DÜŞÜNCE

Korona salgını: Çaresizlik senaryoları veya komplo teorileri

Korona virüsünün mahiyetinden tutun da nasıl yayıldığına ve nasıl tedavi edileceğine kadar pek çok bilinmezlik karşısında salgının küresel yayılımının durdurulamaması hatta bu konuda öngörüden öteye gitmeyen çaresizlik planları, bizi ortaçağ dünyasına geri götürürken tarihin tekerrürden ibaret olduğu düşüncesini toplum nezdinde yeniden güçlendirmektedir. Ancak günümüzde bilim ve teknolojinin geldiği noktada esas soru; mevcut salgın geçmişteki gibi doğal bir olay mı yoksa dünyaya yön vermek iddiasındaki bir takım çevrelerin hesapları dâhilinde üretilen bir silah mı? Onca tartışmalara rağmen durumun kontrolden çıkması karşısında henüz ikna edici bir cevap bulunabilmiş değil.

Ortaçağın meşhur veba salgınları, Asya’dan Avrupa’ya toplumlarda derin izler bırakmıştır. Nüfus, inanç, bilim, kültür, siyaset ve ekonomi başta olmak üzere pek çok alandaki etkileri, toplumlarda değişimi ve sosyal sorgulamaları beraberinde getirmiştir. Türk tarihi perspektiften bakıldığında ilk Müslüman Türk devleti Türk Hakanlığı (Karahanlılar)’ndan Selçuklulara, Memlûklere ve Osmanlılara hatta Cumhuriyetimize kadar belli zaman aralıklarında yaşanmış salgınlar kaynaklarda kayıtlıdır. Mesela hakanlık devrinde 1056 yılındaki Semerkand’daki veba salgınında vefat eden âlimlere el-Kand gibi biyografik eserlerde rastlanmaktadır. Bu durum bölgeden Horasan’a göçleri hızlandırdığı gibi, Mâverâünnehir gâzilerini de diğer gaza bölgeleri olan Hindistan ve Anadolu tarafına yönelmeye sevk etmiştir. Bazı ailelerin acı da olsa en azından çocuklarının hayatlarını kurtarmak için onları tüccarlara satmak zorunda kalarak, başka diyarlara gitmelerine katlanmak zorunda kaldıkları bilinmektedir. Türkiye Selçuklularında Sultan Mesûd’un 1154’de Kilikya seferi esnasında ordusunda veba salgının patlak vermesinin siyasî ve ekonomik olumsuz sonuçları olmuştu. Memlûkler devrinde Suriye ve Mısır’da 1347-1351 tarihleri arasında yaşana veba salgını toplum nezdinde bir hayli tesir yaratmıştır. Mesela kadınların daha fazla vebaya maruz kalmaları nedeni ile sokağa çıkmaları yasaklanmış ve vebanın sebeplerinden biri olarak görülen ahlâkî alandaki yozlaşmanın sebebi görülmüşlerdi. Vefat eden çocuklarının cenazesine dahi katılmaları mümkün olmamıştı. Bu süreçte bazı dönemlerde ölenlerin günlük sayısı 100 ile 1500 arasında değiştiği Memlûklerin tarihî kayıtlarında mevcuttur. Veba salgını 1348’de kıtlık ve yoksulluk içindeki Avrupa’ya da sıçramış ve kıta nüfusun üçte birini yok etmiştir. Avrupa’yı saran bu veba ilk olarak Çin`de başlamış, Hazar ve Karadeniz’in kuzeyine doğru yayılmıştır. Kırım’da 1345 yılında Avrupalı tüccarların yoğun bulunduğu Kefe’de Ceneviz kolonisini kuşatan Moğol ordularının mancınıklarla şehre vebalı cesetleri atmaları sonucunda Kefe’ye bulaşan veba salgını, burayla ticaret yapan Ceneviz gemilerinin aldıkları malları Sicilya`ya getirmesiyle Avrupa kıtasına girmiştir.

Korona salgını gibi, geçmişteki bu salgınların da sebebi ve mahiyeti tam olarak bilinemediğinden alınan tedbirler kısmen sağlık alanındaki ilmî seviyenin ölçüsüne göre olurken, büyük ölçüde hurafelere dayanmıştır. Öyle ki lafı uzatmamak için bunları, ABD’de takipçilerinin bağışları ile özel jet alan Evanjelist Kenneth Copeland’ın bir TV kanalında yüksek sesle bağırarak gerçekleştirdiği ayin ritüelinde “şeytan ve onun işi olan Covid-19’un veya Korona virüsünün ABD’yi terk etmesini emretmesini” aratmayacak cinsten hurafeler olarak özetleyebiliriz. Aslında ortaçağda Batı neyse bugün de özünde Batı aynısıdır demek yanlış olmaz. ABD ve AB hastalığın taşıyıcıları olarak bugün nasıl mültecileri gördülerse o zaman da Yahudileri görmüşler ve onları buldukları yerde katletmişlerdi. Hatta Avrupalılar tarafından salgın hastalıkların veya mikropların, savaşta ya da Amerikan yerlileri örneğindeki gibi düşman addedilen halkların yok edilmesinde vasıta olarak kullanıldığı bilinmektedir.

Korona salgını, muhtevası ve tedavi yolunun bilinmezlikleri açısından bize şimdilik bilhassa ortaçağ Avrupa’sını hatırlatsa da bugün dünyanın pek çok ülkesinde bilimin ulaştığı seviye ve bilim insanlarının sayısının çokluğu, bu salgının çok geçmeden önleneceğini ve gerekli tedavi araçlarının bulunacağını gösteriyor. Dolayısı ile virüsün Amerika’da Harward üniversitesinde rakip görülen Çin’i ekonomik olarak çökertmek için üretildiği gibi medyada dolaşan pek çok komplo teorilerinin ve senaryoların pek bir ehemmiyeti olmadığı açıktır. Hâlbuki esas olan son yirmi otuz yıldır dayatılan küreselci zorlamaların ve AB gibi yapay birliklerin iflası karşısında milli menfaat ve milli değerlerin yeniden diriliş ve inşası sürecinin başladığının fark edilmesidir. Sadece siyasî, ekonomik ya da askerî alanda değil, sağlık, tarım vs. her alanda kendi kendine yeterliliğin ve kendi ihtiyaçlarını üretebilmenin ne kadar zorunlu olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Özellikle Türkiye gibi doğal enerji kaynakları olmayan ülkelerin bu anlamda daha tedbirli ve uzun vadeli politikalar geliştirmesi gereği anlaşılmıştır. Bu nedenle komplo teorilerinden çok mevcut şartları lehine çevirme yarışına giren büyük devletlerin politikalarının titizlikle analiz edilmesi elzemdir. Salgın sürecinde yersiz abartılara kapılarak veya sürecin gereğinden fazla uzun zamana yayılmasına göz yumularak, üretim ve ekonomiyi tamamen çökertecek popülist laflara, taleplere ve eylemlere mesafeli durmak önemli olacaktır.

Bu anlamda uzun yıllar esiri olduğumuz yüksek faizlerinden, akıl hocalıklarından, şımarıklıklarından ve iç işlerimize karışmalarından veya yön vermeye çalışan talimatlarından bıktığımız IMF gibi küresel güçlerin tuzaklarına düşmemek adına Sayın Cumhurbaşkanımızın başlattığı “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” dayanışma kampanyası önemli bir adım olmuştur. Milletimizin her kesiminden büyük bir destek ve teveccüh gören bu dayanışma örneği, küresel dayatmalara ve senaryolara karşı milli duruşun ve yeniden dirilişin inşallah unutulmayan bir sembolü olarak tarihteki yerini alacaktır.

Prof. Dr. Ömer Soner Hunkan

1971’de İçel’in Silifke ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini burada gördü. Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü’nden 1994’de mezun oldu. Ertesi yıl Pamukkale Üniversitesi FEF Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi oldu. Lisansüstü eğitimini 1995-2005 Yılları arasında Marmara Üniversitesi TAE Ortaçağ Bilim Dalı’nda ve Hacettepe Üniversitesi SBE’nde “Türk Hakanlığı (Karahanlı) Tarihi” sahasında yaptı. Bu süreçte Arapça ve ortaçağ Türk tarihi Arap kaynakları için MEB bursu ile iki yıl Ürdün Üniversitesi’nde, Farsça olanlar için yaz dönemi kapsamında Tahran Üniversitesinde, saha ve kaynak araştırmaları yapmak üzere dört ay TİKA destekli proje ile Taşkent Şarkşinaslık Enstitüsünde bulundu. 2007’de Trakya Üniversitesi FEF Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda Yardımcı Doçent ve 2011’de Doçent kadrosuna atandı. 2012-2013’de on beş ay süreyle bulunduğu Chicago Üniversitesinde YÖK ve TÜBİTAK bursları çerçevesinde Doktora Sonrası Araştırma Programını tamamladı. 2016'da Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı Profesör kadrosuna atandı.

Yorumla

Yorum yazmak için buraya tıklayın...