Amansız Devrim adlı kapitalizm tarihi kitabının yazarı Joyce Appleby sanayi devrimi sürecinde 1701 yılını önemli bir tarih olarak değerlendirir. Bu tarihte kaba saba bir buhar makinesi dünya sahnesine çıkacaktır ve böylelikle de dönüşü olmayan yola girilecektir. Olumlu ve olumsuz yönleriyle kırılma artık başlamıştır. Gelenekçi zihniyetle yenilikçi zihniyet uzun yıllar çarpışacak, bu uzun soluklu çarpışma esnasında milyonlarca aile sefalete sürüklenirken milyonlarca insan da muhtelif düzeylerde iyi kötü refaha kavuşacaktır. Appleby, Adam Smith’in 1776’da gün yüzüne çıkan yapıtı Ulusların Zenginliği’ni yazma amaçlarından birinin ekonomileri hükümetlerin müdahalelerinden koparmak olduğunu belirtir. Serbest piyasa dediğimiz sistemdir bu. Appleby’e göre, Smith’in tanımladığı “ekonomik evren” devletlerin yasalarına bağlı değildir, tam tersine, ekonomik evren kendi yasalarını devletlere dayatmaktadır. Başlangıçta, Rönesans ve Aydınlanma hamlesinde kapitalizm öngörülmemiş olsa da, amansız devrimin hamleleri kapitalizmi doğurmuştur. Kapitalist sistem bir kez doğduktan sonraysa asla mağlûp edilememiştir. Amansız devrimin iki büyük sloganı “ilerleme ve yaratıcılık” şeklindedir. Nasıl ki bugünümüzdeki pek çok teknolojik icat bizim hayatlarımızı altüst ediyorsa, ve bizler bu teknolojik büyülere direnemiyorsak, bizlerden öncekilerin hayatları da ilerleme ve yaratıcılık karşısında altüst olup dirençleri kırılmıştır. Bunu kıyamete gidiş olarak algılayanlar hep vardı, şimdi de varlar. Günümüzde artık umut yüklü ütopyalardan ziyade kara ütopyalar ciddiye alınmaktadır. Zamyatin’den Orwell’a, oradan da Ursula Le Guin’e distopya edebiyatının çok daha fazla rağbet görmesi Thomas More çizgisinin inandırıcılığını yitirdiğinin göstergesidir. Holivut senaryoları da zaten söz konusu karamsarlığı körüklemektedir. Aldous Huxley kendi kitabına yazdığı önsözde ütopyaların refah tiranlığına dönüşmesi ihtimalini vurguluyor. Şerden hayır çıkması beklenirken, hayırdan şer çıkması gibi bir durumdur bu.
Serbest piyasa olgusu bir umacıdan farksız görünüyor. Ekonomik Evren’in yasaları son derece bariz bir şekilde hem devletleri hem toplumları kuşatıyor. Uluslararası ticaret sayesinde yeryüzündeki bütün toplumların birbirlerine daha fazla ısınacakları, savaşların ve soykırımların gözden düşeceği öngörüsü yalnızca kâğıt üzerinde kalmıştır. Tek dünya devleti ile evrensel toplum hedefinin bir kâbusa dönüşeceğinden herkes ürkmektedir. Dünyaya hükmeden gizemli örgütler efsanesi de yine ciddiye alınan unsurlardan biridir. Efsanenin efsane olarak kalması sanki oyunun bir parçasıdır. Sistem bu yöntemle kendisini besliyor diyebiliriz. Ekonomik Evren’in devletlere kafa tutabilmesi, çağımızın teknolojik ordularının finanse edilmesinde Ekonomik Evren’in kendi ağırlığını –bir canavarın dişlerini göstermesi gibi– göstermesi, bütün bunlar Zygmunt Bauman ve Jean Baudrillard çizgisinde “iktidarın görünmezliği”dir. Gerçek iktidarın kimde veya kimlerde bulunduğu aslında belirsizdir. Şirketler mi daha güçlüdür yoksa süper devletler mi daha güçlüdür? Birleşmiş Milletler türünden küresel kuruluşlar mı inisiyatif sahibidir yoksa bu küresel kuruluşlarının perde arkasında ABD mi vardır? Kimilerine göre ABD derin devleti şirketlerin kontrolündedir. Kimilerine göreyse ABD derin devleti küresel boyutlardaki devasa şirketlerle mücadele etmeye uğraşmaktadır. Çoğu kimsenin gülünç bulduğu efsanelerden biriyse ufacık İsrail’in koskoca Amerika’yı yönettiğidir. Görüldüğü üzere belirsizliklerin kafa karışıklığı esas itibarıyla sistemin ta kendisidir. Hepimizin şikâyetçi olduğu bir duruma bakalım: 444 0 444 türünden iletişim servisleri vatandaşları mütemadiyen taciz ederler. Vatandaş kâh açıkça kâh içten içe şöyle düşünür: 444’lerin vatandaşı taciz etmesine benim güçlü devletim dur diyemiyor mu? 444’lerin ardındaki şirketler benim devletimden daha mı güçlüler? Vatandaş şöyle de düşünür: Yoksa ve yoksa 444’lerin ardındaki şirketlerle benim devletim işbirliği içerisinde mi çalışıyor?
Sistemin işleyişinde ABD örneği gayet açıktır:
Diyelim ki siz olabildiğince güçlü bir şirkete herhangi bir nedenle dava açtınız. Yetenekli bir avukat sizin hakkınızı savunuyor. Hem sizin kararlı olmanız hem de avukatınızın becerisi sayesinde davayı kazanıyorsunuz. Tabii bu hukuki süreç içerisinde o güçlü şirketin avukatları da mahkemede sizin avukatınızı alt etmeye uğraşıyorlar. Çünkü hem şirketin saygınlığı söz konusudur hem de tazminat ödenmesi durumunda yüksek bir meblâğ şirketin kasasından çıkacaktır. Sonuç olarak davayı o güçlü şirket değil sıradan bir “tüketici mağdur vatandaş” olarak siz kazanıyorsunuz. Mahkeme kararıyla şirket size çok yüksek bir tazminat ödüyor. İşte sistem böyle işliyor.
1- Siz o çok yüksek tazminatla tatmin oluyorsunuz. Hem cebiniz para doluyor hem de koskoca şirketi yenmiş olmanın gururunu taşıyorsunuz. Siz artık bir Don Kişot’sunuz.
2- Koca şirket şu mesajı vermiş oluyor: Güçlüyüm ama hukuk karşısında sizler gibiyim. Uygarlıktan yanayım. Adalet hepimiz içindir.
3- Devlet şu mesajı vermiş oluyor: Devletinizi şirketler yönetmiyor. Yasalar ve sistem karşısında şirketlerle vatandaşlar eşittir. Gerçek kişiler ile tüzel kişiler birbirlerine mutlak anlamda galebe çalamazlar.
İşte böylece sistem al gülüm ver gülüm yürüyüşüne devam ediyor. Mahkemede şirketi mağlûp etmeniz hem o acımasız şirketin meşruiyetini hem de herkesin yakındığı sistemin meşruiyetini pekiştiriyor. Tabii vatandaş da kendisinin adam yerine konduğunu kabullenmek zorunda kalıyor. Fakat aynı vatandaş bir paradoksun içinde bulunduğunu da seziyor. Hayat böyledir, çelişkiler yumağıdır diyerek kendi imkânları ölçüsünde hem direnişini hem itaatini sürdürüyor. Direnişle itaatin birlikteliği İsrail mi Amerika’yı yönetiyor yoksa Amerika mı İsrail’i bir karakol olarak kullanıyor sorusunun karmaşıklığından farksızdır. Bu aynı zamanda tavuk mu yumurtadan çıkar yoksa yumurta mı tavuktan çıkar sorusunun yanıtının olmaması gibidir. Sanat toplum için midir yoksa sanat sanat için midir tartışması derecesinde anlamsızlıklar insanları daima büyülüyor ya da oyalıyor. Sanat sanat için olsa bile o sanatı üreten sanatçı da, o sanatı tüketen birey de toplumun içerisindedir. Toplum yoksa sanat da yoktur. Tıpkı bunun gibi, herhangi bir gerekçeyle bir şirket hakkında dava açan vatandaş günü geldiğinde kendisine veya çoluk çocuğuna istikbal vaat eden bir iş bulabilmek için yakındığı şirketlerden birine başvuracaktır. Şu halde sistem hem merhametlidir hem de zalimdir. Sistem tatlı-sert babadır.
İktisat profesörü William J. Barber, Karl Marks’ın teorilerini açıklarken şöyle diyor: “Sistemin devingenliği içerisinde eriyip giden birçok küçük kapitalist kendilerini toplumsal hiyerarşi merdiveninin alt basamaklarına doğru itilmiş ve tıpkı daha önce kendisi için çalışmış işçiler gibi nafakasını temin etmek uğrunda mülkiyet sahiplerine bağımlı durumda bulacaklardır.” Bir kapitalistin gözden düşmesinin getireceği bağımlılık diğer vatandaşların yüreğine su serpeceği için intikam duygularının tatminini sağlayacağı kuşkusuzdur. Böylelikle, hukukun herkes için fakat adaletin zenginler için işlediği gerçeği kendiliğinden tavsamış oluyor. Sıradan bir vatandaş mahkemede dev şirketi yenebilir, bir kapitalist ise sıradan vatandaşın durumuna düşebilir, ne var ki sistem hep ayakta kalır. Buradan şu yargıya varabiliriz: “Sistem insanlık için değil, sistem kendisi için vardır.” Nitekim George Orwell da buna benzer bir şekilde 1984 romanında Okyanusya Devleti’nin halk için değil kendisi için var olduğunu söylüyor. Adam Smith bizzat kendisinin sınırlarını çizdiği Ekonomik Evren modelinde insana olan talebin muayyen bir mala olan talep gibi insanların üremesini kaçınılmaz olarak düzenler diyor. Teknoloji ne kadar yükselirse yükselsin, robotlar ne kadar çoğalırsa çoğalsın, tüketici insana daima ihtiyaç bulunacaktır. Şu halde sistem, kendisi için var olsa bile, müşterisi durumundaki vatandaşa muhtaçtır. Sabri Ülgener, ekonomik düzenin son kertede insan davranışımızla belirleneceğini unutmayalım demektedir. Bütün bu söylediklerimizden sonra kendimize şu soruyu işgüzarlık olsun diye sorabiliriz: Sistem insanlık için midir yoksa insanlık sistem için midir?
Metin Savaş