DÜŞÜNCE

Köroğlu’ndan Don Corleone’ye İktidar ve Suç

Mario Puzo’nun meşhur yapıtından uyarlanan Godfather/Baba’sının ilk filminin başlangıç sahnesini hatırlayarak başlayalım bu yazımıza. Cenaze işlerine bakan sıradan bir vatandaş kendisinden daha güçlü bir kimse tarafından mağdur edilmiştir. Kendisini mağdur eden kişi nüfuzlu bir kimsedir ve cenazeci vatandaş yasal yollardan hakkını arayamayacağını bildiği için mafya babası Don Corleone’ye başvurarak intikam ve adalet istediğini söyler. Baba Don Corleone’ye biat etmek (elini öpmek) koşuluyla cenazeci vatandaşın isteği yerine getirilir. Cenazeci vatandaşı mağdur eden kişi nüfuzludur ama Don Corleone daha fazla nüfuzlu ve çok daha fazla güçlüdür. Yasaların lâyıkıyla işlemediği (aslında işletilmediği) yerde boşluk doğacağı için bu boşluğu yasadışı birtakım unsurlar dolduracaktır. Köroğlu’nu dağlara çıkaran da aynı boşluktur.

Eric J. Hobsbawm eşkıyalığı ve mafya olgusunu irdelediği bir çalışmasında haydutların, halkın savunucusu ve güçsüzlerin intikam alıcısı olduklarını belirterek şöyle diyor: “Tuttukları yol çıkmaz bir sokak olmuşsa, onları harekete geçiren özgürlük ve adalet özlemini de inkâr etmeyelim.”[1] Cenazeci vatandaş da adalet istemektedir zaten. Filmin başlangıcında bunu açıkça söylüyor. Sicilya’nın kendine özgü ortamında yine kendiliğinden oluşmuş olan mafya pek çok sıradan kimse için bir sığınak işlevi görmektedir. Güçlüler karşısındaki zayıfların çaresizlikleri isyana yol açar. Bu isyan ille de kitlesel bir hareket şeklinde vuku bulmaz. İlle de profesyonel anlamda örgütlü olması da gerekmez. Protest hareketler çoğuncası çeteler şeklindedir. Batı Anadolu’daki efelerin çeteleri on, on beş kişiliktir. İtalya’daki çeteler de böyledir. Aslında bütün dünyada böyledir. Kitlesel hareket olmayan çeteler fazla kalabalığı barındıramazlar. Çünkü kalabalık risktir ve ihanet olasılığı yüksektir. Az kişiden oluşan çeteleri genelde köylüler kayırır. Batı Anadolu’da da Sicilya’da da hep böyle olmuştur. Çünkü devletin merkezi ulaşılamayacak kadar uzaktadır. Devletin memurları yörenin nüfuzlu kişilerinden yana tavır takınır. Köylüler ya da mağdurlar haklarını aramakta güçlük çekerler. Hukukun herkes için fakat adaletin zenginler için geçerli olduğu söylemi boş bir söylem değildir.

Hobsbawm’ın saptamalarına göre, Sicilya köylüleri başkent Roma’yı bir masal ülkesi gibi, Kaf dağının ardındaki bir saray gibi erişilmez görüyorlarmış. Böylesi bir yargıya sahip bulundukları için de Roma’daki iktidar kurumlarını devlet olarak algılayamıyorlarmış. Sicilyalı köylülerin gözünde Roma yalnızca vergi ve asker toplamak için gelen bir eşkıya çetesinden farksızmış. Nitekim Yörük aşiretleri de Osmanlıya aynı gözle bakıyorlardı, konargöçerlerin indinde “Şallvarı şaltak Osmanlı eğeri kaltak Osmanlı” sözü çok yaygındı ve tarımcı köylüler de şöyle diyorlardı: Ekende yok biçende yok, yemede ortak Osmanlı. Çünkü Osmanlının memurları yalnızca vergi toplamak için köylerine veya obalarına geliyordu. Payitaht İstanbul da Kaf dağının ardındaydı. Ağa ve bey gibi yerel muktedirlerin karşısında bilhassa köylülerin adalet arayışları çoğu zaman sonuçsuz kalıyordu. Sabahattin Ali’nin meşhur Kuyucaklı Yusuf adlı romanından bu olumsuz gerçekleri apaçık okuyabiliyoruz. Gerek Sicilya’daki gerekse Batı Anadolu’daki bu gerçeklik geçmişte kalmış gibi görünse de günümüzde vatandaşlar arasında sık dolaşan “en büyük mafya devlettir” sözünü hepimiz işitiyoruz ve söylüyoruz. Cumhuriyetler bu çarpık durumu bertaraf etmek idealiyle kurulsalar da iyi niyetli kurucu önderlerin hemen ardından kurumsallaşmayla birlikte yozlaşma da çörekleniyor.

Eric Hoffer kapitalizmin aşırıya kaçmasıyla komünizmin doğduğunu söyler. Hoffer’a göre, kapitalistler, devletin hiçbir işe karışmayacağı bir “şirket devleti” peşindedirler. Ne var ki kapitalist ülkelerde bunu başarmak mümkün görünmediği için kapitalizm bu hayalini sömürge ülkelerinde gerçekleştirir. Yine Hoffer’a göre komünist ülkelerse şirket devleti değil de devlet şirketidirler: “En vahşi kapitalistin hayalini yalnızca komünist bir rejim gerçekleştirmeye kadirdir. Tek parçadan ibaret bir şirket, yani komünist parti, tüm ülkeye sahip olur. Devletin eline geçen yalnızca arazilerin her bir bölümü, tüm fabrikalar falan değildir; devlet her erkeğin, kadının ve çocuğun bedenleri ve ruhları üzerinde mutlak egemenlik kurar. Bu süper kapitalist ülkenin amacı esir halkını becerikli makinelere dönüştürerek gün doğumundan batımına kadar hayatta olduklarına şükrederek ve kendilerini sömürenlere minnet duyarak çalışacak hale getirmektir.”[2]

Komünist ülkeler böyledir de kapitalist ülkeler farklı mıdır? Kaldı ki günümüzde komünist diyebileceğimiz ülke de kalmadı. Kapitalist ülkelerde de vatandaşlar becerikli makinelere dönüşmüşlerdir veya en azından dönüşme eğilimindedirler. Kafka’nın Dönüşüm adlı romanına bu açıdan da eğilmek gerekiyor. Özellikle kredi kartları yoluyla vatandaşlar sistemin esiridir, iyi kötü demokrasi kültürüyle yetiştikleri için devlete ve sisteme minnet duymasalar bile hayatta olduklarına içten içe şükrederler. Devlet sağ olsun söylemi zaten vatandaşların iç dünyalarının dışa yansıyan tavrıdır. Devletle baş edilemeyeceğini herkes bilir. Günümüzde devletin başkenti Kaf dağının ardında değildir. Ulaşım ve iletişim teknolojisi vatandaşların algılarını değiştirmiştir. Değişmeyen şeyse, nüfuzlular karşısında sıradan vatandaşların o bildik yetersizlikleridir. Nazım Hikmet “makineleşmek istiyorum” diyordu bir şiirinde. Onun bu dizesi vatandaşın sistem karşısındaki durumunun ifadesidir. Vatandaş boyun eğmeye daima hazırdır. Geçmişteki kitle isyanları ve devrimlere rağmen günümüzde vatandaşlar boyun eğmeye daha fazla hazırdırlar. Başkentler Kaf dağının ardından çıkmışlardır ama Zygmunt Bauman ve Jean Baudrillard gibilere göre devlet artık büsbütün görünmez olmuştur. Artık uluslararası şirketler daha baskındır. Küresel sermaye devletleri gölgede bırakmıştır ki böylelikle de kapitalistlerin “şirket devleti” ya da komünistlerin “devlet şirketi” bile anlamını ve işlevini yitirmiş gibidir.

Devletin görünmezliğinin nedeni küresel sermayenin baskınlığından ibaret değildir. Pek çok neden vardır. Güç (iktidar) günümüzde dağınıktır. Büyük Birader’in görünen yüzü (bir ikon gibi) belki tektir ama Büyük Birader aslında her yerdedir. Otorite kendini ayağa düşürerek gizliyor gibidir. Bu olguyu kabaca sosyal medyada samimiyet kurduğunuz fakat kendisini kanlı canlı olarak hiç görmediğiniz bir arkadaşınızın görünmezliğine benzetebilirsiniz. Sistemin çarkları arasında sıkışıp kalmış vatandaşların sanal çeteleri bile vardır. Mağduriyet duygusunu biteviye sırtlarında taşıyan vatandaşların sanal çeteleri birer mastürbasyon niteliğindedir. Adam Smith “İşverenlerin çevirdikleri dolaplara karşı suskun kalan yasa, işçilerin işbirliklerini yasadışı kabul ediyor,”[3] demektedir. Smith’in 18. yüzyıl koşullarındaki bu yakınmasının haklılığını Sicilya’dan Batı Anadolu’ya bütün dünyaya bakarak gözlemleyebiliyoruz. Yasaların yanlı tutumları karşısındaki sıradan vatandaşların gözüne yasadışı yöntemler ve eylemler o kadar da kötü görünmüyor. Otoritenin amansız gaddarlığı otorite karşıtı davranışlara zemin hazırlıyor. Otorite karşıtı hareketlerin kimi zaman otoriteyle işbirliğine yönelmeleri ise sorunun ayrı bir boyutudur. Sicilya mafyasının İtalyan devletiyle içli dışlı olduğunu bilmeyen yok. Meksika devleti bu sayede hem kendi ekonomisini çevirebiliyor hem de azılı düşmanı Amerika Birleşik Devletleri’ne yine bu sayede göstermelik hamlelerde bulunuyor. Don Corleone en sevdiği oğlunu senatör yapmak istemektedir çünkü politik gücün kendi ailesine daha fazla hareket sahası açacağından emindir. Sonuç itibarıyla Mario Puzo’nun yapıtı bütün o masalsı atmosferine karşın en gerçekçi anlatılardan biridir.

Metin Savaş

[1] Eric J. Hobsbawm, İlkel Asiler, sayfa 38, İletişim Yayınları, İstanbul 2012

[2] Eric Hoffer, Değişim Sancısı, sayfa 27, Dergâh Yayınları, İstanbul 2017

[3] William J. Barber, İktisadi Düşünce Tarihi, sayfa 53, Metropol Yayınları, İstanbul 2007