DÜŞÜNCE

Devleti Seviyoruz Ama…

Yazan: M. Ragıp VURAL

Devlet mefhumunu seviyoruz ama ona saygı duymuyoruz. Ekseriyetimizin mücerredle münasebetinin pek sıkı fıkı olmadığı düşünüldüğünde, pek câlib-i dikkat bu hâlin, devlet mefhumunun tedai ettirdiği metafizik tondan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Demem o ki bizim için devlet, mistik bir kavram ve bilgi değil; inanç onun sınırlarını çizen… O zaman girişteki cümleyi “devlet mefhumuna inanıyoruz, ama ona saygı duymuyoruz” şeklinde değiştirebiliriz. “Devlet şerik kabul etmez” lafzı da bu inancın şiarıdır. Kaynağını Tanrı’dan alan meşruiyetin geçmişte hanlara, krallara toplumsal düzeni ve iktidarı muhkemleştirmede bir hayli kolaylık sağladığı tartışma götürmezse de günümüzde aynı söylemi cari kılmak, toplumsal ihtiyaçlara bir cevap üretmek anlamına gelmeyecektir. Çünkü tarihî tecrübenin bir kesitini bağlamından kopartarak ve günümüzün şartlarını göz önünde bulundurmadan bugüne taşımaya çalışmak, geçmişin ihyâsı değil geleceğin imhâsı anlamına gelecektir. Karamzin’in belirttiği gibi “Tarih milletlerin kutsal kitabıdır.” Eğer bu kitabın sayfalarını atlayarak okursanız ve başlangıcından günümüze kadar gelen tecrübenin ruhunu kavrayamazsınız bir gelecek inşasında bulunamazsınız. Dolayısıyla, devleti mücerred ve metafizik bir varlık olarak tahayyül etmenin nihayetinde ulaşılacak sonuç, bilgi değil inançtır. Dahası tarih Tanrı’dan kut almış yöneticilerin, Tanrı-Kral ya da Rahip Kralların salt bize âit bir kavramsallaştırma olmadığını da söyler. Nihayetinde yöneticilerin lâyüsel olmaktan çıkartılarak hesap veren, eleştirilen, sorumlu tutulan insanlar hâline getirilmesi, izi en kolay sürülecek tarihî tecrübedir. Meşruiyetini Tanrı’dan değil de vatandaştan alan, toplumsal onaya muhtaç “insan” idarecilerin yönettiği bir devletin kutsallığı, yapıp ettiklerinin sorumlu olduğu insanların ne kadar hayrına olup olmadığı ile doğru orantılıdır.

Bu ise bizi bilginin konusu olan devlete ve onun nasıl olması gerektiğine götürür. Bu bağlamda, Milay Köktürk hocanın soruları üstünde bir kez daha düşünmek lâzımdır: Devletin gerekliliği ve değerliliğinden hareketle, onun zulüm dolu uygulamalarını görmezden gelmek, doğru bir tavır mıdır? Devletin kendi vatandaşları tarafından korunması gerekliliği, onu, hesap vermeyen bir otorite olmaya doğru itmez mi? Kayıtsız şartsız bir itaat nesnesi olarak devlet tasarımı, yâni devleti böyle algılamak, insanın kendi tepesine, sorgulanamayan ve hesap sorulamayan bir otorite yerleştirmesi anlamına gelir. Başka bir deyişle, insanlar, kendilerine ait olan şeyin kölesi olmuş olurlar. “Devlet en yüksek değere sahip bir kurumdur” denilerek bu sorunlar görmezden mi gelinmelidir?

Bu çok önemli bahsi başka bir tartışmaya bırakarak, inancın mütemmim cüzü ya da tezahür etmiş biçimi olarak telâkki edeceğimiz saygının, günümüzde hâlen bir inanç konusu olan devletten neden esirgendiğine gelelim. Devlete saygı duymanın alâmeti, onun dayandığı ve meşruiyetinin kaynağı olan yasal zemine toplumun bütün fertlerinin sadâkatle uymasıdır. İnsanların huzur içinde yaşaması, adâletin tesisi, egemenlik haklarının muhafazası, sosyal hayatın nizama kavuşturulması gibi birçok unsurun varlığı, devletin varlığıyla hayatîyet bulur. Devletin söz konusu vazifesini yerine getirmek için İbni Haldun’un “Mülk-i Siyasî” olarak tanımladığı aklın buyruklarınca hareket etmesi gerekir ve bu ancak, devletin varlığının çerçevesini çizen yasalara yönetenlerin de uymasıyla mümkündür.

Dolayısıyla devlet, milletin hükümranlık haklarının savunulmasından adâletin tesisine kadar her alanda nizamı tesis etmek için ihtiyaç duyduğu gücü, ancak aklî olanı egemen kılmaktan ve tarihsel tecrübenin ürünü olan kurallar manzumesine uymaktan devşirebilir. Yurttaşlarından da bu kurallara uyması dışında bir sadâkat beklemez. Devleti kutsayan bir zihniyetin onun varlığını izafe ettiği değerler sistemini tartışması, kemâle ermesi için gayret sarf etmesi tabiî ki mümkün değildir. Çünkü kutsal olan, mükemmel olandır. Tartışmayı değil itaati bekler. Fakat ilginçtir, böylelerinin devletin tecessüm etmiş hâliyle de arası pek yoktur. Sokakta nizamın tesis edilmediği bir ülkede kutsal ya da hâdim bir devletin varlığından bahsetmek nihayetinde anlamsızdır. Bugün ülkemizin sokaklarına egemen olan keşmekeşin sebebi, devletin zorunluluğuna dair inancı olanların, onun fonksiyonlarına dair bir bilgi birikimine sahip olmamasıdır. En basit hâliyle bireyin trafik kurallarına uyması, devlete saygı duyduğunun bir göstergesidir. Sınır koyan, yükümlülükler ihdas eden ve bunlara uymasını kolluk marifetiyle icbar eden bir devletin gücü, söz konusu kuralların icrasında gösterdiği hassasiyette saklıdır.

Devletin gücünün iktidarın gücü hâline gelmesi, kurallar gücü elinde tutanlara da aynı şekilde uygulandığında anlamlıdır; lâkin iktidarın, gücü ele geçirdikten sonra kuralları kendi lehine ve halkın genelinin ya da bir zümrenin aleyhine olacak şekilde esnetmesi/sertleştirmesi, ancak Tanrı-Kral ya da Rahip Kralların geri dönüşünün bir işareti olarak değerlendirilebilir.

Kendisini yasalardan üstün gören yöneticiler için kutsal devlet, kutsal yönetici anlamına gelir. Lâyüselin geri dönüşüdür yâni. Kutsal yönetici bizden yasalara ve devlete değil, kendi söylediklerine itaat etmemizi bekler. Ona sunduğumuz sadâkatin ölçüsünde ihsanına malik oluruz ya da cezasına dûçâr…

Gelelim bütün bu satırları yazmamın sebebine. Türk devleti giderek içerde ve dışarıda hükümranlık hakkını yitiren, yine İbni Haldun’un “Mülk-i Tabiî” olarak tanımladığı keyfî yönetim biçiminin pençesine düşmektedir. En son Hollanda ile yaşanan kriz bir kez daha göstermiştir ki devletin tarihsel tecrübenin ürünü olan aklı yer ile yeksan olmuş, bunun toplumsal yansımaları da portakalların bağrına, lâlelerin boynuna bıçak dayamak şeklinde bir paçozluk olarak tezahür etmiştir.

Son 15 yılda yaşananlar hakkıyla tefekkür edildiğinde Türk devletinin hiç olmadığı kadar acziyet içine düştüğü görülecektir. Devletin birinci vazifesi, milletin güvenliğini korumak iken yöneticilerin bugüne kadar kabul edip özür dilemeyi dahi düşünmedikleri hatalarından dolayı içerde mutsuz, dışarda ise boynumuz büküktür.

Güçlü devletler iddialarını bağırarak çağırarak değil, strateji kurarak hayata geçirirler. Portakalın suyunu dökerek Batı ile mücadele edeceğini düşünenlerin, Türk kültüründeki yer ve anlamdan bîhaber biçimde lâlenin boynuna bıçağı dayaması da kaçınılmazdır. Millî kültür, Yılmaz Özakpınar’ın da belirttiği gibi, geçmişe tutkunluk duygusuyla savaşlar, zaferler, mehter takımı, yöresel kıyafetler, halk oyunlarından ibaret değildir. Bizi yaşatan ortak vatan, kaderini paylaştığımız tarih ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, millî iradeyi oluşturan bireyler olarak hepimizi aynı düzlemde birleştiren temel hak ve özgürlükler, millî kültürün ana kayalarıdır. Bireysel özgür irade olmadan bireyler ancak tebaa ya da kalabalık olur, millet olamaz. Millî kültür, geçmişten gelen ve geleceğe yol alan milletin bugünkü medenî yaşamıdır.

Ezcümle, güçlü bir Türkiye’nin yolu sokaklarımızdan geçmektedir, kendi sokaklarımıza düzen sağladığımızda Hollanda’nın sokaklarında da düzeni sağlarız. Devlete kutsallık atfetmenin devleti güçlü kılmadığını, ahlâkî ve kültürel açıdan zafiyet içinde olan bir devletin yaşamlarımızı tehdit ettiğini anladığımızda, devleti yeniden güçlü kılmak için gerekli başlangıcı, Kutadgu Bilig’de yer alan “Beylik çok iyi bir şeydir, fakat daha iyi olan töredir ve onu doğru tatbik etmek lâzımdır” sözünde bulabiliriz.