Arz ve talep meselesinin radikal (köktenci) bir şekilde çarpıtıldığı ya da dönüştürüldüğü bir çağda yaşamaktayız. Olağan şartlar altında talebin arzı doğurması gerekir. Ekmek talep edersem birileri fırın kurarak işbu talebime karşılık verirler. Otomobil talep edersem yine birileri fabrika kurarak benim talebime arzda bulunurlar. Yasak meyveye uzanma dürtüsü bir taleptir. Yasak meyveyi talep etmektir. İblisin fısıltısı ise malum talebe yönelik bir arz olmaktan öte, yasak meyveyi gündeme sokmak amaçlı bir talep oluşturmaktır. Şu halde, talepte bulunmak olağandır ama talep oluşturmak olağandışıdır. Talep oluşturmak yapaydır ve sentetiktir. Toplum mühendisliği dediğimiz şey işte budur. Mesele sadece iktisat meselesi değildir. Talep oluşturma şeklindeki şeytani tasarımlar sosyolojiden teolojiye çok boyutludur.
Max Weber’in “araçsal akılcılık” fikrinin artık tepetaklak olduğunu, amaçların yerini araçların doldurduğunu, akılcılığın ise pragmatizme feda edildiğini savunan Zygmunt Bauman özetle şöyle diyor: “Ürünlerin, zaten var olan bir talebe cevap vermek yerine, bir talep yaratıp büyütmekle, çok sık olarak da hakikaten yoktan icat etmekle yükümlü olduğu bir dünyadayız.”[1]
Ürün âdeta araç değil amaçtır. Kullanmak değil tüketmek esastır. Türkçemizin kavrayışıyla söylersek, bir ürünü (bir araç gereci) tasarrufumuza aldığımızda onu kul edinmiş, yani kullanmış oluyoruz. Tüketim kültüründe ise araç gereçler bizi kullanıyor. Dolayısıyla da yoktan var edilircesine oluşturulan sentetik talepler bizim olağan taleplerimize baskın çıkıyor. Olağandışı dediğimiz şey işte budur. Araçsal akılcılıktan ziyade insanlık tepetaklak edilmiştir. Teolojik bir örnek verirsek: İbadet olarak namaz kılmak bir araç iken, Tanrı’nın yerine ikame edilerek namazın bizatihi kendisi hedefe oturtulmuştur. Namaz âdeta tanrılaştırılmıştır. Var olan bir talebe cevap vermesi gereken ürün yoktan icat edilen bir talebi büyütmeye yönlendirilmektedir artık. Yine bir örnek olarak şöyle ki: İleriye yönelik bir cemaat lideri keşfedip bu türedi lideri donatırsınız, hemen ardından bu liderin hitap edebileceği bir cemaat kurgularsınız, sonra da kurmaca cemaate müritler toplarsınız. Toplumun böylesi bir cemaate gerçekten ihtiyacı olup olmadığının sorgulanmasının hiçbir önemi yoktur. Zaten buradaki niyet sorgulamak değil de bir talep yaratıp o talebi büyütmektir. Yani kurgusal cemaati şişirmektir. Söz konusu cemaatin hangi amaçlar için kullanılacağı ise toplum mühendislerinden öte küresel aktörlerin tartışma konusudur. Yoktan var edilen ürünün (cemaat liderinin ve şişirilmiş cemaatin) mensupları olarak tüketicilerse kullanan değil kullanılandır. Twitter ve Facebook türünden sanal zeminlerin hepsine birden ihtiyaç yoktur fakat ve sanki her biri ayrı ayrı mutlaka gerekliymişçesine bir talep oluşturma ortamı dayatılırsa her biri ayrı ayrı kendi tüketicisini devşirecektir. Buradaki tüketiciler kullanan değil de kullanılan olmaları itibarıyla birer mürit konumundadırlar. Şu halde Twitter ve Facebook bir bakımdan cemaat tekkesi gibidir. Mistik tekkelerden farklı olarak sanal tekkelerin şeyhleri (mürşitleri) belirsizdir. Sanal cemaatleri cazip kılan da işte bu büyülü belirsizliktir.
Anthony Giddens “bilimde hiçbir şey kesin değildir” ilkesini hatırlattıktan sonra şöyle der: “Bilimsel çalışma bize dünyayla ilgili isteyebileceğimiz en güvenilir bilgiyi sağlasa bile, hiçbir şey kanıtlanamaz.”[2] Buradaki prensip sayesinde bilimsel veriler tartışılamaz konumdaki vahye dönüştürülmemiş oluyor. Şüphe esastır. Oysaki yoktan var edilen sentetik talepler sorgulama dışıdır. Olağandışı ürünler de böyledir: “Teknolojik unsurların birbirlerine bağımlılığı, olmayan sorunlar için çok fazla sayıda çözüm yaratır.”[3] Diyebiliriz ki, mürit konumundaki tüketiciler de birbirlerine bağımlı kalarak yapay sorunlar karşısında çözümsüzlüğe sürüklenmektedirler. Olmayan sorunlar için çok fazla çözüm yaratılması çözümsüzlüktür. Türedi bir cemaatin oluşturduğu sorunların biteviye dolayımda kalması çözümsüzlüğe iyi bir örnektir. Twitter ve Facebook da var olmayan sorunlar yumağıdır. Sanal oldukları için oluşturdukları sorunlar da gereksiz ve yapay sorunlardır. Fişi çekerseniz sorun yok olur. Tabii ki sosyal medyanın insan psikolojisinde yol açtığı tahribatın tedavisi biraz zaman alacaktır.
Sosyal medyayı, cemaatleri, talep oluşturma amaçlı bütün ürünleri tüketen tüketicilerin birer kul olduklarını, yani kullanıldıklarını belirtmiştik. Zygmunt Bauman bu durumu George Ritzer’den yaptığı bir alıntıyla fasih bir şekilde izah ediyor:
“Süpermarketler bizim tapınaklarımızdır. Buna alışveriş listelerimizin dua kitaplarımız, alışveriş merkezlerindeki gezinmelerimizin de hac yolculuklarımız olduğunu ekleyebilirim. Önünü arkasını düşünmeden satın almak, artık yeteri kadar cazibeli gelmeyen sahip olduklarımızdan, yerlerine daha cazibeli olanları koymak üzere kurtulmak en şevk verici hislerimizdir. Tam bir tüketici mutluluğu, tam bir hayattır. Alışveriş yapıyorum, öyleyse varım.”[4]
Önünü arkasını düşünmeden satın almak bir statü göstergesidir. Varlığımızı kanıtlamaktır. Ben de buradayım demektir. Önünü arkasını düşünmeksizin muayyen bir cemaate intisap etmek ranta ortak olmaktır. Sahip ve ortak olduğumuz bu rant (cemaat) bir müddet sonra cazibesini yitirdiğinde (gözden düştüğünde veya düşürüldüğünde) onun yerine daha cazibeli bir başka türedi cemaat kıymete binecektir. Yakın zamanlara kadar ortalığı kasıp kavuran Facebook şimdi artık eskisi derecesinde cazip görülmeyince yerini peyderpey Twitter denen bir başka sanal cemaate terk etmeye yönelmiştir. Hâlbuki kökten değişen bir şey yoktur. Yalnızca isim ve görüntü değişmiştir. FIAT otomotiv firmasının daha çağdaş görünen logosunu değiştirerek eski logosuna geri dönmesi aslında hiçbir şeyin değişmediğinin belirtilerinden biridir.
Olağan taleplerin değil de dayatılan ürünlerin tutsaklığına dönüşmemizin arka planında ne vardır? İtalyan düşünür Giorgio Agamben bunu şöyle açıklıyor: “Canlı varlıklar (bizler) aygıtlarla devamlı ve göğüs göğse mücadele içerisindedir. Zira aygıtlar, canlı varlıkların hareketlerini, davranışlarını, görüşlerini veya söylemlerini öyle ya da böyle yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, şekillendirme, denetleme ya da ele geçirme kabiliyetine sahip hemen her şeydir.”[5]
Sadece iktisadi, dinsel, sanal ve benzeri kurumlar değil, ürünler de bizleri denetliyor. Bir iletişim şirketinin 444’lü numarasının kendi abonesini neredeyse ayda bir kez araması denetleme amaçlıdır. Aynı zamanda psikolojik baskı yoluyla yönlendirmedir. 444’lü numaraların ısrarlı arayışlarından kurtulmak için telefona cevap vermemiz yeterli oluyor. Fakat bundan kaçış yoktur. Bir tüketici tepki olarak iletişim şirketini değiştirse bile 444 onu aramaya (denetlemeye ve yönlendirmeye) devam edecektir. Tek köktenci kurtuluş yolu telefondan (yani teknolojiden) vazgeçmektir ama neredeyse hiç kimse (Mandıra Filozofu dışında) buna cesaret edemiyor.
Metin Savaş
[1] Zygmunt Bauman, Retrotopya, sayfa 31, Sel Yayıncılık, İstanbul 2018
[2] Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, sayfa 40, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2012
[3] Anthony Giddens, sayfa 147
[4] Zygmunt Bauman, sayfa 47
[5] Dominic Pettman, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı, sayfa 44, Sel Yayıncılık, İstanbul 2017