yanılsama devletin fuzuli olduğu anlamına gelmiyor. En yakın güncel örneğimiz Suriye’dir. Suriye Devleti muhtelif nedenlerle işlevini yürütemez hale geldiğinde/getirildiğinde milyonlarca Suriyeli savunmasız kalmıştır. Osmanlı Devleti de yakın geçmişte işlevlerini büyük oranda yitirdiğinde Balkan Türklüğü perişanlığa düşmüştü. Kırım Hanlığı çöktüğünde ise Kırım Tatar Türklüğü pek çok felakete sürüklenmişti. Tarihte bunun sayısız örnekleri bulunuyor. Biz bu yazımızda devletin gerekliliği olgusuna değil devletin tanrılaştırılması olgusuna değiniyoruz.

Devletin kutsallaştırılması Osmanlı’da Zıllu’lah (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi) sıfatıyla karşımıza çıkarken Göktürkler’de Tengri teg tengride bolmış (Tanrı gibi gökte olmuş) ifadesiyle karşımıza çıkıyor. Devlet başkanının kendisine yönelik itaati sağlama alma amacının peşi sıra vatandaşın da güvenli sığınak edinme gereksinimi söz konusu “devleti kutsallaştırma” olgusunu çift yönlü pekiştirip yoğunlaştırıyor. Şimdiki cumhurbaşkanına atfedilen “göklerden gelen bir karar vardır” söylemi ise modern çağlarda bile devlet-tanrı anlayışının sürdüğünü bize kanıtlamaktadır.

Devletin kutsallaştırılmasında ibreyi göklerden yeryüzüne çekmenin, göklere değil de yeryüzüne odaklanmanın görünürdeki biricik yolu demokrasidir. Demokrasiden dem vurduğumuzda ister istemez devleti temsil eden kurumların dünyevileştirilmesi gündeme gelecektir. İnançların bireye bırakılması ise devletin kendi vatandaşına makul ölçülerde güvenmesiyle mümkündür. Ve haliyle vatandaşların da kendi devletlerine güvenmesi ve vatandaşı bulundukları devletin meşruluğunu benimsemesi gerekmektedir. Devlet-Vatandaş uzlaşması ancak bu sayede demokrasi ruhunun yerleşmesini sağlayabilir. Devletin kararlarını Tanrı’nın buyruklarıyla özdeşleştirdiğimiz takdirde devleti yönetenlerin yanılmazlığı düşüncesi baskın çıkacaktır. Böylesi bir ortamda vatandaşlar devleti yönetenlerin yanılmazlığına yürekten inansalar da inanmasalar da boyun eğmek zorunda kalacaklardır. Çünkü demokrasinin yeterli kertede işlemediği bir ortamda vatandaşın devlet karşısındaki yaptırım gücü gitgide zayıflayacaktır. Bu zayıflama da zaten devlet-tanrı algısını koyulaştıracaktır. Devletin tanrılaştırılması olgusu bize ne kadar yakınsa, devlet-tanrı algısı ne kerte içimizdeyse biz vatandaşlar o kadar fazla körleşiriz. Devletin tanrılaştırılmasını kendimizden uzaklaştırdığımız ölçüde ayaklarımız yeryüzüne basabilecektir. Bu durumu Lichtenberg’in bir sözüyle açıklığa kavuşturalım:

“Sorunumuzun uzağında olduğumuz sürece onu belirleyebileceğiz ancak ona en yakın olduğumuz noktada onun sıcaklığı bize onu unutturacaktır.”[2]

Devleti tanrılaştırdığımızı yalın biçimde idrak edemiyorsak, devleti tanrılaştırma eğiliminin Tanrı’ya ortak koşma suçuyla tanımlanabileceğini göremiyorsak sorunumuzun çok fazla yakınındayız demektir. Yakınımızda bulunanlara karşı körleştiğimizi gündelik yaşam deneyimlerimizle hepimiz az çok biliriz. Basit bir örnek verelim: Daima beraber olduğumuz kardeşlerimize benzediğimizi pek fark etmeyiz. Ne var ki dışarıdan gelen biriyle tanıştığımızda o dışarıdan gelen biri aile bireylerimize bakarak “kardeşinize çok benziyorsunuz” der. İşte bunun gibi, vatandaşlar da devlet otoritesine uzaktan bakmayı denemedikçe o otoriteye nasıl bir işlev yüklediğini kolayca göremeyecektir. Portekizli yazar José Saramago “Körlük” ile “Görmek” adlı romanlarında demokrasinin kırılganlığını ve devleti yönetenlerce saptırılmasını taşlama yazını yoluyla işlemiştir. Vatandaşın tanrısal devlete bağlılığını Saramago şu kısa cümleyle özetliyor: “Umut tuz gibidir, insanı doyurmaz ama ekmeğe tat verir.”[3]

Erol Güngör’ün tercüme ettiği “Sosyal Psikoloji” adlı kitapta araya giren yeni bir idrakin eski idrakle kaynaştığından söz ediliyor. Bu iki idrak hem birbirine bağlanıyor hem de birbirini etkiliyor. Bu durumu adı geçen kitaptan uzunca bir örnekle açıklamak yararlı olacaktır:

“Farz edelim ki Ahmet’in cüzdanı A şehrinde bir yankesici tarafından çarpılmış olsun. Birkaç dakika sonra Ahmet bunun farkına varıyor ve çok üzülüyor. Kısa bir zaman sonra o şehrin İtalyan mahallesinde bir zaman kalmak fırsatını elde ediyor. Cüzdanın kaybı ile bir alâkası olmaksızın, şu veya bu sebeple oradaki İtalyanlardan hiç memnun kalmıyor. Bir yıl sonra Ahmet para cüzdanının şehirdeki İtalyan mahallesinde çalındığını hatırlayabilir. Başka ifade ile, A şehrinin bir noktasındaki nahoş bir yaşantı şehrin bir başka mıntıkasında daha sonraki bir nahoş yaşantı ile organize edilir, ve nahoşluk itibariyle birbirine benzeyen bu iki yaşantının karşılıklı tesiri neticesinde yeni bir kognitif yapı meydana gelir. Ahmet İtalyanlar aleyhine bir peşin hükme sahip olsaydı bu hadisenin olması daha çok muhtemeldi, fakat masumane bir şekilde hatırlanan olayların bir çoğu orjinal peşin hükümleri bu şekilde takviye etmektedir.”[4]

Anımsayacak olursanız bu yazımızın başlarında şöyle demiştik: “Devlet başkanının kendisine yönelik itaati sağlama alma amacının peşi sıra vatandaşın da güvenli sığınak edinme gereksinimi söz konusu devleti kutsallaştırma olgusunu çift yönlü pekiştirip yoğunlaştırıyor.” Tarih boyunca iktidarla ile vatandaşlar (yönetenler ile yönetilenler) arasında sürüp gitmiş olan sürtüşmeler ve uyumsuzluklar devletin tanrısallaştırılması şeklinde sorunlu bir çözüm üretmiştir. Devlet-Vatandaş ilişkisindeki çift yönlü nahoş yaşantılar peşin hükümlere yol açmıştır. Yönetilenlerin yönetenler altındaki nahoş hatıraları ve yönetenlerin de yönetilenler üstündeki nahoş hatıraları birbirini organize ederek kutsal bir yapı oluşturmuştur. Demokratik toplumlarda ise devlet-vatandaş ilişkisinde kutsal-dışı yani dünyevi yapı esastır. Dünyevi yapı kurumsallaşıp kökleşebildiği takdirde iki sonuç belirecektir. Birincisi, devletin göklerden yeryüzüne indirilerek Tanrı’ya yamanmasının önüne geçilmesi. Biz kendi devletimizi Tanrı’nın devleti olarak görebiliriz ama Tanrı acaba bizim devletimizi kendi devleti olarak görmekte midir? Hıristiyan teolojisindeki Tanrı’nın Krallığı dogmasının insanlığa nasıl zararlar verdiğini görmekten öte bizatihi yaşıyoruz. İkincisi, dünyevi yapının kökleşmesiyle birlikte vatandaşlar devlet-baba karşısında bir çocuk ve bir kul olmaktan sıyrılarak daha fazla yetişkin hale geleceklerdir. Bir çocuğun kendi ebeveyninin tanrı olmadığını idrak etmesiyle birlikte önce travma yaşayıp sonra da olgunlaşması ve birey haline gelmesi durumu devlet karşısındaki çocuksu vatandaşın zihinsel uyanışıyla koşuttur.

Metin Savaş

[1] Pierre Bovet, Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi, sayfa 45, Türkiye İş Bankası Cep Kitapları, Ankara 1958

[2] Jacques Lacan, Psikanalizin Temel İlkeleri, sayfa 95, Çolpan Kitap, Ankara 2020

[3] José Saramago, Görmek, sayfa 48, Can Yayınları, İstanbul 2008

[4] David Krech-Richard S. Crutchfild, Sosyal Psikoloji, sayfa 205, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1999