Biz insanların en göze batan çıkmazlarından biri çelişkidir. Çelişkiye meşruiyet katan, çelişkiyi olumlayan, çelişkiyi yazgı olarak kabullenmemizi sağlayansa görecelik (izafiyet) ilkesidir. Hayvanlarda ve bitkilerde (insan davranışları anlamında) çelişki yoktursa da görecelik bütün evrene yaygındır. Evrenin biteviye genişlerken eşzamanlı olarak büzülmeye hazırlanıyor bulunması bir çelişki sayılabilir. Gerçekte ise evrenin yapısı gereği böyledir. Bireyler ve toplumlar da yaşamlarının her alanlarında çelişkilerle kuşatılmışlardır. Yalancılık, endişe, tereddüt, kaypaklık, ikiyüzlülük, kararsızlık ve benzeri durumlar hep çelişki gerçeğinin görünümleridir. Bireyle toplum ilişkilerinde çelişkiler bulunduğu gibi vatandaşla iktidar ilişkilerinde de çelişkiler olabildiğince baskındır. İzafiyet ilkesi nedeniyle çelişkileri hem inkâr edemeyiz hem de aynı nedenden ötürü çelişkileri meşru görürüz. Ve haliyle toplumlararası ilişkilerde de çelişkiler sarmalı alabildiğine geçerlidir. Buna çok basit bir örnek verelim:
Hıristiyanlara göre Müslümanların inançları yanlıştır. Müslümanlara göreyse Hıristiyanların inançları yanlıştır. Şu halde doğru bilgi hangisidir ya da mutlak doğruyu nasıl belirleyeceğiz? Aklın yolu birdir desek de yeryüzündeki milyarlarca insan birbirlerine düşman dinleri kendi mutlak doğruları olarak görmüyorlar mı? Müslümanlar için Pavlus fitnecidir ve Hıristiyanlar içinse Muhammed şarlatandır. Demek ki insanlar doğru bilgiden ziyade doğru olduğunu düşündükleri bilgiye sarılıyorlar. Aklın yolu bir olsaydı yeryüzündeki bütün insanlar teolojiden psikolojiye aynı dogmaları ve aynı ruh hallerini benimseyeceklerdi. Teorik düzeyde aklın yolunu bir varsaysak bile pratik hayatta durum tam tersinedir. Siyaset de işte böylece çelişkilerin kıskacındaki varlık alanlarından birisidir.
Göreceliğe (ve çelişkiye) şimdi bir de Michel Foucault üzerinden bakalım. Foucault söylem kavramını tartışırken bir yerde şöyle diyor: “Söylem iktidarı iletir ve üretir; onu güçlendirir ama ayrıca onu ağır ağır yok eder ve onu açığa çıkarır; kırılgan hale getirir ve ona engel olmayı olanaklı kılar.”[1] Evrenin genişlerken büzülmeye hazırlanmasına koşut bir biçimde söylem de iktidarı yine eşzamanlı olarak kâh güçlendiriyor kâh çürütüyor. Hayat gerçeği böyledir. Foucault söylemin bu zıt yönlü etkisini belirtirken bir başka yerde şunu da söylüyor: “İktidar şeyleri tanımlayan, arzunun ne olduğunu öğreten, bilgiyi biçimlendiren ve söylemi üretendir.”[2] Foucault beri yerde “söylem iktidarı üretir” derken öbür yerde “söylemi iktidar üretir” diyebiliyor. Bu çelişkidir ama hayat da zaten tek boyutlu olmaktan uzaktır. Çelişkiye bir örnek daha gösterelim: Ermeniler bizi Türkler kesti diyor. Türkler bizi Ermeniler kesti diyor. Gerçeklik tek ise nasıl oluyor da bir olay zıt yönlerden tefsir edilebiliyor? Tefsir yorumdur. Demek ki gerçekliği yorumluyoruz ve gerçekliğe kendimize göre anlam yüklüyoruz. Beyaz Amerikalıların Kızılderilileri kırıma uğratmaları kendilerince makbuldür çünkü Hıristiyan mantığı buna cevaz vermektedir. Kızılderililer ise Beyaz Amerikalıları kendi büyücüleri yoluyla lânetlemişlerdir çünkü kendilerince Beyazlar kahpedir. Demek ki görelilik uyarınca hiçbir şey siyah-beyaz kapsamına giremiyor. Benim siyahım senin beyazındır. Senin kutsalın benim iblisimdir.
İktidar-Vatandaş ilişkilerine buradan eğildiğimizde yine Foucault’ya başvuralım: “Modern iktidarlar dışlama, bastırma, sansürleme, tecrit etme, maskeleme ve gizleme tekniklerini çoğaltarak gerçekliği, doğruluğu ve hakikat ritüellerini üretirler.”[3] İktidarların bu sıraladığımız yöntemleri yazımızın başında insan ilişkilerine değinirken saydığımız yalancılık, endişe, tereddüt, kaypaklık, ikiyüzlülük, kararsızlık ve benzeri durumlarla örtüşüyor. İktidar soyuttur fakat iktidarı ellerinde bulunduranlar (muktedirler) somutturlar. İktidar görünmezdir ama iktidarı yürütenler görünürdür. Sansürleme, maskeleme ve gizleme türünden yöntemleri kullanan iktidarların yalana bel bağlamışlıkları açık seçik ortadadır. Hiçbir iktidar masum değildir. İktidar doğası gereğince baskıcı, yönlendirici, cezalandırıcı ve aldatıcıdır. Bununla birlikte iktidar ödüllendirici, kayırıcı ve korumacıdır. Zıt yönlülük (izafiyet) iktidarların da bağlı bulundukları bir ilkedir ya da siyaset gerçekliğidir. İşte bu itibarla sorgulayıcı Fransızların kendi cumhuriyetlerini de geçmişteki kendi krallıklarını da kolayca yermeleri veya kolayca övmeleri pek mümkündür. Aynı durum biz Türkler için de geçerlidir. Türkiye Cumhuriyeti rejimini ya da Osmanlı İmparatorluğu sistemini bakış açılarımıza göre ya yereriz ya överiz. Durduğumuz yer baktığımız yerdir. Baktığımız yer bize gösterir. Objektif olmak kaygısıyla Cumhuriyeti ve Osmanlıyı hem yerip hem övmemiz de olasıdır. İktidarların eşzamanlı biçimde vatandaşlarına yönelik baskıcı ve koruyucu tutum takınabilmeleri anlaşılmayacak şey değildir. Çelişki konusunu irdelemeyi sürdürelim.
Siyaset bilimci Serdar Kaya endoktrinasyon konusunu işlediği kitabında eğitim sistemlerinin (müfredatların) tek-tip vatandaş yetiştirmeyi hedeflediklerini belirterek bu hedefin yanlış olduğunu vurguluyor. Serdar Kaya’nın görüşüne göre milyonlarca Türk vatandaşının okullarda aynı şekilde giyinmeleri, aynı şekilde hareket etmeleri ve aynı anlayışa sahip olmaları güzel bir şey değildir. Buradaki güzel sıfatı bize değil Kaya’nın kendisine aittir. Yine Kaya’ya göre ulusal birlik hedefiyle okullarda müfredat birliğinin uygulanması militer anlayışın ta kendisidir. Serdar Kaya söz konusu kitabında tek-tip vatandaş yetiştirme eğilimini başka ülkeler ve başka rejimlerle de örneklerken bu konuyu ele aldığı bölüme “Türk İşi Talim ve Terbiye” başlığını koymuştur.[4]
Şimdi de Elias Canetti kitle ve iktidar konusunu işlerken ne diyor bir göz atalım. Canetti iktidarı bir orkestra şefine benzetiyor. İktidar hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan herhangi bir kişi orkestra şefini gözlemleyerek iktidarı tanıyabilir ya da iktidarlara ilişkin çıkarımlarda bulunabilir. Orkestra şefinin dünyası orkestradan ibarettir. Muktedirlerin dünyası da iktidardır. İktidardakiler nasıl ki topluma hizmet amacıyla orada bulunduklarını söylüyorlarsa orkestra şefi de kendisinin müziğe ve orkestraya hizmet maksadıyla orada durduğunu düşünür. Orkestra yöneticisi ayakta durur. Ayakta duran tek kişi orkestra şefidir. Orkestrayı yöneten kişi hem önden hem arkadan görülebilir. Orkestra üyeleri de salondaki dinleyiciler de orkestra şefini görürler. Eşzamanlı olarak orkestra yöneticisi de (ayakta durduğu ve hareket edebildiği için) hem orkestra üyelerini hem de salondaki dinleyicileri görebilmektedir. Anımsanırsa biz önceki satırlarda iktidarın soyut olduğunu (görünmediğini) fakat muktedirlerin somut olduklarını (göründüklerini) belirtmiştik. Hem orkestra üyeleri hem de salondaki dinleyiciler tek bir kişiye (orkestra yöneticisine) kenetlenmişlerdir. Buradaki esas güç odağı orkestra şefidir. Dinleti süresince başkan bu şeftir. Orkestra üyelerinden, dinleyicilerden ve ışıkçı gibi çeşitli görevlilerden oluşan dinleti salonunun tahakküm edicisi orkestra şefidir. Enstrümanların çeşitliliği insanların çeşitliliğinin yerini tutar. Bir orkestra farklı türlerden insanların bir araya geldikleri toplumdur.[5] Orkestra yöneticisi de iktidardaki devlet adamıdır. Çok sesli orkestra çoğulcudur ve toplum da karmaşıktır.
Vatandaşların iktidarlara niçin itaat ettiklerini burada uzun uzadıya anlatmayacağız. Bunlar zaten meraklılarınca az çok bilinen şeylerdir. Vatandaşlar yeterince güçlü değildirler, iktidarın gücüne alışkındırlar, yeterince eğitimli ve bilinçli olmaktan yoksundurlar, konforlarına düşkündürler, ürkektirler ve benzeri durumlar söz konusudur. İktidarın kuşatıcı otoriterliği vatandaşa ebeveyn (ana-baba) gibi görünür. Kraliçe anadır ve padişah babadır. İktidarın varlığını hissetmek vatandaşa güven verir. Daha pek çok saptamada ve yakıştırmada bulunabiliriz. Ancak yine de görecelik ilkesinden ötürü çift-değerlilik diyebileceğimiz tezat gerçeği çift yönlü keskin kılıç gibi herkesin, hem vatandaşın hem iktidarın boynunun üzerindedir. İtaat etmesini bilen vatandaşlar isyan etmeyi de bilirler. Yeryüzündeki bütün devletlerin tarihleri vatandaşların ve vatandaşların oluşturdukları muhtelif sınıfların başkaldırılarıyla doludur. Fransa’daki meşhur Köylü İsyanı ile Türkiye’deki yine meşhur Celâli İsyanları vatandaşın ayak direme gücüne birer yetkin örnektir. Her iki isyan da patlak verdikleri ülkelerin devletlerini çok fazla uğraştırmıştır. Muhakkak ki devlet ile iktidar arasında fark bulunduğunu da asla göz ardı etmemeliyiz. İktidarın vatandaşa yönelik sindirici ve okşayıcı biçimlerindeki çift yönlü tavrına uygun olarak vatandaş da iktidara karşı biat edici ve ayak direyici şeklinde çift yönlü davranışları bünyesinde barındırır.
İşte bütün bu çelişkili yaşam pratikleri insanlığın varoluş kodlarıdır. Çelişkiler ayıklandığında geriye ya Ütopya ya da 1984 kalacaktır. Gelgelelim ütopyalar da görünmeyen çelişkilerin üzerine inşa edilmişlerdir. Thomas More’un Utopia adlı yapıtına dikkatli bir gözle baktığımızda oradaki ideal düzenin bütünüyle kısıtlayıcı ve dayatmacı unsurlarla var olabildiği gerçeğini yakalarız. Ütopyalar dünyevi cennetlerdir. Bu nedenle de tersine bir metafiziğe sahiptirler. Yazımızın asıl konusu olarak “çelişkilere” Ütopya’dan sıyrılarak dönelim. Serdar Kaya endoktrinasyon konusunu kurcalarken ulus devletlerin tek-tip vatandaş yetiştirme amaçlı müfredatlarını eleştiriyorsa da bunun alternatifinin nasıl olacağını (aslına bakılırsa nasıl mümkün olacağını) söylemiyor, söyleyemiyor. İktidarlar kendi arzularına göre vatandaş yetiştirmemelidir derken tek-tip vatandaşı reddetmekle o karmaşık toplumda çoğulcu eğitimin ortaya çıkaracağı kaosa çok kimse değinmek istemiyor. İşte bu da çelişkidir. Şöyle de sorabiliriz: Tek yönlü eğitim niçin kötüdür ve çoğulcu eğitim niçin kötü değildir? Bunun tersini de soralım ki hak geçmesin: Çoğulcu eğitim niçin kötüdür ve tek yönlü eğitim niçin iyidir? Militarist müfredatın yerine çoğulcu müfredat konduğunda bir toplumun bütünlüğünü garanti edecek olan nedir? Şeytanın gör dediği yerden de bakarak soralım: Toplumların bütünlüğü niçin iyidir ve toplumların çoğulculuğu niçin iyidir? Ya her ikisi de kötüyse? Ya her ikisi de erdemliyse? Ya bunlardan yalnızca biri doğruysa? Ama hangi doğru? Neye göre doğru? Ruslara göre Tatarların Rusya birliğinden ayrılmaları kötülüktür. Turancılara göreyse Tatarların Rusya birliğine bağımlı kalmaları zulümdür.
Elias Canetti olsun Serdar Kaya olsun çok kimseler bir iktidarın kendi çıkarları doğrultusunda vatandaş yetiştirmelerinin yanlışlığını belirtirlerken insanların sosyal varlık olmalarından ötürü bütüncüllüğe gereksinim duydukları gerçeğini koyacak yer bulamıyorlar. İnsanlar otoriteye çıkarları gereği itaat ederler diyerek eleştiride bulunmak sorunu çözmüyor. Çözmüyor çünkü insanların düzene yönelik ihtiyaçları niçin kötülüktür, işte bunun yanıtı verilemiyor.
A iktidarı devleti ele geçirdiğinde kendi düzenini kuruyor. B muhalefeti ise A iktidarını “önceki düzeni yıktın, kendi düzenini kurdun” söylemiyle suçluyor. Gün geliyor B muhalefeti iktidarı yakalıyor ve A iktidarı muhalefete düşüyor. Bu sefer de B iktidarı (kendi düzenini kurmak yöntemini önceden kınamış olduğunu umursamayarak) karşı devrimle kendi düzenini kuruyor. Daha açık söylersek, devrimci Kemalistleri devrimci oldukları için suçlayan İslamcılar iktidara çıktıklarında aynı suça ortak olarak karşı devrime yöneliyorlar. Günün birinde Türkiye iktidarını Komünistler ele geçirecek olsa bu kez de onlar hem Kemalist devrimleri hem de İslamcı karşıt devrimleri kötüleyecekler. Böylelikle de çelişkiler yumağı hiçbir zaman çözülmeyecek demektir. İslamcılar Kemalistleri ulus devletin istediği öğrenciler yetiştirmekle suçlarlarken şimdi de kendileri İslamcı görüşün istediği okulları kuruyorlar. Her iki uygulama arasında öz olarak fark yoktur. Yalnızca içerikler ve niyetler farklıdır. Herkes kendi doğrusunu kendinden olanlara ve kendinden olmayanlara dayatma hakkını meşru saymaktadır. Buradaki asıl çelişkiyse şudur: Aynı şeyi ben yaptığımda bu yanlış ise, aynı şeyi sen yaptığında bu niçin doğrudur?
İslamcılar bu soruya şöyle yanıt vereceklerdir: Biz muhafazakârız. Kemalistler kendinden önceki kültürü yıktılar. Biz ise asıl kültürümüze dönüyoruz. Bu nedenle de biz haklıyız.
Kemalistler ise aynı soruya şu yanıtı vereceklerdir: İslam dinine karşı değiliz ama Müslümanlaşma sürecinde bizim köklü kültürümüzü yıktılar. Biz ise Kemalist devrimler yoluyla Ortadoğu kültürü öncesindeki Bozkır kültürüne döndük. Bu nedenle de biz haklıyız.
Metin Savaş
[1] Birol Demircan, Politik Söylem ve İktidar, sayfa 39, Çolpan Kitap, Ankara 2020
[2] Politik Söylem ve İktidar, sayfa 104
[3] Politik Söylem ve İktidar, sayfa 111
[4] Serdar Kaya, Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği, sayfa 81-97, Nirengi Kitap, Ankara 2011
[5] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, sayfa 399-400, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2012
Yorumla