Yazan: Doç. Dr. Hasip SAYGILI
Türkiye’nin 1999’dan beri her sahada yoğun yardım ve destek sağladığı Kosova’da Türk bayrağının indirilerek çiğnenmesi, Balkanlarla ilgili takip edilen ülke siyasetinin yeniden değerlendirilmesi için bir uyarıcı olmalıdır. Hadiseyi bir fanatiğin tekil eylemi olarak boş hamasetle örtmeye devam etmek, bölgede itibar ve çıkarlarımızın aşınmasını sürdürmekten başka işe yaramayacaktır.
Geçtiğimiz Şubat ayında Prizren’de Kosova’nın bağımsızlığının yıl dönümü dolayısıyla diğer ülke bayraklarıyla beraber şehre asılan Türk bayrağının bir saldırgan tarafından indirilerek çiğnendiği görüntüleri sosyal medyada yer aldı. Dost bir ülkeden bu tarz Türkiye’ye yönelik düşmanlık ilanı dışında bir izahı olmayan çirkin hadisenin maalesef münferit bir vaka olmadığı bilinmektedir. Kosova halkına zor zamanlarında maddi ve manevi her sahada yoğun destek sağlayan ve ülkenin bağımsızlığını ilk tanıyan Türkiye’ye yapılmakta olan hakaretler serisinin sonuncusu konunun kamuoyunda tartışılmasını gerektiriyor, sanıyoruz. Biz büyük milletiz, bir iki kendini bilmezin münferit provakatif eylemlerini büyütmeye gerek yoktur, Arnavut dostlarımızı üzmeyelim anlayışının yıllardır sürdürülen tahkirleri sıklaştırma ve yoğunlaştırma dışında bir sonuç vermemiştir. Kosova’daki gelişmeler konusunda sağlıklı bilgilendirme ve değerlendirmenin problemin hal yoluna konulmasına katkı sağlayacağı açıktır.
Önce son 20 yılı dikkate aldığımızda Kosova’da Türk karşıtı eylemlerin son birkaç yılda ortaya çıkmadığını söylemeliyiz. Daha bölgede Sırp varlığına karşı mücadele edilirken bile fırsat bulan fanatikler Türk mimari ve kültür eserlerini de imha etmeye başlamışlardı. Bu çerçevede Prizren merkezdeki Binbaşı çeşmesi imha edilerek ortadan kaldırılmak istenmişti. Bu sevimli çeşme vandallık girişimine rağmen halen yerinde duruyorsa da Kosova’nın hemen her tarafındaki şirinlik timsali zarif cami, mescit, hamam, köprü ve çeşme gibi mimari eserlerinin birçoğu o kadar talihli olamadı. Çeyrek asır önce Kosova’da yaygın olan Türk mimari üslubunu yansıtan cami ve minareler artık yok olmaya yüz tutmuştur. Bu çerçevede Türk karşıtlığı söz konusu olunca bazı Ortadoğu ülkelerinin ileri karakolu olarak sahada çalışan Vehhabiler, Arnavutların bütün zafiyetlerinin sebebi olarak İslamı ve Türkleri görenler ile halen yüksek dini makamları işgal eden bazı şahısları saymamız gerekir. Ancak bu gruplar arasında pek önemli bir fark yoktur. Kayda değer fark ilk iki grubun, Türkiye düşmanlığını saklamaya gerek görmezken diğerlerinin daha diplomatik bir yaklaşımı tercih etmeleridir. Bu son grubu temsil ettiğini düşündüğümüz şahıs, Gilan’ın Türk köyü Doburçan’da 19. yüzyıldan kalma Zakirler camisi 2010 yılında greyderlerle imha edilirken işin büyütülmemesi gerektiğini, yıkılanın bir kümes olduğunu söyleyebilmiştir. Bu şahsın Türkiye’de bazı yüksek makamların güvenini kazanabildiğini de ifade etmemiz gerekir.
Priştine kuzeyindeki Sultan Murad Meşhedi’nin yakınlarındaki Gazi Mestan türbesi de sık sık saldırıya uğrayan bir mekân olmuştur. Kesin kimliği bilinmeyen Gazi Mestan’ın muharip gazi bir asker, hatta Kosova zaferinde sancaktar olduğu rivayet edilmektedir. Anlaşılan Türk (ve İslam) düşmanlığını bir din haline getirenler ile türbe ve mezar gibi kültür eserlerini putperestlik emaresi olarak gören bedevi çapul ve yağmacılığını dini doktrin haline getiren Vehhabiler kolayca bir araya gelebilmektedir. Diğer taraftan son senelerde Kosova’da bayrağımıza yönelik saldırılar sıklaşma eğilimi göstermektedir. Üstelik bu saldırılar Türklerin en yoğun olduğu merkez olan Prizren’de, şehrin göbeğinde yapılmaktadır. Sinan Paşa camisinin önünde Şadırvan’da bayrağımız yakılmaktadır. Prizreni bilmeyenler için anılan yerin İstanbul için Sultan Ahmed camisinin önü, Ankara için Kızılay merkezi gibi bir yer olduğunu hatırlatmak isteriz. İki yıl önce ise saldırganlar Prizren’de Başkonsolosluğumuza molotofla saldırma cüretinde bulunmuşlardı. Bu saldırıyı da bayrak yakma tahrikini yoğunlaştırdıkları 28 Kasım’da yani İskender’in dinden döndüğü varsayılan günün yıldönümünde yaptılar. Merak edenler için Arnavutluk’u işgal eden Mussoloni’nin İskender Bey mitosunun yaygınlaştırdığını, Enver Hoca rejiminin de işgalci faşist İtalya bidatini şiddetle benimseyerek devam ettirdiğini söylemekle yetinelim.
Kosova makamları saldırıların münferit olduğunu tekrarlamakta ancak yakalanan faillere caydırıcı bir ceza vermeye de prensip olarak yanaşmamaktadır. Söylemek fazlalık olur ama ifade edelim. Türkiye Cumhuriyeti, talebini uygun bir dille bildirdiği takdirde Kosova’da dikkate alınır. Bunu Kosova yüksek makamlarını işgal edenlerin Sn. Cumhurbaşkanımıza “abi” diye hitap etmelerinden çıkarmıyorum. İki ülkenin mevcut konumları Türkiye’nin taleplerinin dikkate alınmasını gerektirir. Gelişmelerden devletin Kosova’daki diplomatik misyonunun şeref, itibar, hak ve çıkarlarımızı temsilde görevini tam yerine getirmediği izlenimi ediniyoruz. Prizren Başkonsolosluğumuz tahrip edilince Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi basına yansıdığı kadarıyla “İki ülke arasındaki ilişkilere bu ve buna benzer saldırılar zarar vermez” diyebilmiştir. Bu tarz bir ifade fikrimizce, temsil mevkiindeki bir kimsenin söylemi olamaz. Bu beyanı dinleyen Türkiye ve Kosova konusunda bir fikri olmayan birilerine, ülkemizin alttan almaya mecbur bir konumda olduğu gibi isabetsiz bir kanaat verir. Buna gerek olmadığını düşünüyoruz. Tabii diplomasinin sürekli aşağıdan almayı alışkanlık haline getirmesi muhataplarda temsil edilen devletin dikkate alınacak bir yaptırım gücü olmadığı mesajını da üretir. Bu da hak ve çıkarlarımızı baltalar.
Bu talihsiz ifadeden herhalde Kosova yönetimi de Türk karşıtı saldırganlar da caydırıcılık mesajı almamış olmalılar ki geçen haftaki saldırı vukua gelmiştir. Şimdi artık ifade edilen “menfur saldırıyı en şiddetli biçimde kınama”nın isabetsiz ilk mesajın gölgesinde etkisinden maalesef emin olamıyoruz.
Belki şunu da söylemeliyiz. Temsil makamını işgal edenler sadece günlük işleri yürüterek görevlerini yerine getirmiş olmazlar. Ülkelerini hak ve çıkarlarını temin için ısrarla çalışmalıdır. Mesela Sn. Kosova Büyükelçimiz, Sultan Abdülhamid’in kendisine verdiği görevi yerine getirmek için bölgeye gelen ve Yakova’da boğazlanarak şehit edilen Müşir Mehmed Ali Paşa’nın (şehadeti 6 Eylül 1878) mezarının tanzimi için çaba gösterebilir mi? Sn. Büyükelçi’nin 8 yıl önceki selefi olan diplomatik misyon şefimiz epey uğraşmıştı. Ancak Ankara’nın desteğini sağlayamadığı için şehit mareşalimizin kabri tanzim edilememişti. Bugün konu yetkili makamlara aktarılırsa sonuç alınması kuvvetle muhtemeldir.
Priştine Büyükelçimiz, Prizren’de adını bir mahalleye veren Suzi Çelebimizi duymuş mudur? Asker, öğretmen, kadı, şair, tarihçi ve vakıf kurucusu Suzi Nakşibendi’nin, kendi tesis ettiği caminin haziresindeki ziyarete kapalı kabrinin metruk hali yetki sahibi olup da kılını kıpırdatmayan Türklerin hepsi için taşınamayacak ağır bir vebal olsa gerektir. 500 yıl önce “Türk azdır diye bulma bahane/ Odun bir şulesi bestir cihane” (Kimse Türklerin azlığını gerekçe göstermesin, ateşin bir kıvılcımı dünyayı yakmaya yeter) demişti. Yani Çelebi’nin Nakşibendiliği kurucu liderimizden kaç yüzyıl önce Ne mutlu Türküm diyene demesine engel olmamıştı. Biz Türklerin şeref, itibar ve güvenliğimiz için neleri göze aldığımızı herkese gösterdiğimiz şu günlerde böylesi bir kimlik ve kişilik sahibinin kabrine el atılması isabetli olacaktır. Büyükelçimiz bu konulara vakıf mahallinden kültür insanlarından görüş, tavsiye ve teklif almakta çekince duymamalıdır.
Diğer taraftan Kosova Türk nüfusu yok olmanın eşiğinde olmasına rağmen devletin büyük masraflar karşılığı bölgede idame ettirdiği kurumların halkla ilişkilerde istenilen başarıyı yakalamadığını söylememiz gerekir. Haber ajanslarına yansıyan görüntülere göre geçen ay Sinan Paşa camisinde Afrin şehitleri için yapılan duaya askerlerimizi saymazsak mutad cemaat dışında pek fazla kimse katılmamış gibi görünmektedir. Sn. Büyükelçimizin camideki bu dayanışma faaliyetine şahsen katılması isabetlidir. Ama kurumsal olarak Kosova’da faaliyet gösteren ve elbette bütçeden masrafları karşılanan TİKA ve Yunus Emre Enstitüsü’nün halk nezdinde bir karşılığını da şehit askerlerimiz için düzenlenen bir faaliyette görmemiz gerekmez miydi? Tabii bir de fotoğraflarda soydaşların kurduğu partilerin tanınmış simalarını aradık. Ama pek kimseyi çıkaramadık. Her iki Türk partisi onar kişi getirebilselerdi, sivil katılımcı sayısı mutad cemaat ile beraber 40-50 kişi olabilirdi. Bütün bunların Kosova’da ve tabii Ankara’da değerlendirilmesi yapılması gerekir, kanaatindeyim.
Fikrimizce bu değerlendirmeler hakkıyla yapılmadığı için Kosova’da Türkler her geçen gün kan kaybetmekteler. Türk partilerinin aldığı oy sayısı azalma eğiliminde, mekteplerde Türkçe sınıflarının öğrenci sayısı her yıl dramatik olarak düşmekte. Üniversite’de Türkler için ayrılan çok kısıtlı kontenjan asla doldurulamıyor. Güvenlik kuvvetleri ve poliste hemen hemen hiçbir soydaşımız yok. Gerçekler bu merkezdeyken içi boş evlad-ı fatihan söylemi ile herkes birbirini memnun etmeyi tercih ediyor. Kâfir hakikat yerine, hemen herkesi mutlu edecek ve günü kurtaracak ancak geleceği düzeltmek için herhangi bir çaba yaratılmasına fayda sağlamayacak söylemler rağbet görüyor.
Sonuç olarak itibar ve çıkarlarımıza zarar verecek benzeri çirkin eylemlerden sakınmanın yolu gerçek dışı hamaset söylemine teslim olmamak, ülkenin dışarıda temsil makamlarında yetkinlik, liyakat ve ehliyetin önceliklenmesi lüzumunu vurgulamak gerekir. Bir de Türk düşmanı fanatiklerin eylemlerinin kararlılıkla lanetlenmesinin samimi olarak Türkiye’ye muhabbet besleyen Arnavutlarımızı tedirgin edebilir şeklindeki naif endişenin terkedilmesi gerekir. Türkiye’de karar vericiler bölgeye ilişkin politikalar geliştirirken ilgili ülkelerde bürokrasi, kamuoyu ve iş hayatında ana akımın Türk karşıtlığı olduğunu görmeli, herkes bize hayran kolaycılığına kendini kaptırmamalıdır.
***Karar gazetesinde yayınlanmış yazının yeniden düzenlenmiş halidir.