DÜŞÜNCE Evren Fizik

Yaşam Dolu Bir Evren

Son yıllarda teorik fizikçiler, evrenimizin var olan tek evren olmayabileceği ve bizimki dışında, her biri kendine özgü doğa yasalarına sahip başka evrenler de bulunabileceği çıkarımlarını mümkün kılan ilginç teoriler üzerinde çalışıyor. Bu teoriler doğrultusunda en üst katmandaki fiziksel gerçeklik, kaynayan bir suyun yüzeyinde oluşan kabarcıklar gibi bir şişip bir kaybolan evren balonlarının yüzdüğü bir tür çoklu evren denizi olarak betimleniyor. “Hiper uzay” da denen boşluk denizinde, kuantum dalgalanmalarının yol açtığı birer “büyük patlama” ile şişmeye başlayan ve başlangıç koşullarına bağlı değişik evrim süreçlerinden geçen çok ve hatta sonsuz sayıda evren bulunabileceği savlanıyor.

     Çoklu evren modeline göre farklı evrenlerdeki boyut sayıları, temel kuvvetler, parçacık yapıları ve her şey, birbirinden farklı olabilir. Çoğu evrende galaksilerin, yıldızların, karbon ve oksijen gibi karmaşık elementlerin oluşması için gereken denge mevcut olmadığından o evrenlerde yaşam da ortaya çıkamayabilir. Buna karşılık bizimkine benzeyen diğer bazı evrenlerde galaksiler ile yıldızların oluşmasını sağlayan koşullar söz konusu olabilir ve o evrenler yaşam olgusunu destekleyebilir.

    Henüz evrenimizin dışından veri elde etmenin herhangi bir yolunu bilmediğimiz için, çoklu evren modelini de matematik dışında bir dayanakla besleyemiyor ve doğruluğunu sınayamıyoruz. Ama bizim kendi lokal evrenimizin, tek olsun veya olmasın, 13,7 milyar yıl önce bir büyük patlama ile varlık kazandığını ve yaşama elverişli bir evren olduğunu kesin olarak söyleyebiliyoruz. Evrenimizin yaşamın ortaya çıkması ve karmaşıklaşmasına imkan veren doğa yasalarınca yönetildiğinden eminiz, çünkü şu anda buradayız ve bu konuları konuşuyoruz.
Lokal Evrenimiz de Yeterince Büyük

     Evrenimiz tek evren olsa da yeterince büyük ve inanılmazdır. Sürekli genişleyen evrenin yüzde on civarında bir bölümünü gözleyebiliriz ve ışığı bize ulaşmayan diğer bölgeleri görüş ufkumuzun dışında kalır. Buna rağmen evrenin sırf gözlemlenebilen kadarının heybeti bile, hem galaksi/yıldız sayıları ve hem de bunlar arasındaki mesafeler açısından insan aklının alabileceği ölçülerin çok ötesindedir.

 Tahmin edilebildiği kadarıyla gözlemlenebilir evrende irili ufaklı 1 trilyon galaksi ve bu galaksilere dağılmış 50 milyar x trilyon (5×10*22) yıldız vardır. Bizim Samanyolu’muz gibi büyük spiral galaksilerde yıldız sayısı 300 milyarlara ulaşır ve sadece bizim yıldızımız Güneş ile Samanyolu içerisinde ona en yakın yıldız olan Proxima Centauri arasındaki mesafe 40 trilyon kilometre (4,22 ışık yılı)’dir. Bu da, ışığın hızı olan saniyede 300 bin kilometrelik hızla, diğer deyişle dünyanın çevresini saniyede 8 kez dolaşma hızıyla gidebilseydik, en yakın yıldıza ulaşmamızın dünya zamanı ile 4,22 yıl süreceği anlamına gelir. Mevcut teknolojimizle üretebildiğimiz en hızlı uzay sondalarımız ise bahsedilen mesafeyi ancak 60 bin yılda kat edebilir.

Galaksimiz içerisinde güneş sistemimize en uzak güneş sisteminin yaklaşık 800 bin ışık yılı ve galaksimiz merkezinden ona en yakın komşu galaksi olan Andromeda galaksisi merkezinin yaklaşık 2,5 milyon ışık yılı mesafede olduğu hesaplanmıştır. Bir an için milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki galaksiler ve onlar içerisinde yer alan idrak ötesi sayılarda yıldız ile o yıldızların yörüngelerinde salınan gezegen ve uydular da hayal edilmeye çalışıldığında, evren içerisindeki durumumuzun tüm dünya sahillerindeki tek bir kum tanesi kadar olmadığı hemen fark edilir. Tam olarak bunun hesabını yapan araştırmacılar da aynı şeyi söylemekte; yuvarlak bir hesapla dünyadaki her bir kum tanesi için evrende 10 bin yıldız, 50 bin gezegen ve 250 bin Ay benzeri uydu bulunduğu ortaya konmaktadır.

Evrende Yalnız Olmamız Neredeyse İmkansız

     Evrenimizin kozmik kimyasının yaşama uygun olduğunu kendi varlığımızdan, evrenimizin akıl almaz büyüklüğünü ise gözlem ve hesaplamalarımızdan biliyoruz. Bu iki bilgi, bizi tek bir sonuca götürüyor: evrende yalnız olmamız, neredeyse imkansızdır. Bir yıldızın yörüngesinde dönen herhangi bir gök cismi üzerinde yaşamın ortaya çıkıp devam etme ihtimali katrilyonda bir gibi son derece düşük bir ihtimal dahi olsa, evrendeki 50 milyar trilyon yıldızın, yıldız sayısının ortalama beş katı gezegenin ve gezegen sayısının ortalama beş katı uydunun varlığı hesaba katılınca, en azından yüz milyarlarca farklı gezegen veya uydu üzerinde yaşam bulunması kaçınılmaz olacaktır.

     Kaldı ki katrilyonda bir oranı, evrenin enginliğinden ileri gelen ihtimal zenginliğini gözler önüne sermek için seçtiğimiz tamamen keyfi bir oran olup, evrende yaşamın çok daha sıradan ve yaygın olması mümkündür. Dünyamızdaki yaşamın genç dünyanın soğumasının hemen peşinden başlamış olması, element yapısı nispeten zengin bir gök cismi üzerinde kendini kopyalayabilen ve metabolize edebilen moleküllerin ortaya çıkmasının çok da zor bir olay olmayabileceğini akla getirir. Bu moleküller bir kez ortaya çıkıp kimya biyolojiye dönüştükten ve kontrol evrime geçtikten sonra da, yaşamın çeşitlenerek devam etmek veya tutunamayarak yok olmak akıbetlerinden hangisine yazgılı olduğunu, üzerinde tomurcuklandığı gök cisminin şartları belirliyor olsa gerektir.

     Yaşamın devamlılığı açısından uygun şartları taşıyan gök cisimleri keşfetmek amacıyla 2010 yılından beri Kepler Uydusu’nun verilerine bakan ve şimdiye kadar Samanyolu Galaksi’mizdeki binlerce yıldızın ışığını analiz eden bilim adamları, ortalama olarak Samanyolu’ndaki her 200 yıldızdan bir tanesinin büyüklük ve parlaklık itibariyle dünya gibi yaşam barındıran gezegenlere sığınak olabileceğini hesap ediyor. Bunların azımsanamayacak bölümünde, bazı gezegenlerin dünya gibi kayalık yapıda ve dünyanınkine yakın bir kütle ile manyetik alana sahip oldukları, onların içinden bazılarının ana yıldızlarının yaşanabilir bölgesindeki istikrarlı birer yörüngede konumlanmaları dolayısıyla atmosfer ve sıvı su içerdikleri ve onların içinden bazılarının da üzerinde yaşam barındırdığı sanılıyor. Sadece Samanyolu Galaksisi’nde yüz milyonlarca biyo-gezegen bulunabileceğine işaret eden söz konusu öngörüler doğru kabul edildiğinde, evrenin genelinde de yaşam gayet sık rastlanması muhtemel bir olgu halini alıyor.

Güneş Sistemimizde Bile Yalnız Olmayabiliriz

     Dahası, dünyadaki yaşamın ne derece zorlu koşullara adapte olabildiğini araştıran ve elde ettikleri bulguları kullanarak dünya dışı yaşam hakkında çıkarımlarda bulunan eksobiyologlar, gezegenin en ekstrem ortamlarında olanca zenginliğiyle yaşama rastlamaktadır. Dünyanın, güneş ışığının hiç ulaşmadığı zifiri karanlık okyanus diplerinden kilometrelerce yüksek dağ doruklarına, en kurak çöllerden kutupların donmuş kuytuluklarına ve zehir seviyesinde mineral içeren göllerden tamamen asidik ve bazik bölgelere varıncaya kadar her tarafından adeta yaşam fışkırmaktadır. Bu durum bize, yaşamın bir defa ortaya çıktıktan sonra hemen her koşulda tutunabileceği ve ilk bakışta yaşam barındırması imkansız görünen bazı gök cisimleri üzerinde de aslında yaşam olabileceği mesajını vermektedir.

Dünyanın en ekstrem habitatlarında, çoğu zaman ışık ve besin olmadan hayatta kalabilen “ekstremofil” organizmaların varlığı, bazı araştırmacıları kendi güneş sistemimizde bile yalnız olmayabileceğimiz düşüncesine sevk etmiştir. Mars’ın yeraltı sularında veya Satürn’ün yoğun atmosferli uydusu Titan’ın sıvı metandan oluşan denizlerinde en azından mikroskobik ölçekte yaşam bulunabileceğine dair teoriler, bilim dünyasında hayli fazla sayıda taraftara sahiptir. Mars ile Jüpiter arasındaki asteroit kuşağının en büyük objesi olan ve yüzeyi altında tatlı su denizleri bulunduğu tahmin edilen Ceres cüce gezegeni de hücre düzeyinde yaşama ev sahipliği yapıyor olabilecek adaylar arasındadır. Hatta Jüpiter’in oksijen temelli ince bir atmosferle çevrili uydusu Europa’nın donmuş kabuğunun altındaki derin ve ılık okyanuslarında çok hücreli bitkisel ve hayvansal yaşam formlarının da olabileceğine inanan bilim adamları vardır.

 Fütüristlerin öngörüleri haklı çıkarsa, otuz yıl içinde Mars’a ve yüzyılın sonuna doğru da Europa’ya insanlı veya robotlu keşif uçuşları düzenlenecek, Ceres ve Titan gibi objelere ise yaşam izi aramak üzere nükleer sondalar gönderilecektir. Belki de 50-100 yıl içerisinde güneş sistemimizde yalnız olmadığımız ve sistemin dünya dışındaki bazı üyelerinde de geçmişte ya da halihazırda yaşam bulunduğu netleşecektir. Fakat şüphesiz ki her kültürden insanların yüzlerce yıldır merakını celbeden ve bilimin cevap vermesi istenen esas büyük soru, evrende bizden başka üst düzey zeka sahibi varlıklar ve uzak yıldızlarda bir yerlerde kurulmuş çeşitli teknolojik medeniyetler bulunup bulunmadığı sorusudur.

Zeki Yaşam Nadir Olabilir

     Yukarıda ele alınan yaklaşımlar ekseninde, evrende asgari yüz milyarlarca ve azami sekstilyonlarca farklı gök cismi üzerinde yaşam bulunduğunun öngörüldüğü söylenebilir. Evren, büyük ihtimalle dünyadan aşina olduğumuzdan çok farklı kimyasal alt yapılara, bambaşka kalıtım mekanizmalarına ve değişik yapısal özelliklere sahip envai çeşit yaşam biçimleriyle dolup taşıyor olabilir. Yaşam barındıran gök cisimlerinin bir kısmında canlı formları mikroskobik boyutlarda iken, diğer bir kısmında karmaşık türlerin bütün kürelerini kaplamış ve etrafta koşuşturuyor olmaları olasıdır. Bunların bir kısmında da tıpkı bizim gezegenimizde olduğu gibi üst seviye zeka sahibi türlerin ortaya çıkmasına imkan verecek evrimsel süreçlerin gerçekleştiğini ve zeki uygarlıklar şekillendiğini düşünmemek için sebep yoktur. Ayrıca evrenin her yerinde geçerli olan fizik yasalarının gösterdiği üzere bilgi aktarımının en kolay yolu elektromanyetik dalgaları kullanmak olduğundan, bizim dışımızdaki zeki uygarlıklar da hiç değilse gelişimlerinin bir evresinde bu iletişim biçimini kullanmış ve sinyallerinden bir bölümü ışık hızında uzaya yayılmış olmalıdır. Gelgelelim, 150 yıldır uzaya radyo/televizyon/internet gibi teknolojilerimizin elektromanyetik sinyalleri yayılmasına ve son 50 yıldır da SETI projeleri kapsamında radyo teleskoplarımızla uzaydan gelebilecek anlamlı sinyalleri dikkatle dinliyor olmamıza rağmen, şimdiye değin en ufak bir şey duymadık ve bizi duyup temasa geçen kimse de olmadı.

     Bu “büyük sessizlik” durumu, bir paradoks oluşturuyor gibi görünür ve ilk kez Nobel ödülü sahibi İtalyan asıllı Amerikalı fizikçi Enrico Fermi tarafından dile getirilmiştir. Fermi, evrenin çok yaşlı ve büyük olduğunu, dünyadan başka milyarlarca yerde daha yaşam olması gerektiğini ve bunların bir kısmında zeki yaşamın da ortaya çıkmış olmaması için bilinen hiçbir gerekçe bulunmadığını ifade ettikten sonra “peki neden ortalarda yoklar?” şeklinde basit bir soru sormuştur. Böylece, dünya dışı zeki uygarlıkların var olma olasılığının gayet yüksek olduğuna dair tahminler ile bunu doğrulayacak herhangi bir kanıt ya da temasın yokluğu arasındaki çelişki “Fermi Paradoksu” olarak anılmaya başlamıştır. Yıllar içerisinde Fermi paradoksunu, dünya dışı uygarlıkların var olduğuna ilişkin kanıt bulma çalışmalarına ağırlık vererek ya da bu tip uygarlıkların insan algısının dışında var olabileceğini savunarak çözmeyi deneyenler olmuştur. Başka bazı araştırmacılar, uzaylı uygarlıkların özellikle bizimle iletişim kurmaktan kaçınıyor olabileceklerini iddia etmiş, bazıları uzaylı uygarlıkların çoğunun henüz uzaya sinyal yayacak teknolojik gelişmişliğe erişemeden iç mücadeleler sonucu kendi kendini yok ediyor olabileceğini ileri sürmüş ve bazıları da sinyalleri yakalayabilmek için elektromanyetik spektrumun frekans aralığını genişletip çok daha fazla yıldız sistemini özel olarak taramamız gerektiğini belirtmiştir.

     Daha fazla rağbet gören bir diğer görüş ise, zeki yaşamın ortaya çıkması aşırı hassas parametrelere ve birbirini takip eden çok sayıda zincirleme olaya bağlı olduğu için, evrende zeki yaşamın nadir rastlanan bir şey olabileceğini söyler. Bu yaklaşım tarzına göre evrende zeki uygarlıklar o kadar seyrek ve ışık hızı sınırı sebebiyle aradaki büyük mesafeleri katetmek için gereken süreler o kadar uzundur ki, diğer uygarlıklardan hiçbirinin bizi ziyaret etme zahmetine girişmemesi ve yaydıkları sinyallerin de henüz bize ulaşamaması gayet normaldir. Nitekim yaşamın temeli olan karmaşık elementleri yeteri kadar içeren gezegenlerin ancak bizim güneş sistemimiz gibi üçüncü nesil yıldız sistemlerinde oluşabileceği kanaatinden hareketle, yaşam olgusunun evrenin son 4-5 milyar yılında ortaya çıkmış bir olgu olduğunu ve zeki yaşam formlarının evrimleşmesinin 4 – 4.5 milyar yıl sürdüğünü kabul edersek, sadece aşağı yukarı 1 milyar yıldır bir yerlerde zeki uygarlıklar var olmuş olabilir ve henüz sinyallerini almaya başlamamış olmamız da diğer uygarlıkların tek tek her birinin, ışık yılı hesabıyla bize olan uzaklıklarının, ışık hızındaki ilk elektromanyetik sinyallerini uzay boşluğuna salmalarından beri geçen süreden daha fazla olduğu şeklinde yorumlanabilir. Tabii bir zeki uygarlığın sinyallerinin, henüz dünya üzerinde sinyal yakalayacak zeki bir türün var olmadığı jeolojik çağlar boyunca dünya yakınlarına ulaşmış, ama insanlık gökyüzünü dinlemeye başladığında, o uygarlık yok olduğu yahut elektromanyetik sinyal yayan teknolojilerden başka teknolojilere geçiş yaptığı ve uzun zamandır bizim yakalayabileceğimiz yeni sinyaller yaymadığı için bizim radarlarımıza hiçbir zaman takılmamış olması da ihtimallerden biridir. Netice itibariyle, 50 yıldır gökyüzünü adamakıllı dinleyen bir uygarlık olarak bu kadarcık sürede kimseyi duyamadık diye bir paradokstan bahsedebilmemiz mümkün değildir ve böyle bir durumu paradoks kabul etmek, ünlü astrofizikçi Neil deGrasse Tyson’ın belirttiği gibi, okyanustan doldurulan bir bardak suya bakıp “balinaları neden göremiyoruz” sorusunu sormak kadar mantıksız olacaktır.

Galaksimizdeki Uygarlıklarla Temas İhtimalleri

     Fermi paradoksunu bir paradoks olmaktan çıkarmak ve ona makul bir çözüm sağlamak noktasında iyi iş gören “nadirlik argümanı”, güneş sistemimiz yakınlarında ikinci bir zeki uygarlık bulunması ihtimalini kategorik olarak reddetmez. ABD’li astronom Frank Drake’in bir galaksideki zeki uygarlık sayısını tahmin etmekte kullanılan ünlü “Drake denklemi”ni en alt değerlerle kursak ve mesela her 100 milyon yıldız sisteminin sadece birinde zeki uygarlık bulunacağı sonucuna varsak bile, 300 milyar civarı yıldız barındırdığı sanılan galaksimizde binlerce zeki uygarlık yaşıyor olmalıdır ve bunların bazıları pekala birbirlerine yakın yıldız sistemlerinde ortaya çıkmış olabilir. Tabii galaktik ölçülerle bize yakın denebilecek bir mesafede ikinci bir zeki uygarlık varsa, büyük ihtimalle genç bir uygarlıktır ve dolayısıyla teknolojileri fazla ileri değildir. Öyle ki henüz bize doğru yolculuk eden araçlar tasarlayamamışlar ve uzaya sinyal yaymaya başlamamış ya da yakın bir zamanda başlamış olduklarından sinyalleri henüz bize ulaşmamıştır. Keza 200 bin yıldır dünya üstünde olan modern insanınki de genç bir uygarlıktır ve sadece son 150 yıldır uzaya radyo, televizyon, internet gibi teknolojilerinin sinyallerini yayabildiği için bu sinyaller en fazla 150 ışık yılı uzağa ulaşmış durumdadır. 1977 yılından beri yol alıp en uzak noktaya gidebilmiş uzay aracımız olan Voyager-1 sondası ise şimdiye kadar sadece 21 milyar kilometre (1 ışık yılının 450’de 1’i) yol katedebilmiştir.

 Diğer yandan galaksimizde teknolojisi bizden daha ileri olan uygarlıklar varsa, bunlar ürettikleri teknoloji nispetinde uzun bir zamandır var olan eski uygarlıklar olmalıdır ve yine de ışık hızındaki sinyalleri veya ışık hızına yakın hızlarda uçabilen keşif araçları hala bize ulaşmadığına göre çok uzaklarda bir yerlerde yaşıyorlar demektir. Belki böyle bir uygarlığın yüz binlerce yıl öncesine ait olan sinyallerini tesadüfen yakalamak ve galaksimizde kendimiz dışında da zeki uygarlıklar bulunduğuna emin olmak günün birinde mümkün olabilir. Fakat biz varlığını haber aldığımızda sinyallerin sahibi olan uygarlık, sinyalleri bize ulaşana kadar geçen uzun sürelerde çoktan ortadan kalkmış ve bizim duyduğumuz sinyaller artık var olmayan bir uygarlığın geçmişine ait olabilir. Hala yaşıyorlarsa, onların da bizden yayılan sinyalleri alıp bizim varlığımızı öğrenmeleri için yine yüz binlerce yıl beklemek gerekir ve bu defa da biz, sinyallerimiz karşı tarafa varana kadar yok olup gidebiliriz.

 Kısacası uzayda mesafelerin olağanüstü büyük oluşu, radyo dalgaları dahil hiçbir şeyin ışık hızından daha hızlı hareket edememesi kuralı ve zeki uygarlıkların nadirliği gibi faktörler yan yana koyulduğu takdirde, bir gün galaksimizdeki diğer zeki uygarlıklardan biri ile kuracağımız olası ilk temasın ne şekillerde gerçekleşebileceğine dair belli bir şablon oluşmaktadır. Bu olası ilk temas, ya bizim astronot veya keşif araçları gönderdiğimiz yakın bir dış gezegende teknolojisi çok fazla gelişmemiş bir zeki türü tesadüf eseri keşfetmemiz şeklinde doğrudan ya da radyo teleskoplarımızla anlamlı elektromanyetik sinyaller yakalamamız şeklinde dolaylı olarak gerçekleşebileceğe benzemektedir. Herhangi bir zeki uygarlığın keşif araçlarının bizim dünyamıza fiziksel anlamda gelmesinden önce o uygarlığın sinyallerinin bize ulaşmış olması gerekeceği ve şimdiye kadar sinyallerini almadığımız için, keşif araçlarını aniden karşımızda bulmamız pek mümkün görünmemektedir. Zira ilk sinyallerinin gelmesi ile ilk keşif araçlarının gelmesi arasındaki süre, radyo benzeri ilk sinyal yayıcı teknolojiyi icat etmeleri ile yıldızlar arası yolculuk edebilen araçlarının bizim dünyamıza ulaşması arasındaki süre kadar olmakta, araçlarının asla ışık hızına çıkamayacağını da düşünürsek, bu süre bir hayli uzamaktadır. Nihayet, eğer galaksimizdeki diğer uygarlıklar bizim yakalayabileceğimiz türden sinyaller yaymıyorlarsa veya biz aslında bize kadar ulaşmış olan sinyallerini bir sebepten gözden kaçırıyorsak, o zaman varlıklarını doğrudan dünyamıza keşif araçlarını indirdiklerinde öğrenmemiz de bir üçüncü ihtimal olarak temas ihtimalleri arasına girebilmektedir.

Uzak Galaksilerdeki Uygarlıklarla Temas İhtimal Dışı

     Şunu asla göz ardı etmemek gerekir ki, temas ihtimallerinin tümü, ancak kendi galaksimiz ve belki birkaç komşu galaksi içerisinde var olan yahut bir dönem var olmuş olan zeki uygarlıklar için geçerlidir. Bizimki ile beraber birkaç komşu ve uydu galaksiyi içine alan yerel galaktik kümemiz dışında var olan zeki uygarlıklarla sinyaller aracılığıyla dahi temas etmemiz, galaksi kümelerinin birbirlerinden sürekli artan hızlarda uzaklaştıkları gerçeği nedeniyle, fiziksel olarak imkansız derecesinde zordur. Yani kendi galaksimiz ve aradaki kütleçekimin genişleme hızına baskın gelmesi sayesinde şimdilik bizden uzaklaşmayan birkaç komşumuz dışındaki diğer uzak galaksilerden yayılan olası sinyalleri hiçbir zaman alamayacağımız hemen hemen kesindir.

     Zira evrenin genişlemesinden söz ederken faydalanılan Hubble sabiti sayısı, birbirine 1 megaparsek (yaklaşık 3.26 milyon ışık yılı) uzaklıktaki iki galaksinin, kütleçekimsel olarak hiçbir yaklaşma veya uzaklaşma hareketine sahip değillerse, sırf evrenin genişlemesinden ötürü birbirlerinden saniyede 72 kilometre hızla uzaklaşacaklarını söyler. Anlaşılacağı üzere 2 megaparsek uzaklıktaki galaksiler birbirlerinden 144 km/sn hızla uzaklaşırlar ve bu uzaklaşma hızı böyle katlana katlana büyüyerek devam eder. Evren genişlerken aslında galaksilerin hareket etmiyor ve galaksiler arasındaki boşluğu meydana getiren uzay-zaman dokusunun genleşiyor olması, sıklıkla şişen balon örneği ile anlatılır. Eğer bir balonun yüzeyine galaksileri temsilen çok sayıda nokta çizilir ve balon şişirilmeye başlanırsa, galaksileri temsil eden noktaların birbirlerinden uzaklaşmaya başladıkları ve yakın noktalar arasındaki mesafe daha yavaş artarken uzak noktaların birbirinden daha hızlı uzaklaştıkları görülebilir. Evrende de bir galaksi bizim galaksimize ne kadar uzaktaysa bizden o kadar hızlı uzaklaşır ve o galaksilerden yayılan sinyallerin bize ulaşmak için ışık hızının yanı sıra bir de koşu bandı üstünde ilerlemeye çalışırcasına bu uzaklaşma hızıyla baş etmeleri gerekir.

     Bazı insanlar, teknolojisi çok gelişkin uzaylı uygarlıkların “solucan delikleri”, “warp drive” ve “ışınlanma” gibi yöntemleri kullanarak ışık hızı engelini aşabileceklerine ve ne denli uzakta olurlarsa olsunlar bizim dünyamıza ulaşabileceklerine inanır. Fakat ışık hızı engelini aşmakta yararlanılabileceği söylenen bütün yöntemler hipotetiktir ve bilimsel açıdan belli bir değer taşıyıp taşımadıklarına dair kesin bir şey söylemek bugünkü bilgi birikimimiz ile mümkün değildir. Bazı gelişkin uzaylıların bahsedilen yollarla seyahat edebildiklerini kabul etsek bile, devasa evrende bizi bulmaları yine çok küçük bir olasılığa denk gelecek ve bu, samanlıkta iğne aramaktan kat be kat daha zor bir iş olacaktır.

Radyo Sinyalleri Beklemek Dışındaki Olası Temas Yolları

     SETI (Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması) ve onun optik versiyonu olan OSETI, dünya dışı zeki uygarlıklardan radyo sinyalleri veya lazer ışınları gibi anlamlı işaretler yakalama konusuna odaklanmış çalışmalardır. Dinleyen ve bekleyen konumda kalmayı zaman kaybı olarak değerlendiren bazı uzay bilimciler ise “etkin SETI” ya da “Dünya Dışı Akıllı Mesajlaşma” anlamında “METI” çalışmaları ile uzayda varsayımsal Dyson kürelerini aramak gibi konulara ağırlık verilmesini savunagelmişlerdir.

     Dünya atmosferinde de uzun süredir dolaşan oksijen ve karmaşık hidrokarbonların biyo belirtilerini taşıyan gezegenlere nokta atış radyo sinyalleri ve lazer ışınları göndererek, dünya dışı zeki yaşamı etkin bir biçimde arama yöntemi olan METI, edilgence dinleme modunda kalmayı simgeleyen geleneksel SETI anlayışına en büyük meydan okumadır. METI çalışmaları kapsamında dış gezegenlere gönderilen mesajların ilki, Porto Riko’da Amerikalılar tarafından çalıştırılan Arecibo Gözlemevi’nin radyo teleskobundan 25 bin ışık yılı uzaklıktaki Herkül takımyıldızlarında bulunan bir yıldız sistemine doğru gönderilmiştir. Kim olduğumuzu ve nerede yaşadığımızı sembolik ve kodlu örneklemeleri ön plana çıkararak anlatan bu dijital mesajın hedefine varması en iyi ihtimalle 25 bin yıl sürecek ve bir cevap gelecekse en az 50 bin yıl sonra gelebilecektir. Fakat 2008’de Ukrayna Ulusal Uzay Ajansı’nın, çevresinde gezegenlerin döndüğü bilinen Gliese 581 yıldızına doğru ve 2009’da Avustralya’daki Canberra Derin Mesafe İletişim Kompleksi’nden uzayda belirlenen yerlere doğru iletilen radyo mesajları çok daha yakın mesafeleri hedeflemiş olup, sadece 20 yıl içinde hedeflerine ulaşacaktır.

   Dünya dışı zeki uygarlıkların varlığını tespit noktasında yürütülen bir diğer çaba, “Dyson kürelerinin” olası varlıklarını araştırmayı içerir. İlk kez 1950’lerin ortalarında fizikçi ve matematikçi Freeman Dyson’ın bir düşünce deneyi ile ortaya koyduğu Dyson küreleri, bir güneşten yayılan enerjiyi depolayarak daha iyi kullanabilmek için çok ileri uygarlıklar tarafından yapılandırılmış varsayımsal yapılardır. Dyson, enerjinin bütün ileri uygarlıklarının anahtarı olduğundan ve merkezi yıldızın bütün gezegensel enerjiyi oluşturmasından dolayı, teknolojik sofistikasyona ulaşmış herhangi bir uygarlığın eldeki enerjiden maksimum faydalanma yollarını aramasının mantıklı olacağını düşünmüş ve böyle uygarlıkların yıldızlarından yayılan enerjinin tamamına yakınını emebilecek büyük küreler inşa edip yıldızlarının çevresine yerleştirmiş olacaklarını iddia etmiştir. SETI açısından bakıldığında bir Dyson küresi kuvvetli sinyaller yayacak ve orada ileri bir uygarlığın varlığını belirleyecek bir potansiyele sahiptir. Şu anda da SETI çalışmalarında etkinlik gösteren bazı bilim insanları, Kızılötesi uydudan gelen veriler üzerinde, bir Dyson küresinin varlığını andıran biçimde ışığının çoğu bir cisim tarafından kapatılmış olan yıldızlarla ilgili işaretleri aramaktadır.

Acaba Neye Benziyorlardır?

     Uzaklarda bir yerlerde yaşayan zeki uzaylılarla karşılaşma veya onların yaydığı herhangi bir sinyali yakalama şansını belki hiçbir zaman elde edemeyecek olsak bile, neye benzediklerini hayal edebiliriz. Farklı uzaylı zeki türler, kendi dünyalarının yer çekimine, coğrafi/iklimsel devinimlerine ve sağkalım şartlarına bağlı olan bambaşka evrim süreçlerinin mahsulü olacaklarından anatomik görünüşlerinin bazı bilimkurgu filmlerinde yansıtıldığı gibi birebir bize benzemesini beklemek saçma olur, zira böyle bir örtüşmenin olasılıksal karşılığı yok sayılabilecek kadar düşüktür. Tabii üst seviye zekanın evriminin bazı evrensel kriterleri varsa, o halde diğer uzaylı zeki türlerin de bazı açılardan biz insanlara benzer tarafları olabilir.

     Örneğin özerk hareket etme kabiliyeti zeka için şart olduğuna göre zeki uzaylıların büyük ihtimalle hayvansal türler olacakları, çevrelerini şekillendirecek aletler üretmeleri gerektiğine göre kol-el-parmak gibi uzantılara sahip kara hayvanları olacakları ve ellerinin serbest kalması gerektiğine göre de bacakları üstünde dik yürüyen kara hayvanları olacakları düşünülebilir. Dünyada avcı hayvanların her zaman av hayvanlarından daha zeki ve kurnaz oldukları bilindiğinden zeki uzaylıların avcı ata türlerden köken almış olmaları da kuvvetle muhtemeldir. Avcılığın bir gereği olarak, görsel odaklanma sağlayan üç boyutlu görüntülemeye ihtiyaç duyacakları ve dolayısıyla ön taraflarında en az iki veya daha çok sayıda göz benzeri optik alıcılar bulunduracakları beklenebilir. Gözlerinin, algılanan sinyalleri olabildiğince çabuk bir şekilde merkezi sinir sistemine iletebilmesi için merkezi sinir sistemlerinin gözlerine yakın olması, yani beyinlerinin bizde olduğu gibi gözleri ve eğer varsa diğer duyu organları ile aynı kafatası üzerinde konuşlanması oldukça mantıklıdır. Böylece zeki uzaylı türlerin birer kafatasıları, yüzleri, gözleri, ağızları, omurgaları, kolları, bacakları ve parmakları olan yaratıklar oldukları hayal edilebilir.

     Uzaylı zeki türlerin renkleri ve boyutlarına dair herhangi bir şey söyleyebilmek için elimizde onların yaşadığı ortamlara yönelik veriler olması gerekir ve o yüzden şu anda bir şey söylemek mümkün değildir. Ayrıca iki cinsiyetlilik, seksüel diformizm, yaşlanma ile programlanmış hücre ölümü, aerobik uygunluk ile doğurganlık, uyarlanabilirlik ile hastalık ve bütün bu özellikler arası alışverişlerin uzaylı türlerde de bizdeki gibi olma zorunluluğu yoktur. Ama enerjinin tasarruflu kullanımı ilkesine bağlı birtakım evrimsel zorunluluklarla o noktalarda da dünyadaki canlılara benziyor olabileceklerini düşünen bilimciler söz konusudur.

Uzaylı Zihin Yapısı

     Zeki uzaylıların aralarında bilgi paylaşımı yaparak kuşaklar boyunca bir kültür birikimi oluşturmak için karmaşık bir iletişim metotları olmak zorundadır. Fakat ses temelli diller ile iletişim kuruyor ve dolayısıyla konuşuyor olabilecekleri gibi, titreşimlerle veya telepatik yöntemlerle iletişiyor ve dolayısıyla konuşma yeteneğine ihtiyaç duymuyor da olabilirler. Zeki uzaylılar, karmaşık zekalarından belirmiş bir bilince, bizden daha az veya daha çok sayıda duyulara ve çeşitli durumlara karşılık gelen duygulara herhalde sahiptir. Bununla beraber bilinç yapıları, duyusal kavrayışları, duyguları hissediş tarzları ve özetle gerçekliği algılama biçimlerinin bizden çok farklı olabileceği de unutulmamalıdır.

     Nitekim dünyada da her canlının çevreyi kendine özgü bir algılayışı vardır ve her canlı, algılarıyla dış gerçekliği kendine göre yorumlar. Bir köpeğin veya bir yunusun dünyayı modellendirmek için kullandığı değişkenlerin biz insanlarınkinden çok farklı olduğu açıktır. Biz insanlar detaylı ve renkli bir görüşe sahibiz, sembolik bir dil yeteneğimiz var ve gerçekliğimiz de büyük ölçüde görme duyumuz ile dilsel/kavramsal düşünme tarzımıza endekslidir. Bizim kadar iyi görmeyen, ama bizden bin kat daha iyi koku aldıkları bilinen köpeklerin beyni için ise gerçeklik, sürekli farklı kokuların fırıl fırıl döndüğü bir harmonidir. Koku duyusu olmayan yunusların, seslerden gelen geri bildirimlere dayanan ve sudaki sonar sinyalleri analiz edebilen bilinç yapıları hem köpeklerin, hem de insanlarınkinden çok daha farklıdır. Şüphesiz uzaylı zeki türlerin de kendilerine özgü bir bilinç haritaları olması ve bizimkinden çok farklı bilgiler içermesi akla yatkın olandır. Bu varlıklar düşünüyorlarsa düşünceleri, hayal kuruyorlarsa hayalleri ve hatta rüya görüyorlarsa rüyaları bile kendi gerçeklik algıları çerçevesinde olacağından bizimkilere çokça yabancı kaçacaktır.

     Kaldı ki evrendeki ileri seviye uygarlıklardan kimileri, ilk temellerini atan organik türün yerini çoktan yapay zekalı robotlara bıraktığı ve tamamen makineleşmiş şekilde yollarına devam ediyor da olabilirler. Evrende kan ve karbon yerine, çelik ve silikondan yapılma zeki varlıklar çoğunlukta bulunabilir. Belki de zeki uygarlıkların tarihinde organiklik sadece kısa bir aşamayı temsil ediyordur ve evren, kozmik bir hayvanat bahçesinden ziyade, kozmik bir robotlar ve dijital zihinler diyarıdır. Böyle bir ihtimalde bu robotik varlıkların ne dış görünüşlerinde ve ne de zihin yapılarında bize benzer yanlar aramanın bir dayanağı kalır.

Kozmik Uygarlıkların Teknolojik Sınıflandırılması

     Evrene yayılmış halde yaşadıklarına inanılan zeki uygarlıkların bazıları bizden daha ilkel bir seviyede iken, bazılarının da bize kıyasla çok daha uzun bir tarihi serüvene sahip ve dolayısıyla bilim ve teknoloji konularında bizden çok ileride olabilecekleri söylenegelmiştir. Evrende ne seviyede uygarlıklar bulunabileceğini gösteren sistematik bir sınıflandırma yöntemi, ilk kez 1964’te, uzaydaki gelişmiş uygarlıklardan gelebilecek sinyalleri yakalamak için gece gökyüzü araştırmaları ile ilgilenen Rus astrofizikçi Nikolai Kardashev tarafından geliştirilmiştir. Kardashev, üç kuramsal uygarlık tipi önermiş ve bunları “1. Tip”, “2. Tip” ve “3. Tip” uygarlıklar olarak isimlendirmiştir.

   “Kardashev cetveli” de denen bu teorik sınıflandırmaya göre 1. Tip uygarlıklar gezegensel, 2. tip uygarlıklar yıldızsal ve 3. tip uygarlıklar galaktik ölçekli uygarlıklardır. Yani 1. Tip bir uygarlık kendi gezegenine tümüyle yayılmış ve onun tüm yeraltı/yer üstü kaynaklarını kontrol edebilen uygarlık; 2. Tip uygarlık kendi güneş sisteminin tamamını kolonileştirmiş ve yıldızından yayılan tüm enerjiyi manipüle edebilen uygarlık; 3. tip uygarlık ise bulunduğu galaksinin büyük bir kısmına yayılmış ve milyarlarca yıldızın enerjisini kullanılabilir hale getirmiş uygarlık demektir. Kardashev tipolojisinde her uygarlık tipi, enerji tüketimi anlamında 10 milyar katlık çarpanla birbirinden ayrılır. 3. tip bir uygarlık, 2. tip bir uygarlıktan ve 2. tip bir uygarlık da 1. tip bir uygarlıktan 10 milyar kat daha fazla enerji tüketir. Uygarlık tipleri arasındaki zamansal fark ise birbirinden farklıdır ve mesela bir zeki türün ortaya çıkması ile 1. tip uygarlık haline gelmesi arasındaki süre 200-250 bin yıl iken 1. Tip uygarlığın 2. Tip’e geçişinde sürenin kısalıp 3000 ila 5000 yıl olacağı tahmin edilir. 2. Tip’ten 3. Tip’e geçişte süre tekrar yükselmekte ve bu geçişin 100 bin ila 1 milyon yıl arasında bir zaman gerektireceği hesaplanmaktadır.

     Kardashev’in kozmik uygarlık sınıflandırması, bilimsel metodolojiden yararlanılarak yapılan tahminlere dayansa da, en nihayetinde tamamen varsayımsaldır. Evrende bugün için bildiğimiz tek uygarlık kendimiziz ve 1. Tip sınıfına girmekten bile uzak noktada olan bir 0. Tip uygarlığız. Henüz gezegenimize tümüyle hakim konumda olmayıp, hala enerji ihtiyacımızı fosil yakıtlardan sağlıyor, hala yıldızımızın enerjisini çok düşük seviyelerde değerlendirebiliyor ve hala doğal afetlerden çokça zarar görüyoruz. Gezegenimiz yörüngesinde ve yıldız sistemimizde uzay uçuşları yapabiliyoruz, ama herhangi bir komşu gök cismi üzerinde üs kurabilmiş değiliz. Belki 100 yıl içerisinde 1. Tip bir uygarlık halini alabilir ve yıldız sistemimizin geri kalanına yayılmaya başlayabiliriz; tabii o süreçte gezegenimizin biyosferini mahvetmez ve kendi kendimizi yok etmezsek!

Kaynakça:
Al-Khalili (J.), “Paradoks – Bilimin En Büyük Dokuz Bilmecesi”, Domingo Yayınları, İstanbul, 2012
Ayala (F.J.), “Evrim – Kullanım Kılavuzu”, Aylak Kitap, İstanbul, 2016
Gould (S.J.), “Yaşamın Tüm Çeşitliliği – İlerleme Mitosu”, İstanbul, 2009
Kaku (M.), “Geleceğin Fiziği”, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2016
Kaufman (M.), “Dünya Dışı Yaşamla İlk Temas – Astrobiyoloji Hakkında Merak Ettiğiniz Her Şey”, Alfa Yayıncılık, İstanbul, 2014
Lane (N.), “Yaşam Neden Var?”, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2015
Manly (S.), “Çoklu Evren Görüntüleri”, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2011
Margulis (L.) / Punset (E.) – Yayına Hazırlayanlar, “Hayat Kitabı”, NTV Yayınları, İstanbul, 2010
Sagan (C.), “Kozmos – Evrenin ve Yaşamın Sırları”, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 2009