DÜŞÜNCE

Sınırlandırılmış Devlet ve Kutsal Devlet

Sınırlandırılmış devlette “vatandaşlar” o devletin kulları değil, halk iradesiyle devlete yön veren, devlet üzerinde yaptırım olanakları bulunan, devletin uygulamalarını açıkça sorgulayabilen hür vatandaşlardır. Yön vermek, yaptırımda bulunmak ve sorgulamak sınırlandırılmış devlet indinde suç teşkil etmez. Kutsal devlet ise bunun tam tersidir. Kuşkusuz ki her bilinçli vatandaşın algısında kendi devleti az çok kutsaldır; kutsaldır çünkü o devletin varlığı uğrunda savaşarak ölmeyi bile göze alır; bizim burada kast ettiğimiz ‘kutsal devlet’ sınırlandırılmış devletin karşıtı mahiyetinde ele alınmaktadır. Gelişigüzel diyebiliriz ki kutsal devlette vatandaşlar aşırı sınırlandırılmışlardır; sınırlandırılmış devlette ise vatandaşların özgürlükleri çok daha fazladır. Ama elbette her iki devlet türü de otoriteyi temsil eder. Otoritesiz devlet düşünülemez. Böylesi bir düşünce devlet kavramının doğasına aykırıdır.

Ernst Cassirer, kilise babalarının öğretisini şöyle veriyor: “Devlet gerekli kılındı çünkü insanlar Tanrı’dan ayrıldılar; türdeşlerinden nefret ettiler; her türden kargaşa ve düzensizliğe düştüler. Ve Tanrı bu yüzden, insanları birbirlerinin başına geçirdi. Onlara insanın korkusunu saldı. Böylece, bir ölçüde doğruluğa ve hakça iş görmeye zorlanabileceklerini düşündü.”[1]

Kilise babalarının devlet ya da otorite algısı Tanrı’dan ayrılış, nefret ve kargaşa üzerine inşa edilmiş görünüyor. Bu yüzden Tanrı’nın insanları birbirlerinin başına geçirmesine otoritenin tanrısal olduğu anlamını yükleyebiliyoruz. Bu itibarla da devlet başkanları (hükümdarlar) Tanrı’nın yeryüzündeki gölgeleri gibidirler. Algı böyle olunca da kutsal devleti sorgulamak suç haline geliyor. Şimdiki devletlerin her birine ‘modern devlet’ dememiz pek doğru görülmeyebilir çünkü 21. Yüzyıl’da bile zorba devletlerin sayısı küçümsenemeyecek kadar fazladır. Yahut da her modern devletin hukuk devleti olmadığını söyleyerek kestirme bir çıkış yoluna sapabiliriz.

Takiyettin Mengüşoğlu felsefi antropolojinin verilerinden yola çıkarak biz insanların ‘varlık-yapısı’ bakımından hem iyi hem kötü çekirdeklerle birlikte ‘disharmonik’ bir varlık şeklinde dünyaya geldiğimizi belirtiyor: “İnsanda hem bir hak duygusu, bir adil olma duygusu vardır; hem de bir haksızlık ve adil olmama eğilimi vardır. O hem zalim olan, suç işleyen, hem de masum olan bir varlıktır. Onda hem başkalarının hakkını tanımak, ona saygı göstermek duygusu, hem de onları hiçe saymak eğilimi vardır. Bu çift kutuplu determinasyondan hangisinin üstün bir determinasyon olacağı önceden belli değildir; ancak eylemler bunu gösterir. Vicdan ise, bu konuda her zaman önleyici bir ‘güç’ olamaz. Bu nedenle vicdanın yerine geçecek bir ‘güç’ün, başvurulacak bir ‘yer’in bulunması gerekiyor. İşte bu ‘yer’ devlettir.”[2]

Kilise babalarındaki Tanrı’dan ayrılış, nefret ve kargaşa üzerine kurgulanmış olan otorite anlayışı felsefi antropolojide vicdan ile değerlendiriliyor. Birincisinde Tanrı, ikincisinde vicdan öne çıkartılıyor. Hâliyle kimileri de Tanrı ile vicdanı bütünleştirmek ya da buluşturmak isteyebilecektir. Devlet düşüncesine ilişkin bu kısa girişin ardından şimdi iki düşünce adamımızın iki karşıt görüşüne değinerek Türkiye’nin şimdisindeki devlet durumuna üstünkörü göz atacağız.

Kemal Karpat “Kimlik ve İdeoloji” adlı kitabının önsözünde mevcut AKP iktidarı hakkındaki kanısını şu cümlelerle sergiliyor: “…ben, şahsen Türk demokrasisinin 2002’den sonra dengesini bulmaya başlayarak kalıcı mecrasına gireceğine inanıyorum. Bu dönem AK Parti’nin seçimi kazanarak iktidara gelmesine tekabül eder. Birçok yazar ve düşünür bilhassa Avrupalı ve Amerikalılar AK Parti’yi ‘İslamcı’ olarak görür ve öyle ele alırlar… Fakat bir parti; eğer ideolojiden uzak bir partiden beklenenleri yerine getirirse, yani halkın isteklerini ön plana koyarak demokrasiye öncülük verirse, onu idare edenlerden farklı bir yola ve felsefeye sahip olabilir. Benim kanımca AK Parti gerçek anlamıyla yeni bir partidir ve her bakımdan normal demokratik bir partide aranan ana vasıflara sahiptir… Şu bir gerçektir ki AK Parti 2002’den beri demokratik yollardan ayrılmamış, tam tersine demokrasinin genişlemesini ve kökleşmesini sağlamıştır.”[3]

Kemal Karpat bu cümleleri 2009 yılında Wisconsin Üniversitesi-Madison’da kuruyor. Karpat, birçok yazar ve düşünürün yanı sıra ve bilhassa Avrupalılar ile Amerikalıların AKP’yi İslamcı olarak gördüklerini ifade ediyor. Buradaki bilhassa vurgusu Türkiye’de de AKP’nin İslamcı olarak görüldüğü gerçeğini hafifletmiyor. AKP yandaşları da karşıtları da söz konusu partinin İslamcı çizgisini inkâr etmiyor. Şayet bir itiraz var ise o da ‘İslamcı’ kavramını kimilerinin yanlış bulması yönündedir. AKP yandaşlarının büyük çoğunluğu bu partiyi dindar olarak görürlerken AKP karşıtlarının büyük çoğunluğu ise bu partiyi din sömürücüsü olarak görmektedir.

Kutlu Kaan Dalkılıç “Modernite ve Millet” başlıklı makalesinde Türkiye’nin şimdisinde ‘iki millet’ bulunduğu tezini savunmaktadır. Modernleşme çabasındaki bir devletin demokrasiye evrilmesinin zorlu bir süreci gerektirdiğini söyleyen Dalkılıç demokratik sisteme geçiş aşamasında devletin sınırsız (otoriter) sistem aygıtını kullanmaya mecbur kaldığını belirtiyor ve buna “pre-demokrasi” dendiğini hatırlatıyor. Ne var ki Türkiye’de iki ayrı zihniyetin çatıştığını da ekliyor. Sınırlandırılmış devlet yanlıları ile kutsal devlet yanlılarının çatışmasıdır bu. Dalkılıç’a göre iki millet durumu Türkiye’nin sosyolojik bölünmüşlüğü anlamını taşımaktadır. Dalkılıç, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularını demokrasiyi amaçlamış fakat o zamanki koşullar nedeniyle mecburen otoriter tavır takınmış Birinci Cumhuriyetçiler adıyla tanımlıyor. Birinci Cumhuriyetçilerin temel unsurlarını Dalkılıç “Türkçülük, laisizm ve medeniyetçilik” şeklinde sıralıyor. Bu temel unsurlar doğal bir süreçte ister istemez demokrasiyi getirecektir. Dalkılıç, muhafazakârlık dürtüsüyle modernleşmeye direnenlere ise İkinci Cumhuriyetçiler diyor:

“…Birinci Cumhuriyetçilerde bir zaruret olarak okuduğumuz ve görece tarihsel olarak tabii karşıladığımız bu otoriter devletçi tecrübe; ona esas olarak bu açıdan meydan okuduğu sanılan ve görece sınırlı devlet, sivil toplum ve özgürlüklerin kurumsallaşmasını beklediğimiz İkinci Cumhuriyetçilerde de keyfi bir tercih olarak dozunu arttırarak bugün devam ediyor.”[4]

Dalkılıç’ın ifade etmeye çalıştığı şey, İkinci Cumhuriyetçilerin, Birinci Cumhuriyetçilerin otoriter devlet anlayışını kırmak söylemiyle iktidara talip oldukları ve fakat iktidara gelince de otoriter devlet anlayışını ters yönden ve dozunu arttırarak sürdürdükleridir:

“Devletin modernleşmesindeki özellikle kurucu agresif laisizme, kurucu Türkçülüğe ve kurucu Batı medeniyetçiliğine karşı; İkinci Cumhuriyetçilerde beliren bu sivil-siyasal direniş kendini başka bir otoriterlik sarmalına hapsediyor. Üstelik kendini başka formlarda ve zihin altında tarihten çıkagelen geleneksel devlet-kutsal güç istenciyle gösteriyor. Özetle, ayrışmadaki temel faktör; kurucu otoriterliğin zamana, şartlara ve hadiselerin büyüklüğüne bağlı bir meşruiyetinin olduğu ancak bu otoriterliğin her ne olursa olsun liberal demokrasi potansiyeline sahip bir modern paradigma içinde ve modernleşme dairesi sınırlarındayken; kurucu otoriteye muhalif yeni otoriterliğin illiberal demokrasi sınırlarında geleneksel toplum, geleneksel devlet ve geleneksel kutsal güç istenciyle beraber modernleşmeyi reddedişe kadar götürülebilecek bir zihin dünyası olduğudur… Bu gerçek bizi iki ayrı topluma götürüyor: Modern-sınırlanmış-hukuk devleti ile geleneksel-sınırsız-otoriter-kutsal devlet arzusunda iki ayrı millet.[5]

Dalkılıç, Türkiye’nin bu sürtüşmeden çıkabilmesi için söz konusu iki kutuptan birinin tasfiye olması gerektiğini de söylüyor.

Sonuç olarak: Kemal Karpat, AK Parti 2002’den beri demokratik yollardan ayrılmamış, tam tersine demokrasinin genişlemesini ve kökleşmesini sağlamıştır diyerek AK Parti gerçek anlamıyla her bakımdan normal demokratik bir partide aranan ana vasıflara sahiptir görüşünü savunuyor. Kutlu Kaan Dalkılıç ise Birinci Cumhuriyetçilerdeki otoriter devlet yapısını kıracağız söylemiyle siyaset meydanına atılan İkinci Cumhuriyetçilerin, kendi söylemlerinin hilafına, daha fazla otoriter bir tavır aldıklarını ve sınırlandırılmış devlet anlayışının yerine kutsal devlet anlayışını yerleştirme çabasına yöneldikleri tezini savunuyor.

Biz bu yazımızı burada keserek Kemal Karpat’ın tezinin mi yoksa Kutlu Kaan Dalkılıç’ın tezinin mi daha doğru göründüğü kararını Bilimdili okurlarına bırakıyoruz.

Metin Savaş

[1] Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, sayfa 114, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984

[2] Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, sayfa 277, Remzi Kitabevi, İstanbul 2008

[3] Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, sayfa 13, Timaş Yayınları, İstanbul 2011

[4] “Türk Milliyetçileri İçin Milletler ve Halklar Meselesi; yayın editörü: Muzaffer Metintaş” kitabı içinde Kutlu Kaan Dalkılıç’ın “Modernite ve Millet; Bölünmüş Anlam Değer Dünyasında İki Ayrı Millet ve Yeniden Tek Millet Olmanın İmkânı Üzerine” başlıklı makalesi, sayfa 261-276, Kırmızılar Yayıncılık, Eskişehir 2021

[5] Kutlu Kaan Dalkılıç, “Modernite ve Millet”, sayfa 273-274