DÜŞÜNCE

İlahi Komedya’dan Magda Szabó’ya: Mistik İnsan ve Özerk İnsan

Macar edebiyatının önde gelen yazarlarından Magda Szabó “Az Ajtó (Kapı)” adlı otobiyografik unsurlar da barındıran romanında Emerenc’in hikâyesini anlatır. Emerenc çok şeyler görmüş geçirmiş bir yaşlı kadındır; roman kurgusu içerisinde yer alan bir hanım yazarın evinde hizmetli gibi çalışmaktadır. Magda Szabó’nun kendisine benzeyen bu hanım yazar Emerenc’i bir film setine götürür. Burada bir sinema filminin çekimleri yapılmaktadır. Umur görmüş yaşlı kadın Emerenc ömründe ilk defa bir sinema filmi çekimine tanıklık edecektir. Senaryo gereği, film setindeki ağaçların yaprakları rüzgâr makinesiyle hışırdatılır, çünkü gerçek ortamda yeterince esinti yoktur. Yaşlı kadın Emerenc bu yapay ortamı fevkalade yadırgar. Hiçbir şey gerçek değildir, yalnızca yaprakları görünen ağaçları birtakım numaralar çevirerek hareket ettiriyorlar, birisi helikopterden fotoğraflar çekiyor, aslında kavak ağaçları zerre hareket etmiyor, helikopter tepede daireler çizerek dolaşıyor, bu arada izleyici bütün ormanın dans ettiğini, adeta vals yaptığını sanıyor. Salt aldatmacadan ibaret, iğrenç bir şeydir bu yapılan.[1]

Yaşlı kadın Emerenc’in bu suçlama yüklü tepkisine karşılık olarak roman kurgusundaki hanım yazar savunmaya geçecektir. Hanım yazara göre Emerenc haksızdır ve insafsızca tepki göstermiştir. Şayet ormandaki ağaçlar yapay rüzgârla da olsa izleyicide dans ettikleri hissi uyandırıyorsa, bu durumda o ağaçlar gerçekten de dans etmiş sayılırlar. Burada önemli olan, ağaçların gerçekten dans edip etmemeleri değildir; burada önemli olan şey, hareket hissi yoluyla izleyicinin buna ikna edilmesidir. Hanım yazarın net ifadesiyle, izleyici üzerinde yaratılmak istenen etki önemlidir. Yaşlı kadın Emerenc ise bunun gözbağcılık, yani aldatma olduğunda ısrar edecektir.

Yaşlı kadın Emerenc (yapay hareket hissi yoluyla) gerçek imiş gibi göstermenin sanat olmadığını mı düşünmektedir? Emerenc bu tepkisini şöyle dile getiriyor:

“…eğer sizler her şeye karşın gerçekten birer sanatçı olsanız o zaman her şey, hatta dans bile gerçek olurdu, o zaman yaprakları rüzgâr makinesi yardımıyla değil ağzınızdan çıkan sözcüklerle bile hareket ettirebilirdiniz ama sizler hiçbir şey bilmiyorsunuz… Hepiniz birer soytarısınız…”

Emerenc’in bu tepkisi ve suçlamaları dip atalarımızın (çocuksu kabul edilen ilkel insanın) zihniyetini andırmaktadır. Buna ilkel insan yerine doğal insan da diyebiliriz. Emerenc’in düşünce dünyasında rüzgâr makinesine ihtiyaç yoktur, çünkü yaprakların gerçekten kıpırdayacakları bir an mutlaka olacaktır. Emerenc’in ilkel dünyasında oyun (dans) da bir gerçekliktir. Şamanların ateş çevresindeki oyunları (tılsımlı dansları) çoğu zaman doğanın taklit edilmesi şeklinde yorumlanırsa da gerçekte bu oyunlar doğaya bir katılma, doğa ile bütünleşmedir. Yapay rüzgâr, Emerenc’in düşüncesinde, gerçekliği bozmak ya da gerçekliğe küstahça müdahalede bulunmaktır. Emerenc’in bu tepkisi bir anlamda uygarlığa tepkidir, çünkü insanoğlu uygarlaştıkça doğadan uzaklaşmaktadır. Yapay hareketler Emerenc’in düşünüşünde gerçek sanatı temsil edemezler. Çünkü sanat da doğanın içindedir. Emerenc bu itibarla doğanın dışına çıkılmasına tepki gösteriyor. Roman kurgusundaki hanım yazarla birlikte sinema filmini çekenler de gerçek sanatçı değildirler ve birer sahtekârdırlar. Emerenc onların sanatına “kötülük” diyor. Doğadan uzaklaşmak kötülüktür çünkü insanoğlu da doğanın bir unsurudur. Gerçek sanatçı o yaprakları ağızlarından çıkan sözcüklerle hareket ettirebilendir. Biz modern insanlar eski çağlardan kalma dürtülerimizle hâlâ “nefesi güçlü hoca” diyoruz.

Fakat medeniyetin bir inşa olması gibi, sanat da bir inşa değil midir? Büyü ile bilimi ayırt etmek gerekiyor. Büyünün insanlık üzerindeki gücünü yitirdiği sınırda bilim başlıyor. Büyü çok eskidir. Bilim çok yenidir. Meseleye buradan yaklaşırsak sanatı da yeni kabul edebiliriz. Şöyle ki, arkeolojik kazılar yoluyla bulabildiğimiz objelere bizim çok eski çağlardan kalma sanat yapıtları gözüyle bakmamız yanıltıcıdır. Dip atalarımız katında bu objeler sanat değildir. Onlar bu objeleri sanat maksadıyla üretmediler. Onlar ya pratik amaçlarla ya da kutsal dünyaya katılmak amacıyla ürettiler. Bu itibarla onlar kendi üretimlerini kurgu olarak görmüyorlardı. Bizim sanatımız kurgudur fakat atalarımızın üretimleri doğayla bütünleşik veya uyumludur. Yaşlı kadın Emerenc’in “yaprakları rüzgâr makinesi yardımıyla değil ağzınızdan çıkan sözcüklerle bile hareket ettirebilirdiniz ama sizler hiçbir şey bilmiyorsunuz” demesinin nedeni budur. Atalarımız biliyorlar ya da bildiklerini sanıyorlardı. Onlara göre bilmeyenler bizleriz. Aynı şekilde bizler de atalarımızı ilkel ve bilgisiz sayıyoruz. Magda Szabó’nun romanındaki yaşlı kadın Emerenc ilkel ve doğal kültürü temsil ediyorken roman kurgusundaki genç hanım yazar da biz uygar insanı temsil ediyor. Roman kurgusunda her ikisi de birbirini cehaletle suçlamaktadır. Emerenc aydınlara (entelektüelliğe) karşıdır. Emerenc bilerek ya da bilmeyerek (içgüdüleriyle) doğal hayatın peşindedir. Hanım yazar ise bütün protest tavrına rağmen toplumsal düzeni savunmaktadır. Magda Szabó bu romanın kurgusu üzerinden esas itibarıyla kendisini (uygar insanı) sorguluyor.

Roman kurgusundaki hanım yazar ile yaşlı kadın Emerenc arasındaki çekişme bariz şekilde yazılı kültür ile sözlü kültür sürtüşmesidir. Emerenc’in hâfızası ilkel hâfızaya yakındır. Belçikalı tarihçi ve antropolog Jan Vansina insan hâfızasının bir kayıt cihazı gibi atıl olmadığını ve daima hareket ettiğini belirtiyor. Vansina’ya göre “hatırlamak” bir etkinliktir. Hatırlamak, bir zamanlar yaşanmış olanları tekrardan yaratmaktır. Bu nedenledir ki bilgi havuzunda hatırlanan sözlü gelenekler yazılı geleneklerden farklı bir hâfızayı işaret ederler.[2] Bergson düşüncesine göreyse, hâfıza yoluyla, an dediğimiz şimdiki zamanda, geçmiş aktüel kılınır. Magda Szabó’nun roman kurgusundaki hanım yazar bilgi havuzunun yazılı geleneğini temsil ederken Emerenc ise bilgi havuzunun sözlü geleneğini temsil ediyor. Emerenc gazete okumaz, televizyon seyretmek istemez, hastalandığında doktora görünmeyi reddeder ve yazarlık mesleğini de ukalâlık olarak yaftalar. Emerenc kendisine özgü tuhaf bir dünyada yaşamaktadır ve çevresindeki insanları da kendi dünyasının koşullarına uydurmak istemektedir. Emerenc mitik çağın temsilcisi gibi hareket etmektedir. Yeni zamanlar sanki Emerenc katında bir kaostur. Çünkü doğadan uzaklaşmak kötülüktür. Çünkü doğa en esaslı düzendir.

Hilmi Ziya Ülken, çocukların ve ilkel insanların hayat karşısındaki tepkilerini olgun (veya tekâmül etmiş) insan gibi düzenleyemediklerini, bu yüzden de onların tepkilerinin korku derecesinde olduğunu söylüyor. Pierre Bovet ise küçük çocuklarda olağanüstü yanılmaların baskın çıktığını yazıyor.[3] İlkel insanların hayat karşısında çocuksu bir tavır almaları şaşırtıcı değildir ve makuldür. Bu çocuksuluğu kendi çağımızın birtakım toplumlarında da görüyoruz. Demokrasi kültürünü işletebilen cemiyetler daha az ürkektirler, özgüvenleri daha gelişkindir ve devlet mekanizmasının dayatmaları karşısında çok daha cesurdurlar. Liderden, lider kadrosundan, kısacası yönetenler zümresinden üst seviyede korkmamak demokrasi kültürünün esasları arasındadır. Bununla birlikte, hayat karşısındaki tepkilerinin esas vasfının korku olduğu cemiyetlerde sempati ve sevgi gibi başka hislerin bulunmadığı da söylenemez. Ülken, korkunun hâkim olduğu toplumlarda hazırlık derecesinin yetersiz kaldığını ifade ediyor. Korkudan hürriyete geçiş için bir hazırlık süreci, yani tekâmül gerekmektedir. Korkunun hâkim vasıf olmasını ancak özerkleşme sayesinde engelleyebiliriz. İnsanda kişilik geliştikçe korku gerilemektedir. Kişiliğin gelişmesi özerkleşmedir. Fakat bunun mümkün olabilmesi için kapalı (mistik) hayattan çıkmanın yolunu bulmak gerekiyor. Ülken’e göre, mistik dünya görüşü içinde yaşayan bir insan (veya toplum) kendisini akıl üstü bir kudretle kuşatılmış sayar; bu kuşatıcı akıl üstü kudret tarafından yönetildiğini farz eder. Mistik dünya görüşü içinde yaşayan bu insan başka insanlarla münasebetlerinde onların da akıl üstü kuvvetin elinde olduğunu kabul ettiği için kişileri (ve kendisini) özerk gibi görmesine imkân yoktur.”[4]

Yaşlı kadın Emerenc de sanatı özerk göremiyor, sanatçıyı gözbağcı ve soytarı olarak tahkir ediyor, yazılı anlatı karşısında sözlü anlatının direncini sergiliyor. Rüzgâr makinesiyle yaprakları hışırdatmak akıl üstü kudrete isyan etmekten farksızdır. Roman kurgusundaki Emerenc kilise karşıtı bir yaşlı kadındır, çünkü kiliseyi de yapay saymaktadır ve Emerenc doğrudan doğruya mistik dünya görüşü içinde yaşamaktadır. Fakat buradaki mistik dünya farklıdır çünkü Emerenc ölümden sonraki hayata inanmıyor. Emerenc’in inancına göre ölüm yok oluştur. Bununla birlikte Emerenc kendisi için ve ölmüş aile bireyleri için anıt mezar yapılmasını vasiyet etmektedir. Roman kurgusundaki hanım yazar bu çelişkiyi Emerenc’in suratına çarpacaktır. Esas itibarıyla Emerenc dinlerin kurguladığı öte dünyayı reddetmekte ve mitik evrendeki sonsuzluğu dolaylı yoldan benimsemektedir. Anıt mezar istemesinin nedeni de budur.

Almanya’daki Nazi rejiminin gadrine uğrayarak İstanbul’a davet edilen ve İstanbul Üniversitesi’nde “roman filolojisi” dersleri veren Erich Auerbach’a göre Dante’nin yapıtı da çelişkilidir. Dante’nin İlahi Komedya’sındaki ölüler (ruhlar) yer ve zaman açısından durağanlığa mahkûmdurlar. Çünkü onlar ölüdürler. Öte yandan, sanki ölü değildirler. Çünkü canlıymış gibi davranmaktadırlar. Öfkeli, meraklı ve sevecendirler. Bu tepkileri ancak canlılar verebilir. İlahi Komedya’daki ölüler hem canlıymış gibi davranırlar, hem de artık değişmeyecek (sabitlenmiş) bir oluş içindedirler. Ölü oldukları için de zamanı tümelliği içinde kavramaktadırlar. Dante bu ruhları hem ölü, hem canlı gibi betimlemektedir.[5] Magda Szabó’nun “Kapı” adlı romanındaki Emerenc de adeta sabitlenmiş bir oluş içerisindedir. Ölümden sonraki hayata inanmıyor olmasına rağmen anıt mezar vasiyet etmesi Dante’nin yapıtındaki çelişkiyle uyumlu görünmektedir. Ahrete inanmadığı halde niçin anıt mezar vasiyet ettiği kendisine sorulduğunda “ölülerin yaşayanlardan saygı bekledikleri” yanıtını verecektir. Ölüm bir yok oluş ise, ölülerin saygı beklentisi anlamsızdır. Emerenc kendine özgü bir tutarlılık içerisinde çelişkiler yumağına kapılmıştır. Magda Szabó bu romanına “Kapı” adını verirken zıtlıklar ve çelişkiler arasında bir kapı (bir eşik) tasarlamışa benzemektedir.

Metin Savaş

[1] Magda Szabó, Kapı, sayfa 126-127, YKY İstanbul 2022 (Hilmi Ortaç çevirisi). Bu yazımızdaki bütün alıntılar Kapı romanının 126-127. sayfalarından yapılmıştır.

[2] Jan Vansina, Tarih Türü Olarak Sözlü Gelenek, sayfa 201-202, Tün Kitap, Ankara 2021 (Emre Teğin çevirisi).

[3] Bakınız: Pierre Bovet, Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi, Türkiye İş Bankası Cep Kitapları, Ankara 1958 (Selâhattin Odabaş çevirisi).

[4] Hilmi Ziya Ülken, Ahlâk, sayfa 230, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2022.

[5] Mimesis’i Okumaya Başlarken (Erich Auerbach – Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili); Hazırlayan: Fatma-Erkman-Akerson, sayfa 67-68, İthaki Yayınları, İstanbul 2015