DÜŞÜNCE

Doğu’da ve Batı’da İktisat ve Zihniyet – II

Önceki yazımızda, Sabri Ülgener’e atıfta bulunarak, Batılı olmayan toplumların Batılı toplumlara kıyasla durağan kaldıklarını belirtmiştik. Hareket veya iktisat yönünden Ülgener’in Doğu-Batı kıyaslamasının özeti şudur:

Batılı çalışma zamanı geldi mi diye saatine bakarken Doğulu ise namaz vakti geldi mi diye saate ikide bir bakar.

İslam toplumlarında, prensipte, çalışmak ibadettir ama uygulamada miskinlik hâkimdir. Batılı toplumlarsa özellikle Calvin’in öğretileriyle çalışmayı ibadet bellemişler ve bunu prensipte bırakmayarak uygulamaya sokmuşlardır. Gidişat böyle olunca da bir zamanların parlak Doğusunu yaratıcı hamlelerle Batı ezip geçmiştir. Dünya hayatının birtakım gerçekleri vardır. Biz, eskiye bağlılıkla bu gerçeklerden kaçsak bile, o gerçekler bizi eninde sonunda yakalar. Daha doğru ifadesiyle, biz kaçarken, kaçtığımız gerçeklere toslarız. Batı’nın sömürgeci olması Doğu’nun miskinliğini meşru kılmaz. Doğu, birtakım gerçeklere gözlerini yumduğu için Batı’nın gerisine düşmüştür.

İki dünya arasındaki iktisat ve zihniyet farkını Ülgener üzerinden sorgulamaya devam edelim… Emile Durkheim’ın toplumsal işbölümü kuramını esas alırsak, Ülgener, Doğulu toplumlarda işbölümünün yetersiz kaldığını söylemek istemiştir:

“Tarihimizin yeniçeri mütegallibesi ve kazasker rütbesine kadar tırmanmış ilmiye mensupları sermaye ve arpalık dağıtımında başkalarından geri kalmamış kudret sahipleridir. Böylesine karmaşık bir yığın içinde kimin hakkıyla tüccar ve iş adamı, kimin kılıç ve icazet sahibi, kimin mütegallibe olduğunu ayırt etmek kolay olmamıştır. [Bakınız: Sabri F. Ülgener, Zihniyet Aydınlar ve İzm’ler, sayfa 54, Mayaş Yayınları, Ankara 1983]”

Ülgener bu karmaşık yapının Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini, politikacıyla iş adamının faaliyet alanlarının iç içe girdiğini, tüccarınsa Batılı anlamda tüccar kimliğine bürünmektense göstermelik tüccar haline geldiğini vurguluyor. Toplumsal işbölümü kendi çizgilerini belirleyemeyince bürokratla sanayici tipi arasındaki ayrım da kesinleşmiyor ve görüntüyü bulandırıyor. Doğu’nun değişime ayak uyduramamasının nedenlerinden biri ve herhalde başta geleni cehalettir. Durkheim bu duruma bilgisizliğin karanlığı demektedir:

“Bir vicdan ne kadar bilgisizlik karanlığında ise değişime de o denli karşı çıkar; çünkü ne değişimin zorunluluğunu ne de alması gereken yönünü yeterince çabuk kavrayamaz. Buna karşılık bilgiyle aydınlanmış bir vicdan, kendisini daha önceden bu değişim gereğine hazırlamasını bilir. [Bakınız: Emile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, sayfa 78, Cem Yayınevi, İstanbul 2006]”

Batı’nın kendisinden olmayanlara yönelik vicdansızlığına bakarak Durkheim’ın bu saptamasını göz ardı edemeyiz. Biz daima Batı’nın karanlık yüzünü işaret ederek kendimizdeki kusurları perdeleme alışkanlığına sahibiz. Durkheim değişimin yönünü kavramaktan söz ediyor ki Ülgener de Doğulu toplumlardaki yönsüzlükten yakınmaktadır. Ülgener’in bir yakınması da yine yukarıdaki gibidir: “Kimin ithalatçı, kimin politika simsarı olduğunu ayırt etmek hiçbir zaman kolay olmamıştır.” Şark toplumlarındaki tüccarları Ülgener macera adamına benzetiyor. Onlar hesapsız kitapsızdırlar, rüzgârın estiği yöne doğru savrulurlar, işletme defteri tutmasını bilmezler, siyasete ve iktidara göre manevra yaparlar. Ülgener’e göre Doğulu tüccar savruktur, gösteriş meraklısıdır, gerçek anlamda iş adamı ve sanayici çehresi sergilemekten uzaktır. Bahar ve yaz mevsimlerinde tarlasında çalışarak kazandığı parayı kış mevsiminde yiyen köylüye benzetiyor Şarklı tüccarı. Ve fakat bu zihniyetin değişeceğini, şimdiden değişmeye başladığını da gözlemlediğini söylüyor. Ülgener bu saptamaları içeren makalelerini 1934’ten itibaren kaleme almaya başladığını, 1951’e kadar olgunlaştırabildiğini de belirtiyor ki günümüzün Türkiye’sini gözlemleyebilseydi neler yazacaktı kestiremiyorum.

Söz konusu zihniyetin Ortaçağ kalıntısı bir zihniyet olduğunu da Ülgener açıkça söylüyor: “Ortaçağ insanı –epey gerilerde kalmış bir yazımızda öyle diyorduk– toprağa ve kıymetli madene gömülü ve onlarla ölçülü servet anlayışı ile el’an içimizde yaşar gibidir. İleri ve modern bankacılığımız dahi, renkli ve cazip duvar afişlerinde gayrimenkul (ve bir zamanlar altın) vaadi ile, içimizde yaşayan bu insanın arkaik fakat o nispette sebatlı ruh hâletine hitap etmesini pek iyi bilmiştir. [Zihniyet Aydınlar ve İzm’ler, sayfa 57]”

Şark zihniyeti, bir bakımdan, ortak zihniyetin güçlü ve yaygın olmasıdır. Zihniyet, toplumun bütün kesimlerine yaygın olduğu içindir ki toplumsal işbölümü arasındaki çizgiler kaypaklaşıyor ya da iç içe geçiyor. Köylü, tüccar, siyasetçi, asker hep aynı bakış açısına sahip oluyor. Durkheim’a tekrar kulak kabartalım: “İşbölümü geliştikçe ortak bilinç daha fazla zayıflar ve daha fazla belirsizleşir.” Bundan maksat toplumun çözülmesi değildir. Bundan kasıt işbölümünün netleşmesiyle birlikte köylü, tüccar, siyasetçi ve asker gibi unsurların bakış açılarının farklılaşmasıdır. Aksi takdirde, ortak bilinç zayıflamadıkça, bürokratla sanayici tipi arasındaki ayrım da oluşmaz. Yeniçeriyle ilmiye sınıfı arasında net ayrım gerçekleşmez. Ve haliyle bireyselleşme de olgunlaşmaz. Toplumsal işbölümünün yeterince oturmaması durumu Doğulu aydının da yönünü saptırmıştır:

“Aydının kitleye yabancılaşması memleketimizde Batıya nazaran biraz daha ileri ölçülere varmışsa sebebini son olarak işaret ettiğimiz noktada, aydın ve bürokrat karışımında aramak lâzımdır. Müfettiş ve vali olarak, kaymakam olarak kitleye üstten ve yukarıdan bakan ve yanına kolay yaklaşılamayan yönetici takım aynı zamanda diplomalı aydının ülke çapında başlıca örneğini vermiştir. Batıda entelektüel deyince hatıra ilk planda muharrir, romancı, gazete yazarı ve yorumcusu, bir kelime ile fikir ve edebiyat adamı (l’homme de lettre) geldiği halde, bizde aydın okur-yazarla beraber onun üst kademede bürokratla kaynaşmış türünü hatıra getirir. Bir yüzü ile devamlı hikmetler savuran, her şeyin doğrusunu yalnız kendi bilen akl-ı evvel, öbür çehresi ile yetki ve uygulama alanında her şeye gücü yeten, dediği dedik bir kuvvet ve iktidar odağı. Batıda entelektüel; mantığı, çenesi ve kalemi devamlı işleyen kişi; fakat hiçbir zaman bir te’dip ve haddini bildirme cihazı değil. Bizde ise ikisi bir arada… [Zihniyet Aydınlar ve İzm’ler, sayfa 73]”

Bizdeki aydının bürokratla kaynaşmışlığı toplumsal işbölümünün yetersiz kalma durumudur. Çünkü aydınla bürokratın zihniyeti ortaktır. Bu saptamaların kitabî söylem olmadığını çevremize bakarak görebiliriz. Bizim aydınımız çoğunlukla rüzgârın esişine göre davranır, iktidara kayarak ranta ortak olur ve kendi özgür vicdanıyla değil de iktidarın vicdanıyla konuşur. Bunu böyle yaparken de toplumunu aydınlattığını söyler.

Metin Savaş